Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Ağustos '13

 
Kategori
Öykü
 

Halk razı değil konuştuğumda, sustuğumda ise Hâk; ben de naçar kaldım, masal yazdım

Halk razı değil konuştuğumda, sustuğumda ise Hâk; ben de naçar kaldım, masal yazdım
 

Bazı zor zamanlar vardır; ne deseniz yanlış algılanır, sert tepkiyle karşılaşırsınız. Bu durumda, masalların büyülü gerçekliğine, o alternatif evrene sığınmak bir kurtuluş yolu olabilir.


Mesellerin finalinde, her ne hikmetse, gökten daima hat-trick yaparcasına düşen o üç elmadan ilkini kapana göre üç gün, ikincisini yakalamayı başaran için üç asır ve elmaların üçüncüsü başına konana göre ise otuz bin asır (ya da, gelin, nâkilan-ı mesel jargonunun o bildik – beylik kalıbıyla söyleyeyim: tamı tamına üç vakit) önce; yerkürenin, bize şu an için meçhul olan bir coğrafyasında kurulmuş olan güzel ve ziyadesiyle asûde bir ülke; bu ülkede sevimli ve mütevazi bir belde ve bu beldede de, bir nâkilan olarak, aralarında gezinileceğini ümit ettiğim ilerleyen satırlarımda hikâyesini paylaşacağım, efsanevi bir berber var imiş.

Bu berber o kadar maharetli ve o denli marifetli imiş ki, hemşehrileri, ülkelerinin atalarından gelen gerçek ismini rafa kaldırıp, ona, bu berbere nispetle Berberistan diyorlarmış.

Berberistan berberinin ünü, o çağın bilinen bütün dünyasında öylesine yayılmış ki, o, bütün insanlık camiasının neredeyse en popüler simalarından birisi haline gelivermiş.

‘Bu ne menem bir popülerlikmiş acep öyle?!?’ diye sual edilip, buna bir cevap bulabilmek amacıyla dönemin sahih ve muteber tarihi kayıtlarına bakıldığında; hikâyemizin baş kahramanı olan şahsın, o zamana değin gelmiş geçmiş en ünlü sporculardan, en meşhur sanatçılardan, en yetenekli tabiplerden, yüksek takva sahibi ve zühd ehli olan en mütedeyyin din alimlerinden, en muzaffer askerlerden, en ileri görüşlü devlet adamlarından, en maharetli zanaatkârlardan bile daha çok saygı ve muhabbet gördüğü rahatlıkla teşhis edilebiliyormuş.

Berber, işte böylesine cool, karizmatik, efsanevi, cevval, cerbezeli bir toplumsal aktör olup çıkıvermiş insanlığın ve asrının karşısına. Bu yüzden de, Berber-i Azâm olarak anılır ve çağrılır olmuş.

O devirde, gerek Berberistan’da ve gerekse de dünyanın diğer birçok coğrafyasında, Berber-i Azam’ın dükkânının yakınlarında dükkân açmak, bu suretle de ondan feyz alarak icra-i sanat eylemek isteyen sayılamayacak kadar çok sayıda berber varmış.

Ve fakat bu, asla ve kat'a mümkün olamıyormuş.

‘Peki ama niçün?’ sualinin tatlı meltemiyle merakı gıdıklanarak ayaklananlar içün ise, ‘raviyan-ı ahbar ve münakalan-ı asar’dan duyduğum ve bana göre de fevkalâde tatminkâr ve de dişe dokunur addedilebilecek olan, işte şu izahat serdedilmekteymiş:

Efendim, Berberistan'da berberlik yapmaya başlayabilmek, diğer meslek ehli içün de olduğu üzere, ancak ilgili zanaatkâr örgütünden alınacak bir şahadetname, bir ehliyetname ile söz konusu olabiliyormuş.

Berberlik ehliyeti, söz konusu ülkenin en önemli mesleki örgütlerinden olan Berberler Loncası tarafından çok sıkı kurallar manzumesi ve de çok zor imtihanlar silsilesi çerçevesi ve neticesinde veriliyormuş. Berberler Loncasının o çok sıkı deyû tavsif ve tasvir edilen mezkûr kurallarına uymak da mutlak manâda zorunluymuş. Kanunlar muvacehesinde ve resmen ‘Berberistan Berberlerine Mahsus Maharet, Mesai ve Hizmet Esasları Akti’ deyû isimlendirilen, lâkin, halk arasında kısaca ‘Berberlik Kânunu’ diye terennüm edilmekte olan bahse konu carî mevzuatın ihlâli, aklı başında birisinin kalkışacağı bir halt değilmiş.

Neden mi; zirâ, bunları ihlâl edenin maruz kalacağı müeyyide, hakikaten alışılmışın hudutlarına limitsizce tecavüz edecek muhtevada ve tahammülfersa mahiyette imiş. Buna göre, talihsiz ferd-i hakir-i fakir-i pür taksir-i taifei berberan’ın başı, kolları ve bacakları, ayrı ayrı beş vahşi ata bağlanır; akabinde de, bu atların sağrılarına ısırgan otları ile vurularak, her birinin farklı bir istikamete koşması sağlanırmış. Başka çağların ve coğrafyaların toplumlarında vahşilik, hatta barbarlık ve dahi vandallık olarak addedilebilecek olan bu ziyadesiyle kanlı ve şedit cezalandırma usulünün ayrıntılarına girerek, her çeşit hürmetin fevkinde bir saygıya lâyık gördüğüm kârimin canını sıkmak, gönlünü bulandırmak ve de midesini kaldırmak niyetinde değilim hiç kuşkusuz.

Lâkin, kârimi, alternatif bir evrene intikal ettirmek adına istihsal ve istimal ettiğim bu lâkırdımın, tesis etmeye gayret ettiği sözel iklimin ve edebi ambiyansın noksan kalacağına dair olan endişe ve tereddüdümden dolayı, bu cezanın, berberlik töresini çiğneyen bahtsızın gövdesinin, pek de eşit sayılmayacak şekilde olmak kaydıyla, asgarisinden altı parçaya taksim olmasına yol açtığını eklemeyi, mesuliyetine müdrik bir nakilin vazifesi sayarım efendim.

İhlali halinde; merhamet hudutlarının, insaf duvarlarının, şefkat surlarının ve hoşgörü teamüllerinin, yukarıda serdedildiği üzere, adeta hâk-ı yeksan edilmesine neden olan; sadece berberler cihetinden değil, Berber-i Azâm’ın mesleğe kazandırdığı o inanılmaz prestijden sonra, diğer meslek erbaplarından da adeta 'Kutsal Kelâm' muamelesi gören bahse konu kurallar silsilesi, esasen çok kısa, çok sade ve çok basitmiş ve de sadece üç maddeden ibaretmiş:

1- Berberistan'da aynı anda iki berber icra-i sanat eyleyemez.

2 - Berberistan'daki berber sadece kendisini tıraş etmeyenleri tıraş eder.

3-Berber yamağı, ustasının, ‘Çırağım/halefim, Berberler Loncası’nın sınavına girmeye ehildir, buna dair el veririm ve muvafakat beyan ederim’ demesine müteakip, mezkûr imtihana muhatap olur; muvaffak olması halinde, kendisi berberlik şahadetnamesini ve ‘Berber-i Azâm’ titrini almaya hak kazanarak mesleğini icraya başlarken; ustası/selefi de, ‘Mütekait Berber-i Azam’ nâmına ve makamına mazhar olur.

İşte, o efsanevi, o dillere destan, o, adeta Platon’un ilâhi idealar aleminde seslenen mezkûr mesleki umdeler cümlesi buymuş ve bundan ibaretmiş a benim canım efendim.

Berber-i Azâm’ın, sanatı ve becerisiyle böylesine sivrilmesi yüzündendir ki, lâkırdının evvelki bahislerinde nakledildiği üzere, dünyanın dört bir yanındaki insanlar, akın akın Berberistan'a gelir ve onun dillere destan dükkânında tıraş olurmuş.

Bu yüzden de Berberistan'daki berber dükkânının önünde uzun, ama öyle böyle değil, ucu bucağı zaman zaman onlarca kilometreye varan hacimde ve mikyasta 'müşteri adayı' kuyrukları oluşurmuş.

Sayıları hiçbir zaman on binlerin altına düşmeyen, bayramlar ve kutsal günler gibi önemli zamanlar arifesinde ise, yüz binlere bile varabilen dükkânın önüne yığılmış bu mahşeri kalabalıklara müşteri değil de 'müşteri adayı' denmesinin çok ehemmiyetli ve derûni bir nedeni varmış.

Buna göre, o kuyruğa girenler, günlerce, haftalarca, aylarca ve bazen de yıllarca bekleseler bile, Berber-i Azâm tarafından tıraş edilmek bahtiyarlığına ermelerinin mutlak ve garanti olmadığını biliyor, tıraş olabilmeyi hak edebilmek için minik bir imtihanı başarıyla geçmeleri icap ettiğinin şuurunda olarak bunca zahmete katlanıyorlarmış.

Lâkırdımın tam da burasında, miniminnacık bir parantez açarak sosyal bilimcilere seslenmeyi ve; beklemeye ömrü vefa etmeyerek, kuyrukta vefat eden ‘müşteri adayları’na dair olan sayısız tanıklık kaydının, Berberistan arşivlerinin tozlu raflarından, medeniyetin muhassılasına ve cemiyetin müşterek hafızasına intikallerini sağlayacak aksiyonların alınmasını hasret ve hararetle gözlediğine işaret etmeyi zorunlu addederim.

Nerde kalmıştık? Haa, evet, o malûm imtihanı naklediyor idim sizlere.

Fekat, bu imtihanın teferruatını paylaşmadan önce, (metnin ana mecrasında ilerken, ikide bir de tâli yollarla saparak, tahammülünüzü çok da zorlamadığımı, dikkatinizi fazlaca tarumar etmediğimi ümit ederek) imtihanın icraatına dair olan ehemmiyetli bir detayı daha paylaşmanın, idrak kanallarınız üzerinde müspet tesir icra edeceğini, bunun da, el-an okumakta olduğunuz metne nüfûz edebilmenizi kolaylaştıracağını düşünüyorum.

Berber-i Azâm, kapısındaki bu binlerce ve binlerce müşteri adayının sıraya sokulması ameliyesini, (uzun çıraklık ve kalfalık dönemleri sonrasında, mesleğinin inceliklerine vakıf olması ve loncanın yapacağı sınavlardan da muvaffakıyetle geçmesi halinde, hizmet ve zanaat yarışında bayrağı kendisinden devralması beklenen) yamağına havale etmeyi tercih etse de; izdiham daima mahşeri olduğundan, bu işin deruhte edilmesi, umumiyetle, belde idaresinin görevlendirdiği kolluk güçlerinin marifetleri çerçevesinde gerçekleşirmiş.

Berber-i Azâm’ın, müşteri adayları arasından tıraş etmeye lâyık gördüklerini tespit etmesine yarayan minik imtihan, esasen bir çeşit ritüel ya da kutsal bir tören havasında cereyan eder ve umdelerini naklettiğim ‘Berberistan Berberlerine Mahsus Maharet, Mesai ve Hizmet Esasları Akti’ muvacehesinde tatbik edilir imiş.

Buna göre Berber-i Azâm (BA), dükkânına giren müşteri adayına (ma), merhabalaşma faslının hemen akabinde sorarmış:

- BA: kendi kendini tıraş ediyor musun?

- ma: hayır!

- BA: hakikatle mutabık lâkırdı istimal ettiğine dair kutsallarının üzerine yemin eder misin?

- ma: ederim!

Bunun üzerine Berber-i Azâm, müşteri adayına, girişin hemen sağındaki duvarda, yüksekçe bir yere raptedilmiş olan, içi çift sıra halinde olmak kaydıyla, tıka basa kitap, risale, tractatus ve brochure’lerle dolu vaziyetteki görkemli rafı göstererek sorarmış:

- BA: hangisi üzerine yemin edeceksin?

Müşteri adayı hangi inancın müntesibi olduğunu paylaşınca da, Berber-i Azâm, ona dair olan kutsal metni indirirmiş.

Dini inanç, akide ve pratiklerine dair olan temel umdelerini ihtiva eden kutsal metinleri yaygın bir şekilde tedavülde olan Hristiyanlık, İslâmiyet, Musevilik, Budizm, Hinduizm, Brahmanizm, Caynizm, Sihizm, Kadıyânilik, Bahailik, Mormonluk, Sabilik, Zerdüştilik, Mecusîlik’in ortodoksi ya da heterodoksi addedilen çeşitli mezhep, tarikat ve sektlerinin müntesiplerinin kutsal metinlerinden bu rafta mebzul miktarda bulunmaktaymış.

Buna mukabil, başta eski Yunan, Roma, Mısır, Kelt, Germen, Türkik, Kuzey ve Güney Amerika yerlileri, Hintli, Çinli, Afrikalı, Japonlar gibi topluluklarda olmak üzere, İbrahimi gelenek öncesindeki kâdim çağlarda, küre-i arzın hemen her koordinat dizgesinde bütünüyle hâkim olan, sonrasında ise, insanın kişisel selâmet ihtiyacına semavi itikatlar kadar cevap veremediğinden, adım adım tasfiye sürecine giren Paganizmin çok sayıdaki versiyonuna ait olan kayıtlar, anormal derecede nadir olduğundan, bunlardan ancak birkaç tane mevcut imiş mezkûr rafta. Pagan müşteri adayları, diğer kutsal kabul edilen metinlere nispetle çok daha fazla yıpranmış olduğu için, Berber-i Azâm’ın çok büyük bir ihtimamla eline aldığı yazılı kutsal metinlerine dokunmadan, ederlermiş yeminlerini.

Yemin ve kutsal metne el basma operasyonlarının en zorluları ise, maddiyun mezhebi (materyalist/ateist), şüphecilik mezhebi, olasılıkçılık/izafiyetçilik mezhebi, deizm mezhebi ve agnostisizm mezhebinden olduğunu beyan eden müşteri adaylarına dair olan ritüeller imiş.

Bunlar, ‘olmuş olan – olmakta olan – olacak olan her şey’in gayrı-maddi/metafizik etkenlerle açıklanmasını ya toptan inkâr ettiklerinden, ya da bu tür izahatlara mesafeli yaklaştıklarından; verili/belirli bir metne kutsiyet atfetmez, dolayısıyla da, meşreplerine uyan bir eser üzerine yemin etmeyi bile kategorik olarak reddederlermiş.

Berber-i Azâm, bu kabil yaklaşımları taşıyan müşteri adaylarına sert çıkar, onlara ‘Berberistan Berberlerine Mahsus Maharet, Mesai ve Hizmet Esasları Akti’yle, bu temelde icra edilen ritüelin gelenek ve teamüllerini hatırlatarak, şayet kendisi tarafından tıraş edilmek istiyorlarsa, raftaki metinlerden, kendilerini en yakın hissettikleri, bir tanesi üzerine yemin etmelerinin şart olduğunu şeddeli bir edayla deklare edermiş.

Onca yolu tepip gelen, uzunca bir süredir de kuyrukta bekleyen mezkûr fasiledeki bu müşteri adayları, Berber-i Azâm’ın kararlığı karşısında, onun yönlendirmesiyle, rüyalarını süsleyen tıraş hadisesini tecrübe edilebilmek adına, bu ritüeli gönülsüz de olsa, tamamlamaya kendilerini mecbur hissedermiş.

Bunlardan materyalist/ateist olanlar, genellikle, Leukippos veya Demokritos’tan kalan, Helenistik dönem Grekçesiyle yazılmış ve İskenderiye Kütüphanesi yangınından kurtulduğu izlenimini uyandıran islerle kara – sarı bir hal almış, kat yerleri iyice epriyerek adeta şeffaflaşan papirüsler üzerine; şüpheci olanlar, sıklıkla, ya bizzat Protagoras veya Pyrrhon tarafından, ya da onların bir şakirdi/tilmizi marifetiyle hiyeroglifle ceylan derisine kazınmış, ve, Bağdat’taki büyük kitap katliamından kurtulduğu intibaını uyandıracak hasarlarla malûl olan bir eser üzerine; deist olanlar, Voltaire ve Spinoza’nın kadim çağlardaki fikir babaları olan panteistlerden kalan ve Kurtuba ya da Granada’daki büyük kültür barbarlığının zalim izlerini taşıyan çok yorgun mıklepli bir ciltte muhafaza edilen bir kodeks üzerine; agnostikler, 1204’deki trajedik Constantinopolis yağmasının zalimliğini gelecek nesillere haykırdığı intibaını veren, ipek bir yüzeye klasik Arapçayla nakşedilmiş eksik ve paramparça bir Protagoras metni üzerine; olasılıkçı ve izafiyetçilerse, Pascal, Einstein, Turing ve J. V. Neumann’ın fikir mimarları ve ilmi atalarından olan Pencap vadisinden bir Hintli matematikçinin, Çin işi bir kağıt ruloya, klasik döneme özgü yüksek Sanskritçeyle, adeta inci gibi bir kaligrafiyle yazdığı bir matematik risalesi üzerine yemin ederlermiş.

Hikâyemizin burasında, Berberistan arşivlerinde, hummalı ve disiplinli bir mesai yapan her gayretli ve ilmi namusu yerinde araştırmacının hemen dikkatini çekecek olan bir ayrıntıyı da paylaşmadan geçemeyeceğim doğrusu.

Beber-i Azâm’ın, ritüeli yapmamak, ya da eksik yapmakta direnen müşteri adayları karşısındaki tavrı öylesine tavizsizmiş ki, 35 yıllık mesleki kariyeri boyunca, (günde 18 saat ve yılda 365 gün bilâ fasıla çalışarak) tıraş ettiği müşteri sayısı yaklaşık olarak 2,500,000 iken; yemin etmeyi reddederek müşteri adaylığından müşteriliğe terfi etmekten imtina edenlerin sayısı sadece bir, evet, yanlış okumadınız, yalnızca bir kişiymiş.

Ilık bir denize kavuşan hırçın bir ırmak kıyısındaki bir pırasa yetiştiricisi olan bahçeci Abemore, memleketi olan Arnavutia’dan, katırının sırtında aylarca süren bir seyahat sonucunda Berberistan’a vasıl olmasına, üstüne üstlük, bir de, 65 gün 15 saat 43 dakika boyunca sırada beklemesine karşın, kendisine, inancını lâyığıyla temsil eden yazılı bir belge sunulmadığı iddiasıyla, Nuh deyip, peygamber demeyerek, yemin ritüelini tamamlamayı reddetmiş ve ardında da, başta Berber-i Azâm olmak üzere, bu olayın şahidi olan kuyruktaki binlerce müşteri adayının şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmış gözlerini, ve ‘a  aaaaa!!!!!’ nidalarının döküldüğü, ve, yaşanan geçici şoku ispat edercesine, aşağıya, taa göğüslere kadar sarkmış ağızları ve çeneleri bırakarak ‘te be more, Arnavutialı bir pırasacıya, zorla bişeyciklerin kabul ettirilemeyeceğini öğrenememişseniz bugüne kadar, ben ne diyeyim size, ha, ne diyeyim!’ diye bağıra çağıra atıp tutarak, katırının sırtında uzaklaşmış.

 aşağıya, taa göğüslere kadar sarkmış ağızları ve çeneleri bırakarak

Bahçeci Abemore’nin bu alışılmamış ve benzeri görülmemiş dik duruşu o muhitte öylesine derin bir şok etkisi yaratmış ki, beldenin ileri gelenleri, Berberistan’ın en büyük meydanında yer alan ve, muzaffer ve bir miktarda müstekbir bir edayla göğe doğru uzanan Berber-i Azâm’ın görkemli heykelinin yanı başına, yaşlı Arnavutialıyı, katırı sırtında resmeden mütevazi bir heykelciği de eklemek zorunda kalmış.

‘Bunca farklı görüş ve inançtan olan insanların bir arada toplanmasının altında yatan tarihsel hakikat neymiş?’ diye sorulduğunda, buna verilecek oldukça yalın ve klasik bir cevap varmış. Zirâ, Berberistan, hem çok sayıda kara ve deniz yolunun kesişim noktasında ve hem de fevkalâde münbit toprakların merkezinde kuruluymuş. Üstüne üstlük de, geleneksel köklerini asırlarca öncesinden alan oldukça ciddi bir ticaret, ziraat, eğitim, kültür ve siyasi yönetim merkeziymiş. Hadisenin cereyan ettiği sırada, küre-i arzdaki neredeyse bütün inançlara, sektlere, tarikatlara, cemaatlere intisap etmiş olan mümin ve mümineleri bünyesinde barındırması işte bu yüzdenmiş.

Müntesibi olduğu inancın kutsal metni üzerine, kendisini tıraş etmediğine dair, yemin etmesinin ardından, müşteri adayı, müşteri statüsüne kavuşur ve epeydir hayalini kurduğu o benzersiz hizmetin tadını çıkarmak üzere, berber koltuğuna büyük bir bahtiyarlıkla kuruluverirmiş.

Berber-i Azâm, işte tam da bu noktada devreye girer ve müşterisinin üzerinde, sanatının bütün inceliklerini sergiler, bu suretle de, niçin dünyanın en mükemmel berberi olduğunu dosta düşmana bir kere daha kanıtlarmış.

Onun üstatlığı ve zanaatında nasıl da dahi bir sanatçı mertebesine intikal ettiği, en çok da; tepesinde sadece birkaç cılız saç teli taşıyan, yanı sıra da, Dünyanın en biçimsiz, en yamru – yumru kafatasına sahip olan bir müşterisini bile, berber koltuğundan kalktığında, yüzüne bakılabilir, eli yüzü düzgün bir insan görünümüne kavuşturmayı becerdiğinde belli oluyormuş.

Bu arada, müşteri adaylığından müşteriliğe terfi etmek adına, yalan yere yemin eden müşterileri bekleyen akıbetin; mer’i berberlik mevzuatına aykırı icra-i sanat eyleyen berberleri bekleyen o, asgarisinden altı parçaya ayrılarak toprağın altına intikal etmek şeklindeki feci finalden aşağı kalmayan şedit bir müeyyide şeklinde tezahür ettiği de vaka-i adiyedenmiş.

Ve efendim, nihayet geldik, bu hikâyenin en trajedik, insanı en ziyade çaresiz bırakan, adeta ilâhi bir çözümsüzlük abidesi gibi yükseliveren safhasına…

Bu işler işte böyle üst üste olup biter iken; devran dönüp, mevsimler birbiri üzerine devrilir ve ekinler ekilir – göğerir - biçilir iken; bebekler büyür ve oğlanlar kız çocuklarına abayı yakar ve kızlar da, görünürde yok mok demelerine karşın, esasta buna çok da mukavemet edemez ve oğlanların flörtöz yaklaşımına müspet cevaplar verir iken ve ebeveynler, ve ama özellikle de kız tarafından olanlar, oğlan tarafına çemkirir ve aba altından sopa gösterir iken; ortalama her on yılda bir çıkan adanmış ve inanmış bir kırmızı topal karınca, yolunda öleyim imanı ve itikadı içerisinde, hac yoluna revan olur iken; miskinler tekkesindeki miskinler, altı ayda bir, sağ yanlarından sol yanlarına nihayet döndüklerinde, ‘mîrim, bakınız şu dünyanın sür’atine; neredeydik, nerelere intikal ettik!’ diye yakınıp durur iken ve tabiatıyla da, dünya alem, Berber-i Azâm’ın yaptığı tıraşlarla mest olur iken, berberimizin duçâr olduğu sıkıntıya ise ne yazık ki kimsecikler bir çözüm bulamıyor imiş.

Berber-i Azâm’ın derdi ne mi imiş?

Ne olacak, Berber-i Azâm, berberlik ehliyetini aldığı yaklaşık 35 yıldan beri bir kere dahi tıraş olamamış.

Nasıl tıraş olsun ki, ‘Berberistan Berberlerine Mahsus Maharet, Mesai ve Hizmet Esasları Akti’ denen o malûm berberlik anayasasının ilk maddesi gereği,  Berberistan'da kendisinden başka berberlik ehliyeti sahibi kimse yok imiş. Bu durumda, berberimizin kendisini tıraş etmesi gerekiyormuş. Ancak, mezkûr mevzuatın takip eden maddesi muvacehesince, Berber-i Azâm’ın, kendi kendisini tıraş etmeyi aklının ucundan dahi geçirmesi mevzubahis olamıyor imiş. 

Bir başka beldeye ya da ülkeye gidip, oradaki meslektaşlarına tıraş olmayı defalarca düşünmesine karşın, her seferinde, dükkânının önünde gece gündüz, yaz kış demeden bekleşen binlerce kişiden oluşan o mahşeri topluluğa, o adanmışçasına kendine sadık kalan müşteri adayı kalabalığına bakıp, bu fikri kafasından sür’atle siliverir imiş.

Öte yandan, belde yönetimi de, her Allah’ın günü, Berber-i Azâm için gelen on binlerce kişinin yöreye ve ülkeye sağladıkları iktisadi katkıları kaçırmamak adına, onun Berberistan’ı terk etmesine daima soğuk ve hatta olumsuz bakıyor, bu tercih ve hissiyatını da ona bir şekilde belli ediyormuş.

Böylesi bir kısır döngüye ve ‘çıkış yok!’ realitesine hapsolan Berber-i Azâm’ın, bu yüzden de saçı, sakalı ve bıyığı 35 yıl içerisinde metrelerce uzunluğa erişmiş.

Öyle ki, Berber-i Azâm’ın ağırlığının neredeyse büyük kısmını oluşturmaya başlamış olan bu saç, sakal, bıyık yığını, yürürken onun ayaklarına dolaşıyor; soyunurken, giyinirken, yemek yerken, yıkanırken, yatarken, kalkarken, ve tabii ki de, büyük ve küçük apteslerini yapmaya çalışırken kendisine inanılmaz derecede zorluklar çıkarıyormuş.

Bu durum berberimizin hem özel hayatına, hem sosyal yaşamına ve hem de mesleki faaliyetlerine öylesine ket vuruyormuş ki, zavallı adamcağız artık canından bezmiş, bütün yaşama sevincini kaybetmiş.

Berber-i Azâm, derdini ülkedeki hakimlere, akil adamlara, düşünürlere, kanaat önderlerine danışmış.

Meşveret ve şûrâ mekanizmalarını çalıştırırken, bahse konu âkil insanlarla yaptığı istişareleri yeterli bulmamış olacak ki, kendisine tıraş olmaya gelenlere de sık sık danışır olmuş. Zaten o kimseden yardım istemese de, vaziyetinin feciliğini gören hemen herkes, aklının erdiği ve dilinin döndüğünce çözüme dair bir şeyler söylemek ihtiyacını hisseder imiş.

Berber-i Azâm, bunlara ilâveten, erişebildiği bütün kadîm ya da muasır, bilgece, kutsal ve ilmî metinleri okumuş.

Ancak, bunların hiç birisi, berberimizi içine yuvarlandığı bu açmazdan kurtaracak çözümün ortaya çıkmasına hizmet etmemiş.

Bir ülkeye ismini veren, şanı (o gün için bilinen) bütün cihana yayılan, nâmı toplumdaki diğer her şeyi gölgeleyen, sanatıyla herkesi mutlu eden bu bahtsız ve mutsuz adamın hikâyesi işte böyleymiş değerli dostlarım.

Bu meselin mutlu bir sonu, olabilir mi?

Berber-i Azâm’ın 35 yıllık trajedisine makul bir çözüm bulmak mümkün müdür?

Neden olmasın?

Zaten, masallar da umumiyetle mutlu sonla biterler, öyle değil mi?

İçerisine düştüğü kısır döngüden, mantıksal açmazdan ve paradokstan kurtulamayarak, 35 yıldır saç, sakal ve bıyıklarını kestiremeyen Berber-i Azam’ın derdine derman olacak mutlu sonla mücehhez o müteakip meseli sizlerle paylaşacak zamanım, ne yazık ki, kalmadı.

Zirâ, işte tan yeri atmakta, şafak sökmekte ve gün ağarmakta. Bu demektir ki; gündelik hayatın katı, nobran realitesinin hükmünü icra etme vakti geldi ve masalların büyülü gerçekliği de gün batana kadar askıya alındı.

Meselin mutlu son içeren devamını, şayet sen istersen, bir başka gece paylaşacağım ey Şehriyar-ı Bahtiyar!

Şimdilik bu kadar….

 
Toplam blog
: 297
: 1623
Kayıt tarihi
: 29.08.11
 
 

1958 Fatih / İstanbul doğumlu. Etiler Lisesi ve İTÜ Maden Fakültesi Petrol Mühendisliği Bölümü me..