Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Haziran '12

 
Kategori
Deneme
 

Hayallerimi kaybettiğim şehir

Hayallerimi kaybettiğim şehir
 

Hüzün var bu şehirde, kurgulanan yalanlar. Murcia, geçmişinden ne kaldı sende isminden gayrı? Kirli yollarda yürüdüm çöl sıcağında. Yanan yürekti aslında. Ezandan çana: bir medeniyetler buluşması serüveni bu; dar sokaklar, sıkıştırılmış evler, dev Katedral. Nasıl dondurma dondurulmuş yoğurt (yogur helado) adını almışsa, nice kutsî mekân da yas tutarak renk değiştirmiş görünüyor buralarda.

Tutunduğum tek dal içimdeki sonsuzluk hissi. Fark etmeseydim, zaman zaman elimden tuttuğunu, çoktan Spinoza’ya hak verirdim. Neydi Spinoza’yı Cherem’e (aforoz) maruz bırakan fikirler? Tanrı’nın sessizliğiydi en çok sıkıntıya boğan onu. Seçilmiş olduğu söylenen bir kavmin yaşadığı acılar karşısında susan bir Tanrı. Elbet, sadece bu değildi, onu Yahudi cemaati nezdinde sapkın yapan. Klasik inanış biçimlerindeki çelişkileri görmede ustaydı Spinoza. Tevrat’ın söylem dili, mesela, onun bütünüyle Tanrı’nın veya Musa’nın dilinden dökülmediğini gösteriyordu. Çelişkiler yumağıydı Tevrat. Musa’dan çok sonraları kaleme alınmıştı. Bu fikir rahatsız etmişti, Tevrat’tan beslenen hahamları. Gerçi zındıklığını kesinleştiren çok daha sivri düşüncelere de sahipti. Mucizeler. Sadece birer sembolik hikâyeydi. Doğanın kanunları dışında ya da karşısında olağanüstü olaylar yoktu aslında. Bu anlatılar, sadece bilgisi yeterli olmayan insanların imanını kuvvetlendirmek içindi. Gerçek olmuşsa bu olaylar, mantıklı bir izahı yapılabilirdi elbette. Örneğin Musa’nın toprağa vurması ve on iki pınarın fışkırması, gerçekte suyun bulunmasından başka yüceltilecek bir anlama sahip değildi.

Spinoza, mantığın tuzağına düşmüştü. Aristoteles’in keskin mantığı, nedenselliğin ve rasyonalitenin içine kilitlemişti onu. Tevrat çelişkiler yumağıydı. Öte dünyaya ve öldükten sonra yeniden dirilmeye dair yeterli aklî delil yoktu kutsal metinlerde. Tek bir realite vardı. Sapmaz kanunlarla işleyen doğa. Tanrı ile doğa arasında bir ayrım yapmak mümkün görünmüyordu. Görünenden görünmeyene sıçramanın mantıksal bir yolu da yoktu…

Ve dürüstlüğü Spinoza’nın rahatsız ediyordu çevresinde olanları. İkna kabiliyeti yüksek, bilgi bakımından donanımlı bir zihin, bayağı iştihaları ve hahamların ucuz yollu çıkar kavgalarını kolaylıkla kavrıyor ve eylemleriyle düzenin savunucularını çaresiz bırakıyordu. Ne yapılmalıydı? En kolay olan tercih edilecekti elbette. Yılanın başı daha küçükken ezilecek, ondan ebediyen kurtulunacaktı.

Gerekçe hazırdı. Huzur bozuyordu Spinoza. Akıl karıştırıyordu. Cemaatin güvenliği ve selameti adına en sert tedbirler almak, elzemdi…

Sözünün eriydi Spinoza. Yalan söylemeyeceğine söz vermişti. Takiyye de yapmayacaktı asla.

Genelde susuyor, sadece sorulduğu zaman konuşuyordu... Ama hiç konuşmamalıydı. Birileri soracak bir şeyler buluyordu illaki. O da konuşmak zorunda kalıyordu. Ve daha fenası, yazıyordu Spinoza. O zaman söylediklerine ve yazdıklarına kimse kulak vermemeliydi…

En büyük silahtı cherem, en güzel tedbir. Açlığa ve sefalete mahkûm ederek yok etme. Her türlü ilişkiyi kesme. Selam dâhil en küçük ilginin önünü kesme. Yalnızlaştırma…

Spinoza, ipi göğüsledi. Nice savruk gönüller, onun çetrefil mantığının etkisinde dize geldi. Modern bir dizi düşüncenin önünü aştı Spinoza’nın Tanrısı. Önümüzdeki Tanrı. İçinde olduğumuz Tanrı. İçimizde olan Tanrı. Eli kolu bağlı bir tanrıydı onun Tanrısı. Tekti. Muazzamdı. Belki de mükemmeldi. Ama çağırınca gelemeyen bir tanrıydı. Çağırmak anlamsızdı onu. Beklentilerle inşa edilen bir Tanrı, Tanrı değildi nezdinde. Oysa din adamları, tellallık yapıyordu sadece. Kendi çıkarları için uydurdukları Tanrı’yı satıyorlardı…

Spinoza, İbrahim’ce çekti bıçağı. Kesti. Bakmadı ardına. İspanya’nın sürgün çocuğu. Çocukluğunun Endülüs’ünden aldığı ruhu Amsterdam sokaklarına taşıdı. Ama henüz çocuktu Endülüs’te Ronda’da… Azgın Hıristiyanlar gelmeden önce mutluydu orada. Müslümanlar, Yahudiler ve gerçek Hıristiyanlar bir aradaydı. Fikirler iç içeydi. Karıştırılmamaya çalışılsa da düşünceler, hakikat avcıları anlarlardı birbirlerinin dilinden. Geldiler ve sürdüler. Yaşanan bir büyük değişimdi. Neydi paylaşılan ya da paylaşılamayan?

Spinoza, bir başka belde de, Amsterdam’da, İslam felsefesi ve tasavvufunun yanan lambasıydı. Sürgün “Spinoza” yapmıştı onu…

Kutsalın ifade biçimi peygamberlerin tasavvuruyla sınırlıydı Spinoza’da. Hayal âleminden bahsediyordu İbn Arabî’ce. Farabî’nin nübüvvet temellendirmesine daha yakındı. İbn Meymun (Maymonides) üzerinden İslam mantığına ve aklına aşinaydı. Ancak sürgün, koparmıştı onu sıladan. Hikmetin membaından uzak kalmıştı. Ve ne kadar okuduysa Farabi’yi, İbn Sina’yı, Gazali’yi Descartes ve Leibniz, o da o kadar okumuştu. Birkaç Latince tercümeden. İyi ki İbn Meymun vardı… Ama o, hoşgörülü zamanların filozofuydu. Spinoza ise her fikrinin hançer olup yüreğe saplandığı çağın mazlumuydu.

Murcia silueti üzerinden Hıristiyanlığın fırçası geçerken haklıydı Spinoza. Mütevazı mescitlerinin üzerine ihtişamlı kiliselerin dikildiği şehir, en büyük şahidiydi onun. Murcia! Kanla kisve değiştirirken sen kubbelerinden adının kazınmasına neden sessiz kalmıştı Tanrı? Yoksa ihtişamlı katedraller miydi istediği? Dilemelerin ötekini yok etmeyi gerektiremez miydi? Hem küçücük bir mescidin karşısına dev cüsseli bir kilise dikilseydi benlikler daha çok tatmin olmaz mıydı? Hayır! Medeniyetler buluşmaz, çatışırdı elbet o zaman!

Murcia, İbn Arabi’nin şehri. Bir zamanlar camilerin vardı senin. Ya şimdi? İzbe mekanlara sıkışan Tanrı! Mescit denen perişan mekânlar, silindir geçtiğini gösteriyor İslam’ı hatırlatan her şeyin üzerinden. İspanya, hayallerimi kaybettiğim ülke. Tarihin tozlu yapraklarında yaşayan Ronda. Bakalım Endülüs ne âlemde?

S.D. 10.06.12

 

S.D.

 
Toplam blog
: 51
: 885
Kayıt tarihi
: 27.02.07
 
 

Ben kimim? Kafa kağıdımdaki beyana göre 1969 tarihinde Burdur - Gölhisar'da, doğumuma şahit ala..