Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Mayıs '08

 
Kategori
Öykü
 

Hayallerini bana verir misin?

<ı>

Banyonun puslu ve kırık aynasına sert bir bakış attı. Saçlarının dağınıklığı arasından sızan sular serince vücuduna düşmeye başladığında ürperdi. Havlusunun temiz yerini bulup vücudunu sıvazlamaya başladığında, ‘babam şimdi kim bilir nerelerdedir?’ sorusuna yanıt bulamadan, annesinin bağırmasına yöneldi.

“ Oğlum iki saattir banyodasın artık çıksan iyi olur. Yemeğin de hazır. Hemen sofraya gel!”

“ Tamam, anne merak etme. Saçlarımı kurutayım hemen geliyorum.” Yanıtını verdikten sonra aynanın karşısında alımlı gözleriyle bir kez daha kendine hayranca baktı. Kaşlarının gergin, kirpiklerinin ok, hele yüzünün beyazlığına hayran kaldı. Bir an düşünüp, ‘ bende kız olsaydım çok güzel olurdum’ diye saçlarına jölesini sürüp bir hışımla giyindi. Annesinin çekmecesinden aldığı kilotunu özenle giydiğinde, kadınsı duygularının bütün vücudunu sardığını iliklerinde hissetti. Önce şaşırdı, aynaya tekrar bakıp, bu kez, “ Ben kimim?” diye kendisine kızarak sordu. Ayna suskundu ve bir o kadarda pusluydu. Dili yoktu ki konuşsun. Yaşar, banyonun kapısını sertçe kapatıp annesinin yanına geldiğinde yine de mutluydu.

“ Oğlum bu kadar banyoda zamanını harcarsan yazık sana. Süslü olup çıktın başıma”

“ Ama aynanın karşısında olmak hoşuma gidiyor.”

“ Oğlum kızlar aynanın karşısında oyalanır”

“ Bırak be anne! Ne alakası var bunun”

“ Hadi oyalanmada yemeğini ye, yoksa ilk günden okuluna geç kalacaksın”

Okulun bahçesi ana baba günüydü, öğrencilerin heyecanı bu gün bir başkaydı. Uzun tatilin ardından başlayan törenin havası hiç de hoş değildi. Suratlar gergin ve tedirgindi. Birinci sınıfa yeni başlayan çocukların ağlamaklı sesi ise sabahın körünü deliyordu. Günün önemi ve öğretmenlerin yaptığı konuşmaların ardından okunan İstiklal marşındaki öğrencilerin duruşu ise çok ciddiydi. “ İstiklal “ sözcüğünün bitişi ile öğrenciler arasındaki uğultu Müdürün sert konuşması ile birinci günden moralleri alt üst etmişti. Yaşar, öğrenciler arasından kayıp ilk kez gördüğü sınıfını oldukça yadırgamıştı. Öğretmenin içeri girişiyle herkes ayakta selamdaydı. “ Oturun çocuklar!” komutu ile sınıfta uğultular alabildiğineydi. Yaşar, geçen seneden kalma yerine oturduğuna sevinmesi de fazla uzun sürmedi. Emekliliğini çoktan hak eden, öğretmeninin,

“ Çocuklar, bugün yeni öğretim yılınız hepinize hayırlı olsun. Artık sizler sekizinci sınıfta olmanın gururunu ve büyüklüğünü yaşayacaksınız. Sizleri en iyi mevkilerde görmek tek arzumdur. Sahi bu arada yerlerinizi değiştireceğim” son sözü sınıfta hiç de hoş karşılanmamıştı. Yaşar, tanımadığı kız arkadaşının yanına oturmasında memnun olmadığını yüz buruşukluğu ile belli etti. Bütün cesaretini topladığında sessizliği bozanda ilk o olmuştu.

“ Öğretmenim ben Murat’la oturabilir miyim?”

“ Nedenmiş o? Burası haremlik selamlık mı ?” cevabı karşısında ne diyeceğini bilemedi. Kabullenmekten başka çaresi de yoktu. İlk günün yorgunluğu benizde kan bırakmamıştı. Bitkince zile dokunduğunda annesinin baygın bakışıyla karşılaştı.

“ Bir yerin mi ağrıyor anne?”

“ Evet, biraz başım ağrıyor. Merak edilecek bir şey yok. Sen üstünü değiştir. Yemeğin mutfakta hazır.”

“ Anne biliyor musun, babam yanımızda olsaydı bu hastalıkların olmazdı değil mi?”

“ Bırak şimdi bunları da dediğimi yap, ”

Yeraltındaki derme çatma evde yaşamak ölüm gibi bir şeydi. Duvarların nemi ciğer delercesineydi. Tahtadan döşenmiş yerde yürümek oldukça cesaret isterdi. Yürürken çıkan gıcırtılardan farelerin rahatsız olmaması ise mümkün değildi. Dışarıdan gelen gün ışınları mutfağın bir köşesini zor da olsa yine de aydınlatıyordu. Mutfak yine her zamanki köhneliğinde yalnızdı. Annesine okula gitmeden önce verdiği makarnayı masada tüm sadeliğine rağmen zevkle yedi. Çeşmeden damlayan suyun kulağını delmesine müsaade etmedi. Kalkıp küçük kuvvetiyle sıkmaya çalışsa da başaramadı. Lavaboda biriken tabaklar ise oldukça fazlaydı. Annesinin seslenmesi yatak odasından gelmişti.

“ Oğlum bu gün çok hastayım. Bulaşıkları yıkayabilir misin? Sıcak su ocakta ”

“ Tamam, annem sen merak etme. Şimdi bitmiş bil.”

Annesini yıllarca kullanılan artık çekmecelerin bile yerine yerleşmediği, üzerinde birkaç ruj, allık ve göz kaleminden başka bir şey bulunmayan makyaj masasının başında izledi. İçinden, ‘yazıklar olsun şu babama! Şöyle güzel bir kadını bırakıp da nasıl gider? Hadi bıraktın. Peki ya beni? Nasıl kıydın bize be baba!’ sözleri ardından gelen annesinin sorusuyla irkildi.

“ Odaların tozunu aldın mı?”

“ Almaz olur muyum bir tanem, bitirdikten sonra da dersime çalışacağım. ” Annesinin dudaklarına sürdüğü rujun kokusunu içinde hissetti. Fırsattan istifade kendisini banyodaki aynanın karşısında bulduğunda, dudaklarını annesi gibi büzüştürüp hayalinde ruju bir sağa bir sola gezdirdi. Kadınsı duygularının içini kemirdiğini hissetti. Annesinin yatak odasından gelen sesle kendine geldi.

“ Oğlum ben dışarı çıkıyorum. Yabancılara sakın kapıyı açma. Hemen geleceğim.”

“ Sen merak etme anne.” Yaşar, annesinin gitmesine ve yalnız kalmasına çok sevindi. Bulaşıkları yıkamadan önce doğruca annesinin yatak odasına girip loşluğu kovdu. Elbise dolabının kapaklarını ardınca açıp, içerisini alıcı gözlerle süzdü. Bir gün bende bunları giyecek miyim? Diye iç geçirdi. Makyaj koltuğuna kurulup dakikalarca kendisini hayranca seyretti.

- o -

Annesiyle birlikte senelerin nasıl geçtiğini anlamadı. Sürekli ben kimim? Sorusuna yanıt bulamamanın bunalımı içinde ne yapacağını bilemedi. Kendisini dip kuyuda aradı, bir türlü bulamadı. Çoğu kez, Yaşar, sen kimsin? Dediğinde, içindeki yanıt ‘ Benim içimde bir kadın ruhu var bir türlü söküp atamıyorum. Ama benim dış görünüşüm bir erkek ve herkes de beni öyle biliyor. Bir gün bunu herkese anlatsam mı? “ sorusuna ne diyeceğini bilemedi. Cesaret bile edemedi. Askerliğin bir gün çatacağından da çok korkuyordu. Açık Öğretim Fakültesine de sırf bu yüzden girip okulunu uzattıkça uzattığında yaşı da artık yirmi dördüne dayanmıştı. İç dünyasını bir bilen yalnızca kendisiydi. Kimseye cinsel kimliğini bile belli etmemiş, cinsellik duygusunu bile tatmamıştı. Bir erkeğin kollarında olmayı çoğu kez arzulamış fakat bunu gerçekleştirmeyi dinimizce günah saymıştı. Bazı zamanlar annesine anlatmayı düşünse de, onu kaybetme korkusu ile asla yapamayacağını biliyordu. Kimlere anlatsam diye arayış içinde gerildikçe geriliyor, genelde gecelerin dar geldiğini, gözyaşı ile ıslanan yastığını ters çevirdiği oluyordu.

Bahar kendisini hissettirmeye başladığı, dallarda tomurcukların çiçek açmaya yüz tuttuğu, insanlarda yüreklerin bir başka attığı Pazar günü yatağında uyandığında aşık olmanın, birisini sevmenin yıldızlar kadar uzak olduğunu artık kanıksıyordu. Bende bir insanım Allah beni de bir et ve kemikten yaratmadı mı? Diye aşkı aradı. Kimi sevmeliyim diye bir cins bulamadı. Yaradan, beni erkek olarak dünyaya getirmiş. Görünüşte öyle, ama neden içimdeki erkek duyguları yoktu? Neden bir erkek gibi bir kadına ilgi duymuyordum? Sitemlerini Allah’a isyan olur diye bastırdı. Tövbe etti. Ben Tanrı’nın böyle yaratılmış bir kuluyum, onun emirlerine uymalıyım. Hem belki bu dünya’da böyle olabilirim ama bunun bir de diğer dünyası, gerçeklerle karşılaşacağımız bir dünya var. Orada belki mükâfatını alırım diye sevindi. Fakat yine de âşık olmak isteği içindeki kıpırtılarını körletemiyordu. Yattığı yerden televizyonun kumandasını aradı. Bulduğunda bir tuşla Aşkı bulmuştu. Filmi içtenlikle seyretti. Kendisini bir an erkek artistin kolları arasında hissetti. Gözlerini kapattı. Erkeğini bekledi. İş dönüşü yorgun bedenine masaj yapmayı, belki ayaklarını bile yıkamayı, ona en güzel yemekler yapmayı, onunla sohbet etmeyi hayal etti. Tövbe sözcüğü ikinci kez dudakları arasından çıktığında annesinin kahvaltıya davet sesine yanıtı fazla gecikmedi.

“ Birazdan geliyorum anne!”

“ Oğlum bak artık geçinemiyoruz, hayat pahalı, soframızdan her geçen gün bir şeylerin eksildiğini sen de görüyorsun. İş bulsan diyecektim.”

“ Çalışmayı bende çok istiyorum. Ama biliyorsun ki iş bulmak aslanın ağzında artık. Nereye gitsem, yok İngilizce biliyor musunuz? Bilgisayar programından anlar mısınız? Muhasebeniz var mı, ? Hep bunları soruyorlar. Hepsini bilmek zorunda mıyız ki!.. Hem bilsek ne olacak ki, verdikleri iki kuruş maaş. Bunlar çalışmaya değil, sömürmeye adam arıyorlar.”

“ Öyle deme evladım, iki kuruş, iki kuruştur. Hiç olmazsa evimizin ihtiyaçlarını gideririz. Bak evimiz derme çatma, her tarafı berbat oldu. Belki iyi bir eve çıkarız. Yoksa bu ev bizi yakında öldürür.”

“ Tamam, anne, yarın olsun, Allah büyüktür. Ben gazete almaya gidiyorum. Belki iş ilanlarından bir şeyler çıkar.” Yaşar, alıp geldiği gazetesinin arasından “ İşte İnsan” ekini çıkarıp masanın üstüne yaydı. Haber kısımlarını es geçip, iş arayanlar bölümünden kendisine uygun iş aramaya başladı.

“ Alo… İlanınızı okudum, işe girmek istiyorum, ”

“ Gazetemizde okuduğunuz vasıflara uygun musunuz? Pardon biz erkek aramıştık.”

“ Ben erkeğim beyefendi.”

“ Sesiniz değişik geldi de…”

“ Boğazımdan ameliyat olmuştum da”

“ Geçmiş olsun, eğer ilanımızdaki şartlara uygunsanız, CV’nizi hazırlayıp bize ulaştırın. Değerlendirmeye alırız. Müracaatta çok ama umarım hakkınızda hayırlısı olur” Telefonun ahizesi yine umutsuzca yerine konduğunda, eller yine tuşlarda ekmek peşindeydi.

“ Aloooo… Orası Kristal Mağazası mı?

“ Gazeteden iş ilanınızı okudum. İşe girmek istiyordum.”

“ Belirttiğimiz şartlara uygunsanız, yarın enteraktif olarak görüşelim.”

“ Ama biz erkek aramıştık” Yaşar, yine üzüntüsünü sessiz kalarak belli etti.

“ Alo bayan orda mısınız?”

“ Özür dilerim buradayım, Çocukken bir ameliyat geçirmiştim. Ben erkeğim.”

“ Kusura bakmayım beyefendi, yarın bekliyoruz.”

“ Teşekkür ederim” sözcüğü ile telefonun tuşları üzerine damlayan gözyaşları dinmek bilmiyordu.

Pazartesi sendromunun gerginliği, sokağın başında kendini belli ediyordu. Yaşar, evden adımını dışarıya bıraktığında, insanların çatık kaşlar arasında işe gitme telaşını, çöpçünün yerleri süpürüşündeki gerginliği, otobüs şoförünün sabahın köründe çaldığı korna sesi, trafik polisinin sert komutlarını iğrençlikle izledi. Neden böyle olsun ki diye düşünmeden yapamadı. Güler yüzlü bir toplumu, insanların birbirine iyi davranışlarını ne zaman göreceğiz? Sorusuna fazla takılmadan iş merkezine götürecek otobüsteki yerini aldı. Otobüs alabildiğine kalabalıktı. İnsanlar sanki istif olmuştu. Yaşar, kıl payı otobüsün kapısından içeri daldığında zor kapanan kapının içinde ter içindeydi. Havasızlığa fazla dayanamadan,

“ Lütfen ilerler misiniz ?” ortalardan bariton erkek sesi, otobüsün sessizliğini bozarcasına sertçe yayıldı.

“ Kör müsün? İlerleyecek yer mi kaldı ki?” bağrışmaları ve ter kokuları arasında otobüs iş merkezinin önünde acı frenle durduğunda, yolcularda bir kez daha istiflenmişti.

“ Günaydın” tebessümü ile dükkândan içeriye girdiğinde her yer parlıyordu. İçerisi göz alıcıydı. Hep hayalinde boynuna ve kulağına takmak istediği takılar şimdi karşısındaydı. Burada çalışmanın zevkli olacağını biliyordu. İçinden duasını yaptı. “ İnşallah işe alınırım “ diye peşin sıra söylendi.

“ Hoş geldin evladım. Bir şey mi istedin? “ sözcüğünü söyleyen patron, beyaz saçlı, tombul yüzlü, pos bıyıklı ve nurlu yüzlüydü. Yaşar, en çok buna sevindi.

“ Gazetenizdeki ilanınızı okumuştum da…”

“ Evet, evladım artık yalnız başıma yapamıyorum. Benim dürüst, çalışkan ve dışarıda işlerimi takip edecek birisine ihtiyacım var. ”

“ Sizlere iyi bir eleman olacağımdan şüpheniz olmasın. Eğer sizde uygun görürseniz çalışmak isterdim.”

“ Referans vereceğin kimse var mı?”

“ Okulumdan, daha doğrusu lise öğretmenin Zeki beyin telefonu var. Kendisinden benim hakkında bilgi alabilirsiniz”

“ Anlaşıldı evladım. Ben insanlara güvenmek istiyorum. Senin yüzün çok temiz birisine benziyor. Ben artık insan sarrafı oldum. Şu evrakları doldur. İkametgâh kâğıdını da muhtarlıktan çıkart ve ertesi gün yanıma gel. Parayı daha sonra konuşuruz. ” Yaşar sevinçten ne yapacağını bilemedi. Önüne gelen çayını el titremesi ile pantolonuna damlatsa da, aldırmadı. Çayını yarım bırakıp kalkmak, bir an önce işlemlerini tamamlamak istedi.

“ Oğlum nereye gidiyorsun, çayını bitirseydin. Hay Allah!”

Metro her zamanki gibi kalabalıktı. Biletini alıp, vagondaki yerini almak için yürüyen merdivenlere ihtiyar olmadığını düşünerek binmedi. Tabanlara kuvvet bir solukta indi. Vagondaki yerini aldığında kapıların kapanması da ani olmuştu. İşe başlamanın heyecanı her tarafını sarmıştı. Göz ucuyla oturacak yer bulmak istedi. Bulamadı. Sıkışık vücutlar yekpare olmuş, kadınlı erkekli temas içindeydi. Yaşar, kenara çekildikçe kendisine yaklaşan vücudun ne yapmak istediğini anlar gibiydi. Kaçacak yer bulamadığında ne yapacağını bilemedi. Teslim olmuştu bir kez. İlk kez cinsel deneyimin ne olduğunu uzaktan da olsa mecburen yaşadı. İş merkezinin yüksek kulesi gözüktüğünde vagonun durmasıyla kendisini dışarı zor attı.

İş merkezi henüz açılmış, birazdan müşterilerini karşılayacaktı. Tezgâhtar kızların manken görünüşleri bir başka güzeldi. Yaşar, ‘benim onlardan ne farkım var?’ diye kendisini vitrin camlarından alımlı izledi. İşe başlayacağı mağazanın açılmasını kapıda bekledi. Komşularının çay davetlerini geri çevirdiğinde, patronu da ileriden çoktan görünmüştü.

“ Evladım, erken geleceğini bilseydim dükkânın anahtarını sana verirdim.” Yaşar, mahcup bakışlar arasında patronunun ‘Bismillah’ ile açtığı kapıdan, bereket duasını okuyarak girdi. Çevresini ve ürünleri tanımak için tezgâhın arkasına dolandığında patronun çatal sesine kulak verdi.

“ Hele gel bakalım, ileride daha çok öğreneceğin şeyler var. Çayımızı bir içelim de kendimize gelelim. Sahi bu arada kahvaltını yaptın mı?”

“ Sağ olsun annem bir şeyler hazırlamıştı. Çay içsem yeterli”

“ Çekinme evladım. Bu işyerini kendinin gibi benimse”

“ Siz merak etmeyin bey amca, güveninizi boşa çıkartmayacağım.”

“ O zaman geç tezgâhın arkasına da ürünleri sana tanıtıp, fiyatları hakkında bilgi vereyim. Sahi bu arada, televizyonu açta haberleri izleyelim” Haber spikerinin ilginç haberleri sabaha neşe katıyordu. “ Sayın seyirciler, On beş milyonluk İstanbul’un sahip olduğu sekiz kilometrelik Metro’da giden treni bile sondajla bulan dünyada ilk bizleriz.” Yaşar,

“ Biraz önce metroyla geldim. Allah korusun, en güvenli metro derken, pisi pisine gitmek vardı.” Spikerin haberleri içerisini ısıtmaya devam ediyordu. “ Şimdi biraz önce dinlediğiniz haberden daha ilginç haber dinleyeceksiniz;

“ İzmit depreminde ağır hasar gören on dört katlı bir binanın yıkımı için ihaleyi alan firma, binanın en üstüne iki tane iş makinesini çıkartıp, binayı yıkmaya çalışan yine bizleriz.” Patron gülümseyerek,

“ Bizler çok ilginç bir milletiz. Vallahi nerede ne yapacağımız belli olmaz. Ahmet Altan bir yazısında bizler için boşuna söylememiş,

“ Ne demiş patron?”

“ Dünyanın en tehlikeli eğlencesi “ Türk “ olmaktır. Padişahlarımızın ırzına geçer, Başbakanlarımızı asar, Genelkurmay Başkanımızı hapseder, gençlerimizi idam sehpalarına gönderir sonra da en güzel aşk şiirlerini yazarız. ” demiş, bu yazı daha uzun devam ediyor ama şimdi aklımda pek kalmadı. Artık ihtiyarlık evlat”

“ Patron, Türkler dediniz de, geçenlerde çevremde tanıdıklarıma bir soru yönelttim, ”

“ Nasıl bir soru?”

“ Size de sormak istiyorum. Bakalım yanıtınız ne olacak? Türksünüz değil mi?”

“ O da sorulur mu evlat”

“ Peki ilk Türk sözcüğü nereden geldi ve sözlük anlamını biliyor musunuz?”

“ Sabah sabah güzel bir soru, Türklerin, Göktürklerden ve Orta Asya’dan geldiğini biliyorum.”

“ Hayır patron, daha önce. Peki, sözlük anlamını biliyor musunuz?”

“ Bilemeyeceğim. Neymiş çabuk söyle merak ettim.”

“ Türkler, Nuh peygamberin oğullarından Yasef’in Türk adlı oğlunun neslindenmiş.”

“ Bunu da ilk kez duydum. Peki, sözlük anlamı neymiş?”

“ Türk sözcüğünün aslı “ türümek” fiilinden geldiği gibi. Bu fiilden türetilmiş, kişi ve insan anlamında ‘türük’ ve nihayet hece düşmesi ile “ Türk” sözcüğünü almış. “

“ Evlat çayımızı soğuttuk. Sende ne cevherler varmış.”

“ Patron, bunu birçok kişiye sordum. Fakat kimseden doğru bir yanıt alamadım. Toplum olarak, araştırıcı değiliz. Genel de çoğumuz her konuda geyik muhabbeti yaparız, Fakat konunun özünü araştırmayız.”

“ Peki, sözcük anlamı neymiş?”

“ Çeşitli kaynaklara göre, töreli, töre sahibi, olgun kimse, güçlü, terk edilmiş, usta demirci ve deniz kenarında yalnız oturan adam”

“ Vallahi böyle olduğunu hiç bilmiyordum. Biz neymişiz de haberim yokmuş .”

“ Patron, şu köşede duran takımın fiyatı ne kadar?”

“ Neyse onu sonrada öğrenirsin. Bugün birkaç bankada işimiz olacak. Önce o işleri halletsen iyi olacak.”

“ Hemen .”

Yorgundu ama yine de çok mutluydu. Aldığı ilk avansla annesini düşündü. Ona en güzel hediyeyi almak istedi. Öyle de yaptı. Önce seni unutmayacağım anlamına gelen kırmızı karanfillerden bir demet yaptırdı. Daha sonra mağazadan annesinin çok sevdiği açık yeşil bluzu alıp vagondaki yerini aldı. Düşünceleri, trenin altından kayması gibi hızlıydı. Karşısındaki genç sevgilileri hayranlıkla seyretti. Kızın yerinde olmayı dünyalara değişmezdi. Kıvırcık saçlı, esmer, cücük bıyıklı, delikanlıya “ Hayallerini Bana Verir misin?” demesiyle birlikte, genç kız sevdiğine bir başka sokulmuştu. Bayan vatmanın durağa yaklaşma anonsuyla birlikte hayaller de uçup gitmişti.

Yaz kendisini iyiden iyiye hissettirmeye, sıcağın bunaltmaya başladığı, nemin, insanı nefes almakta zorladığı iş merkezinde eski kalabalık yoktu. Yaşar, her zamanki yerinde tezgahın arkasında müşteri bekliyordu. Canının sıkıldığını hissetti. Patronunun yokluğundan istifade edip, en beğendiği takıları alıp, kabine girdi. Kulağına sıkıştırdığı küpe ve boynuna taktığı kolyesini çok beğendi. Şimdi bunlarla caddede gezsem kaç erkek peşimden gelir alımı ile içeri giren ayak sesini duydu. Çarçabuk takılarını çıkartıp, yerine geçti. Patronunun,

“ Nasılsın Yaşar?” sorusuna,

“ İyiyim. Sabahtan beri bekliyoruz. Bir müşteri daha içeri girmedi.”

“ Bu mevsimde böyle olur. Herkes yazlığında, tatilde.”

“ Patron, bende sizden izin isteyecektim. Deniz kenarına gitmek istiyordum. Mümkün mü?”

“ Neden olmasın, şu durgun sezonda daha iyi olur. Peki, nereye gitmek istiyorsun?”

“ Akdeniz’e. Müşterilerimizden birisinin tavsiye ettiği tatil köyüne gitmek istiyorum.”

“ Tamam evlat. İstersen bu Cumartesi yola çık. Sana biraz da avans vereyim.”

“ Sağ olun. Gerek yok. Bu kış, bunun için biraz para biriktirmiştim.”

“ Olmaz dedim. Orası tatil köyü, ihtiyaç olur. Kıyıcığında yine de dursun. ”

Otobüs, Candan Erçetin’in ‘neden’ şarkısı eşliğinde asfaltta hızla ilerliyordu. Yolcular uzun seyahatin başlangıcında tedirgindi. Çocukların ağlamaklı sesi erken başlamıştı. Yaşar, sesleri duymak istemedi. Sakin yolculuk yapmak istiyordu. Telefonuna kulaklığını takıp, şarkıları dinlemeye başladığında, gözü de dışarının manzarasındaydı. Otobüs, gölün kenarında, sarp dağların arasında süzülüyordu. Doğa, ise özgürlüğü simgeliyordu. Burada en azından şehrin gürültüsü ve koşuşturması yoktu. Gölün muhteşem görüntüsüne hayran kaldı. Muavinin,

“ Sayın yolcularımız, burada yarım saatlik mola veriyoruz.” Anonsu ile, kendisini dışarı bıraktı. Otobüsün pis havasından kurtulup, doğruca gölün kenarına geldi. Temiz havayı ardınca ciğerine çekerek bayram yaptırdı. Cep telefonunun kamerasıyla gölün üstündeki ördeklerin süzülüşünü çekti. Turistik eşya satan mağazaya geçip, çayını yudumladı. Gölün çevresindeki yeşilliklere baktı. Buradan hiç ayrılmamak var diye aklından geçirdiğinde, kendisini çoktan koltuktaki yerinde buldu. Yanında oturan yaşlı amcanın,

“ Nereye böyle evlat?” sözü sohbetin başlangıcı olacağını bal gibi biliyordu. Yolculukta konuşmayı pek sevmiyordu ama yine de,

“ Tatil Köyüne” kestirme yanıtını verdi.

“ Bende, oğlumun yanına gidiyorum. Israrla beni çağırdılar.”

“ Güzel” yanıtı yine kestirmeydi. Yaşar, pencere kenarında oturmanın avantajını kullanıp dışarıyı seyretmeye başladığında soruların ardı da kesilmişti. Havanın kararmasıyla, yolcular da sessizliğe bürünmüştü.

Dört yıldızlı otelin önüne otobüs yaklaştığında güneşte henüz kendini yeni göstermişti. Havanın nem oranının yüksek olacağı şimdiden belli ediyordu. Otel ise, geniş alana yayılmış, müşterilerini bekliyordu. Yaşar, resepsiyondan işlemlerini tamamlayıp, odasına geçti. 318 nolu odasını açıp valizini dolabın önüne koyup, yatağına uzandı. Çevreyi inceledi. Televizyon, klima ve küçük buzdolabı ve diğer aksesuarlar birazdan hizmetine hazırdı. Yorgunluktan göz kapaklarının kapanmasına müsaade etmedi. Şimdi yatmak zamanı değil diyerek valizdeki giyeceklerini dolaba yerleştirdi. Banyo malzemelerini yerleştirmeye banyoya girdiğinde her tarafın parlaklığı gözünü aldı. Bir kendi evini, bir de modern odayı mukayese etti. Çok farkın keyfini doyasıya yaşamak istedi.

Özenle ütülediği siyah tişörtünü ve mayosunu giyip, yemekhaneye indi. Sabah kahvaltısında da bu kadar kuyruk olur mu diye hayıflandı. Herkesin bronz tenlerini inceledi. Uzun masa üstündeki bin bir çeşit kahvaltılıklara baktı. Tabağına hangilerini koyacağını şaşırdı. Gereksiz israfın dinimizce de haram olduğunu bilerek yiyebileceği kadar kahvaltısını aldı. Çevresini incelediğinde, insanların görmemişliğine kızdı. Ne biçim toplumuz? Ne zaman, nerede nasıl hareket edeceğimizi ne zaman öğreneceğiz iç geçirmesiyle masasındaki yerini aldı. Karşısına oturana dikkat bile etmedi. Kendisinin incelendiğini anladığında, sinirlendi. Bende mi gariplik var? Yoksa karşımdaki iç dünyamı mı okudu? Ama ben belli etmiyorum ki, bir erkek gibi dış görünüşüm var. Yoksa hislerim yüzüme mi yansıyor? Karmaşıklığı içinde kahvaltısını zor bitirdi. İkinci çayını almaya gittiğinde, karşısında oturanın sorusuna muhatap kaldı.

“ Çay almaya gidiyorsanız bana da alır mısınız?” içinden ya sabır diyerek, yinede insanları incitmemek için,

“ Tabi ki “ kestirme yanıtını verdi.

Masasına oturduğunda sohbetin birazdan ne şekil alacağını sezdi.

Genç adamın,

“ Biliyor musunuz, Türkiye sekste dünya üçüncüsüymüş?”

“ Şimdi bu konu da nereden çıktı?”

“ Ben Viagra’nın üreticisi Pfizer’in satış müdürüyüm de, Geçenlerde bizim firma 27 ülkede bir araştırma yapmış. Sonuçlar oldukça ilginç. Bunu sizinle paylaşmak istemiştim.”

“ Birinci hangi ülkeymiş?”

“ Brezilya 7, 9 ile ikinci ise, 7, 7 ile Fransa imiş, Türkiye’de 7, 4 ile üçüncülüğü almış. En az seks yapanlar ise Hong Konglularmış. Allah’tan bizim ülkenin milli geliri düşük, ya bir de yüksek olsaydı. Kim bilir bu oran nasıl tavan yapardı.”

“ Katılmıyorum. Çok para kazanmak demek, çok çalışmak demekse, sanayileşmek ve sonunda da insanlarda yorgunluk demek.”

“ Doğru söylüyorsunuz.”

“ Size afiyet olsun. Ben de gazete almaya gidecektim.”

“ Tanıştığımıza memnun oldum. Görüşmek ümidi ile…” Yaşar, otelin önündeki bayiden gazetesini alıp, havuz kenarındaki şezlonglardan şemsiyeli olanını tercih etti. Üzerine havlusunu serdi. Güneş gözlüğünü takıp, çantasından çıkardığı kitabını ve koruyucu kremlerini yanı başındaki sehpanın üzerine koydu. Güneş gözlüğünün koyuluğunda tatilcilerin havuz etrafındaki hareketlerini izledi. Havuzun içinde spastik özürlü delikanlının sevinç çığlıklarını üzüntüye seyretti. Spastik özürlünün babasının saçlarının bembeyaz olmasının boşuna olmadığını anladı. Gazetesini alıp okumaya başladığında kulağını da müziğin hızlı ritmine bıraktı. Gazetesinin orta sayfasını açtığında “ <ı>Hayvanları Seviyorum. Hangilerini mi?” başlığına takıldı. ‘ Bu yazıyı okuduktan sonra ülkemizde de böylelerinin olduğunu derince düşünmeye dalacaksınız. ‘ Arabasında biriktirip, çöpe atması gerekenleri yola atan Domuzları, Trafik iki dakika durdu diye kornaya basan Ayıları, Yerlere tüküren Lamaları. Haberine gülmeden yapamadı. Hemen altındaki diğer habere göz attı. “ <ı>Tedavisi Olmayan Türk Hastalıkları” ‘ Cep telefonu ile yasak olan yerlerde ille de konuşma, Dersini çalışıp sınıfını geçenleri inek sayma, Otobüs koltuklarını yırtma ve üzerine yazı yazmak, Kimsenin bilgisi olmayan bir konuda ileri geri sallama, Eline silah geçen birisinin hemen silahla şaka yapması, Yolda gördüğümüz tanıdık birisinin üzerine hemen arabayı sürmek, ’ ardı arkası gelmeyen hastalıkların biteceği yoktu.

“ Doğru söze ne denir?” diyerek sırtını güneşe verdi.

Otelin şişmanca, teni neredeyse Arapa benzeyen şefi, elinde mikrofonla herkesi eğlendirmenin uğraşı içindeydi. Pelte konuşması kabada olsa sevimliydi. Birazdan başlayacak Su Jimnastiği için herkesi havuza davet etti. Yaşar, anonsla birlikte havuza dalanları seyretti.

“ Size sesleniyorum beyefendi” sözünün kime söylendiğini önce anlayamadı.

Animasyon şefinin kendisine yöneldiğini gördüğünde, gülümseyerek.

“ Anladık. Hemen havuzdayım” sözü teslimiyetçiliği gösteriyordu.

Havuzun suyu sıcaktı. Ürpermeden kendisine boşluk bulduğunda jimnastik hareketlerine uyum sağlamıştı. Şefin yaptığı hareketleri yapmanın keyfi herkesin yüzünden belliydi. Şefin yöresel sesi sertti.

“ Herkes halka olsun, lütfen el ele…” Otel müşterileri bayanlı erkekli biran tedirgindi. Yaşar’da, diğer müşteriler gibi önce çekindi. Yanı başındaki, esmer, üçgen vücutlu, kalın kaşlı, yeşil gözlü ve yalnızca ince sakal bırakan yakışıklı gencin uzanan elline karşılık verdi. Ellerin birleşmesiyle içindeki duygularının değişikliğini yüreğinin derinliklerinde hissetti. Heyecandan elinin titremesini dizginledi. Birkaç tur dönmenin bitmesini hiç istemedi. Şefin,

“ Şimdi eller havaya! Yaptıklarımın aynısını istiyorum!”

Sözüne Yaşar çok sinirlendi.

Hemen şezlonguna geçip, biraz önce kendisini heyecanlandıran genci takip etti. Onun karşı tarafa oturmasını izledi. Yanı başında oturan havuz komşusu,

“ Siz nerden geldiniz?”

“ İstanbul’dan, Ya siz?”

“ Ankara’dan. Gazetenizi alabilir miyim?”

“ Buyurum, bu gün bizlerle ilgili çok ilginç haberler var” Elli yaşlarında, saçlarını erken dökmüş, kalın çerçeveleri arasında küçülen gözlerle okuduğu haber karşısında hayretini gizleyemedi.

“ Bak şu habere yahu! Ne milletiz vallahi, pes doğrusu. ”

“ Hayırdır beyefendi?”

“ Bak ne yazıyor burada; ‘ Siz hiç karanlıkta iyi göremediğiniz için yakıt deposunun, tam dolup dolmadığını çakmak yakarak kontrol etme cesaretini kendinizde buldunuz mu?”

“ Yuh bee! Olay nerde olmuş.”

“ Kayseri’de. Şehirlerarası otobüs terminalinde yolcu otobüsüne mazot alan muavin Z.T. Deponun tam dolup dolmadığından emin olmak için çakmak çakarak kontrol etmek ister. Sonuç; Buharlaşan mazotun parlaması ve muavinin yanık tedavisi için hastaneye kaldırılması.”

“ Bakın diğer sayfada daha neler yazıyor. Biraz önce okudum dudağım uçukladı. Otoyoldaki kazayı bir okuyun da görün memleketim insanını.”

“ Siz hiç arabası ile yolda giderken radyodan duyduğu göbek havasıyla coşup, göbek atmak için aracını kenara çeken ve otoyolda göbek atarken arkadan gelen aracın altında kalıp öleni duydunuz mu? Söz konusu olay yeri TEM Otoyolu Sapanca mevkiinde…” Yaşar,

“ Daha neler var neler. Olay Erzurum’da olmuş. Birçok insan biliyorsunuz berbere gidip tıraş olurlar. Fakat hiçbir berber masaj amacıyla müşterisinin kafasını sağa sola çevirirken boynunu kırmaz.”

“ Olur… Yaşadığımız sürece daha neler olur bizim memlekette merak etmeyin.”

Deniz sakindi. Hafif rüzgar yanık tenleri okşuyordu. Gökyüzü, maviliğini gün batımına bırakmaya ramak kalmıştı. Güneş gün boyu haylazlığını birazdan terk etmek üzeriydi. Yaşar, havuz başı yorgunluğunun ardından yenen yemeğin ağırlığını fazla üzerinde taşımak istemedi. Kendisini sahile attı. İçinde, kendisinin bile tarif edemediği duygularla deniz kenarına kumların üstüne oturdu. Uzakları seyretti. Dalgaların ayakları dibindeki dansını zevkle izledi. Havuzda, yüreğini sıcaklaştıran elli hayal etti. Kumlar arasından bulduğu sopayla bacakları arasında şekil yaptı. Çizdiklerini karalayıp, seçtiği ilginç taşlardan birisini uğur getirsin diye denizin uzaklarına attı. Kafası önünde düşüncelere daldığında,

“ Selam” sözcüğü sımsıcaktı.

Yaşar, kafasını kaldırıp gökyüzüne baktığında bir çift yeşil gözle öylece kalakaldı.

Önce yüreğine seslendi.

Sırası değildi şimdi çarpanın diye. Gözlerini utanmanın verdiği heyecanla ayırdığında,

“ Selam” sözcüğünü içtenlikle söyledi. Heyecanlandı ama bunu belli etmedi. Gün boyu gözlerini ayırmadığı ve çok hoşlandığı karşısındaydı.

“ Yanınıza oturabilir miyim?”

“ Ne demek tabii ki. “

“ Nerden geldiniz?”

“ İstanbul’dan”

“ Ne tesadüf bende İstanbul’dan geldim.” Tanışma sözcüklerinin ardından gelen sessizliği Yaşar bozdu.

“ Hangi semtte oturuyorsunuz?”^

“ Şişli’de ”

“ Bende Bakkalköy’de oturuyorum.

“ Bize oldukça uzak. “

“ Adınızı öğrenebilir miyim?”

“ Yaşar… Yani, ‘ne yaşar, ne yaşamaz gibi’ ”

“ Benimki de Erkan. İsterseniz deniz kenarında birlikte yürüyelim. ”

“ Neden olmasın.”

Güneş küçülmüştü. Uzun süre birlikte güneşin deniz ardına gizlenişini izlediler. Deniz bu kez bir başka coşmuştu. Karanlık etrafı sardığında Erkan,

“ Diskoya gidelim mi? Biraz stres atarız.

“ Neden olmasın, Siz otelin lobisinde bekleyin. Bende üzerimi hemen değiştirip geleceğim.”

Yedi gün yedi gece artısı ve eksisiyle çabuk bitmişti. Yaşar, geceden tüm eşyalarını topladı. Yatma vaktinden önce bir kez daha Erkan’ı görmek arzusu içini kemirdi. Lobiye indiğinde sevdiği adamı havuz kenarında animasyon izlerken buldu. Erkan, tek oturduğu masaya bir sandalye daha getirdi.

“ Bu gece son gecemiz değil mi?”

“ Öyle söyleme, seninle daha uzun geceler birlikte oluruz.”

Sarah Connor’un söylediği ‘ You Are My Desire ‘ şarkısı havuz başındakileri keyiflendirmişti. Barmen içkileri yetiştirmekte zorlanıyor, fotoğrafçı ise güzel kare yakalamanın telaşı içindeydi. Erkan, bardakta son kalan birasını yudumladığında kalkmak istedi. Birlikte asansöre yöneldiler. Gece artık gözleri küçülttüğünde, odaların yol ayrımındaki son söz, ‘İyi geceler’ olmuştu.

Martıların deniz üstündeki pikelerini seyretti. Vapurların çığlığı denizi deliyordu. İnsanların koşuşturmalarını, yaya kaldırımındaki kalabalığı seyretti. İnsanların bunca telaşesi nedir ki? Sorusuyla trafiğin sıkışıklığına kızdı. Otobüs yavaş ilerleyiş sonunda hedefi bulmuştu. Garaj, yine her zamanki gizemini koruyordu. Otobüsün perona yaklaşmasına çok sevinmişti. İstanbul’a ayaklarını değdirdiğinde tabanlarındaki karıncalanma vücuduna diken gibi batıyordu. Durmayı hiç düşünmedi. Yürümenin kaslarını açacağını biliyordu. Sırt çantasını alıp, öyle de yaptı. Kapının ziline yorgunca bastığında, annesinin özlem dolu sözleri gözlerini ışıldattı.

“ Canım oğlum!.. İnan seni çok özledim. Neden sık sık aramadın?”

“ Her gün aradım ya, daha ne yapayım anne?”

“ Eğlenebildin mi ?”

“ Hem de nasıl, bir yılın yorgunluğunu denize attım.”

“ Aç mısın?”

“ Anne, sizler çocuklarını görünce, hemen neden doyurma isteği gelir ki?”

“ Yavrum, onu anne olan anlar.”

“ Gelirken, dinlenme yerinde yedim. Daha sonra birlikte yeriz.”

“ O zaman banyonu hazırlayım.”

“ İşte buna hayır demem. Zira otobüste ter içinde kaldım. Adam klimanın ayarını bir türlü beceremedi.”

Yatağına uzandığında, Erkan’ı düşündü.

Aramasını bekledi.

‘O aramadan ben mi arasam’ diye telefonun tuşlarına dokunduğunda, son tuşta geri caydı. ‘Erkan arasa daha iyi olur’ diyerek banyoya girdiğinde mavi alevlerde hardı.

Annesinin sesini duymadı. Banyo kapısının vurulmasıyla yüzündeki sabunları el yordamıyla çabucak sildi.

“ Hayırdır anne bir şey mi oldu?”

“ Cep telefonun çalıyor.” Bornozunu güç bela alıp banyodan öylece fırladığında bedeninden akan suların halının üzerine damlamasına aldırmadı.

“ Selam Erkan” Annesi yeni işittiği ismi merak etti.

“ Kimmiş oğlum?”

“ Dur anne konuşmam bitsin anlatırım.”

“ Oğlum üşüteceksin. Artık bitir şu görüşmeni. Görüştüğün kimdi?”

“ Tatilde tanıştığım bir arkadaş. Adı Erkan. O da İstanbul’da oturuyormuş. Merak etme iyi bir arkadaş.”

“ Bende kız arkadaşın zannetmiştim. Ama nerde o günler?”

Yaşar, banyoya tekrar girmesiyle geri çıkması bir olmuştu. Mutluydu. Saçlarını havlunun ovuşturması arasında kurutup, odasına geçti. Bu yaşadığı duyguları birisine anlatmayı, karşısındakiyle paylaşmak isteğini bir gün gerçekleştirmek istiyordu. Yatağına uzanıp, çok sevdiği Sibel Can’ın CD’sini müzik setine yerleştirdiğinde, “ Lale Devri “ odanın her tarafını sarmıştı. Eski Radyolar, babasını hatırlattı. Ne güzel günlerdi o günler diye iç geçirdi. Yanağından süzülen damlayı elinin tersiyle sildiğinde sevdiği şarkıda çoktan bitmişti. Aşkı hissetmişti ilk kez. Birisine bağlanmanın hazzını doyasıya yaşamaya hazırdı. Onu düşünmenin keyfini çıkardı. Alt benliğindeki hayalini zorladı. Erkan’ın havuzda tuttuğu ellerin sıcaklığı avuçlarından hiç gitmiyordu. Avuçlarını sıktı. Uyandığında, avuçları hala kapalıydı.

Allah’ın erkenden bereket dağıtır emriyle dükkânı yine her zamanki gibi erken açtı. İçeriyi havalandırdı. Paspası ıslatıp yerleri temizledi. Kahvaltısını bitirdiğinde patronu da kapıdan görünmüştü.

“ Hayırlı günler evlat”

“ Sana da patron”

“ Bırak şu patron lafını da bana Hilmi amca de yeter.”

“ Tamam patron.” Gülüşmeler arasında Yaşar,

“ Alışkanlık. Bir daha olmaz Hilmi amca.”

İş merkezi saatlerin ilerlemesiyle kalabalıklaşıyordu. İlk müşterisinden aldığı bozuk parayı yere bereket getirsin diye attığında para tezgâhın arkasında birkaç tur yaptıktan sonra kaybolmuştu. Yaşar, uğurladığı müşterisi kapıdan çıktığında, içeriye kumral, yüzünde olgunluğun çizgileri olsa da gözlerinin güzelliği olan bayan girdi.

“ Kolyelere bakmıştım.” Yaşar, hemen önünde duran çeşitleri gösterdiğinde, bayanın yüzünü inceledi. Kendisine yakın hissetti. Keşke benim ablam olsa ne iyi olurdu. Bütün dertlerimi ve sorunlarımı onunla paylaşırdım dediğinde, ona yakın olmaya karar verdi.

“ Gerçekten şu kolye size çok yakıştı.”

“ Çok teşekkür ederim. Fiyatını öğrenebilir miyim?”

“ Bunu hiç düşünmeyin. Sahi bir kahve söylesem içer misiniz?”

“ Türk kahvesi olursa içerim. Hem seninde falına bakarım” sözünün ardından gelen kahkaha sohbeti ısıtmıştı.

“ Yanlış anlamayın ama gerçekten yüzünüzde iyimserlik buldum. Sizi bir abla olarak tanımak isterdim. Adınız?”

“ Sibel. Sizinki?”

“ Yaşar. Nedendir bilmem sanki sizi yıllar öncesinden tanıyorum.”

“ Belki de tanıyorsun. Hemen karşıdaki bankada çalışıyorum.”

“ Kim bilir. ” Kahveler son telvesi de yudumlandığında, tabaklara ters dönmüş soğumayı bekliyor, sohbetse gittikçe koyulaşıyordu.

“ Soğumuştur. Dinlemeye hazır mısın?”

“ Evet ”

“ Falında hep yalnızlık var. Kendi dünyanda yaşıyorsun. Aaa, , , , kalbinde kıpırdanmalar var gibi.. Ama bu bir erkek “ deyince göz göze gelip duraksadılar. Yaşar, utanarak başını öne eğdi. Sıkıldığını belle etmemek için elindeki kalemle oynadı.

“ Abla inanamıyorum. Bunları nasıl bildiniz? Artık sizin peşinizi hiç bırakmam.”

“ Bildiğimden değil de, fincanda ne gördüysem onu söyledim.”

“ Abla telefonunu alabilir miyim?”

“ Tabii ki. “

Bir gün Tanrısının kendisine yardım elini uzatacağını biliyordu. Avuçlarını açıp şükran duygularını gökyüzüne gönderdi. Yaşamını iyileştirmek ve hak ettiği biçimde yönlendirmek için kendisiyle yarışmak gerektiğini biliyordu. Başkalarının ne düşündüğünün önemli olmadığı üzerinde durmak bile istemedi. Kendisinin doğru düşündüğünü bilmek içini rahatlatıyordu. Kalbinin ve vicdanını dükkânda yeni tanıdığı ve abla diyecek kadar kanı kaynadığı ablasına anlatmanın asla utanç olmayacağını beynine kazıdı. Yaşamın neticede tamamen seçimlerden ibaret olduğunu ve kaderinin de yaptığı seçimlerle belirleneceğini kanıksıyordu. Artık, içinde yıllardır filizlenen kadınsı duygularının birilerine anlatma zamanın geldiğini kabullendi. Bunun için neler yapılması gerektiğinin planlarını yaptı. Gözünü kapatıp kendisini bir an gönül bahçesin de hissetti. Düşünce ektiğinde eylem biçeceğini, eylem ektiğinde alışkanlık biçeceğini, alışkanlık ektiğinde karakterini biçeceğini ve sonunda karakterini biçtiğinde de kaderinin belirleneceğini bir kere öğrenmişti.

Dükkâna gidip gelmeler, müşterilere bakmak, bankalara koşuşturmak artık hayatın rutin işleriydi. Erkan’ı düşünmek hayat biçimini ve beklentisini değiştirmişti. Onun hiç unutamadığı havuz içindeki elinin sıcaklığı hala avuçlarında ateş gibiydi. Erkan’la birkaç dakika bile telefonda konuşmak dünyasını değiştirmişti. Onu bir sevgili gibi görmek ve her onunla birlikte olmanın da hayalden öteye gitmeyeceğini biliyordu. Olsun, yine de onun sesini duymak iç dünyasını rahatlatıyordu. Yaşadıkları duygularını artık anlatacağı bir ablası vardı. Ona açılmak kendisine hafiflik veriyordu. Erkan’dan aldığı mesajlar ile kendisinin ona yazdığı mesajların aynısını yazıp, ablasından yorum almak gücüne güç katıyordu. Telefonun sesi müşteriye baktığı sırada geldiğinde hemen yanıtlamadı. Göz ucuyla kimden geldiğine baktığında Erkan’dı. Telaşlandı, heyecandan ellerinin titremesini engelleyemedi. Tezgâh gerisinde bekleyen müşterisinin uzaklaşmasıyla telefona sarıldı.

“ Erkan kusura bakma müşteri vardı. Söyle hayatım.”

“ Şey nasıl söylesem, bilmem uygun olur mu? Param, diyecektim.”

“ Yine mi paran bitti?”

“ Artık senden istemeye utanıyorum. Bu kez istemeyim dedim ama yine kendime en yakın seni buldum.”

“ Hemen gel vereyim.”

“ Ben gelmesem. Posta çek hesabıma EFT geçebilir misin?”

“ Biraz sonra bende postaneye gidecektim. Gelseydin çok iyi olurdu. Hem seni görmüş olurdum.”

“ İnşallah bir daha ki sefere, öptüm.” Postaneden Erkan’ın istediği parayı ulaştırdığında, her şeyini paylaştığı can ablasını aradı.

“ Abla Erkan yine para istedi.”

“ Yaşar, yoksa o seni kullanıyor mu?”

“ Abla inan onu çok seviyorum. Hiçbir şey umurumda değil.”

“ Biliyorsun aşkın gözü kör derler.”

“ Hiç önemli değil abla.”

“ Sonra pişman olma da. Senin üzülmeni hiç istemem.”

“ Sen merak etme can ablam.”

Annesi yine solgun ve benzi bembeyazdı. Yaşar,

“ Yine hasta mısın anne?”

“ Bir şeyim yok, yalnızca biraz halsizlik.”

“ İlacını getireyim mi?”

“ Artık onlarda kesmiyor halsizliğimi.”

Yaşar, bu gece de yalnızlığı seçti. Odasına geçip, her zamanki alışkanlığını yaptı. Televizyonunu açtığında program bile değiştirmedi. Onun varlığını hissetmek istedi. Yatağına uzanıp, yorgun bedeniyle gözlerini tavana dikip düşünceleriyle savaştı. Ne yaptığını, nereye gittiğini ve geleceğini bilemiyordu. Olumlu ve olumsuz neler yapıyorum diye kendisini yargıladı. Bazı zaman ben haklıyım, bazen de haksızım ne demekti? Bu sorulara bir türlü yanıt bulamıyordu. Uzun süren ilişkisinin nereye gideceğini ve nerede noktalanacağını bilmiyordu. İşte yaşamının en önemli probleminin burada düğümlendiğini artık kabulleniyordu. Beklediği tek şeyin, yaşadığı bu güzel duygularının sonu ne olacağıydı. Acaba günü kurtarmanın adı mutluluk muydu? Yaşamın her saniyesi kıymetli ise o zaman benim yaptıklarım doğru olsa gerek diye ışığı ve televizyonunu kapattı. Gözlerini sımsıkı geceye gizlediğinde uykusu bir türlü dalmaya müsaade etmiyordu. Acıktığını hissedip mutfağa yöneldi. Buzdolabının içini göz gezdirdiğinde yarın bir şeyler almanın gerekliliğine karar verdi. Köşeden bulduğu elmayı alıp, odasına geçti. Uykusu bir kez kaçmıştı. Düşüncelerini kaleme almak istedi. Üstü pürüzlü masasının kıyıcığındaki portakal renkli yırtık sandalyesine oturdu. Kaleminin üşüyen ucunu terliğinin lastik kısmına birkaç kez sürterek ancak açtığında gecede çoktan sabaha yaklaşmıştı.

<ı>

<ı>“Ezan sesi kulağımda, düşüncelerim ise kafamı kurcalıyor. Duyarsız hiç olamıyorum. Sanırım sabırlı olmayı artık becerebiliyorum. Aslında kafam karışık değil, çünkü son bir yıldır, bu karışıklığın nasıl, neden, niçin oluştuğunu ve yaşadığımı inanç olarak artık kanıksadım. Şu ana kadar düşünüyorum da bu zamana kadar beynimi allak-bulak eden düşünceler, problemlerin birçoğunu önceden yoğun olarak yaşadım. Fakat bu günkü düşüncelerim ile yaşadığım onca olumsuz düşüncelerim arasındaki farklılığı artık anlayabiliyorum. Aslında kaleme aldığım düşüncelerimi küçüklükten bu güne yazmak ve anlatmak isterdim. Oysaki ben tersini yaptım. her şeye yakınlığımı bu son senelerimde anladım ve hissettim. Aslında sevgi benim hep özümde vardı. Bu sevgiyi yaşatmak, uygulamak konusunda genelde hep beceriksiz oldum. Beynimde, düşündüklerimi ve duygularımı karşımdakilere bir türlü yansıtamadım. Tatilde havuzda elini tutuğum gencin yeşil gözleri üzerimde odaklandığı zaman o an, hoşuma giden bakışlara esir olup, cevap verdim. O esmer adamı tanımaya başladım ve ilgilendim. Fakat hep böyle kaldı. İleriye gidemedik. Çünkü bana ait olmadı ve bende ona ait olamadım. Bu duyguları doyasıya yaşamayı yaradanım istemedi. Ancak bunu atlatmak ve yaşayabilmek benim için kolay olmadı. Başkalarının desteği ile zorlukları atlatmaya çalıştım. Şükürler olsun diyerek bulunduğum yerde ayakta kalma mücadelesini gösterdim.

<ı>

<ı>Sevildiğimi ve o uzak görüşü kendimde hissettim. Detaylara inemiyordum. Açıkçası çevremdekilerden çekiniyordum. Çalışma hayatına başladığım ve bir türlü kopamadığım yerde hep sorunlarla zaman geçirdim. Aslında burada kalmak ve rutin yaşamayı kendim seçmiştim. Kendimi bu işte rahat hissediyordum.

<ı>

<ı>Yalnızlığı ve yalnız yaşamayı, kendi dünyamın içinde yaşamayı seviyordum. Evimde huzuru yakalıyorum. Ev işleri ile uğraşmak beni yormuyor, aksine dinlendiriyor. Ömrümüzden zaman su gibi akıp gidiyor. Yaşadıklarım bana olgunluk kattı. Ben kendimi sevdiğim zaman çok mutlu oluyorum. Fakat bazen kendimi düşünemiyor ve kendimden çok uzaklaşıyorum. Bu duygularım ve sevgim, saf düşüncem çocukluğuma kadar uzanıyor. Kendimi tanımam ve saf, temiz duygularımı, şu an daha iyi anlayabiliyorum. Yaşantımda kötü duygular beslemek, hasetlik yapmak hiçbir zaman içimden gelmedi. Ve o duyguları da hiç bilmedim. Çocukken çok saftım. Her şeyi bekleyerek, görerek, duyarak ve yaşayarak öğrendim. Beklide öğretilmeye çalışıldı ve uygulandı.

<ı>

<ı>Ailemden sanki hep uzaktım. Orada bulunmak, yaşamak dışında yalnız kalmak ve düşünmek küçüklüğümde de hep vardı. Hep çekinerek ve ezik yaşayarak büyüdüm. En büyük acıyı yaradanım babamı yanına aldığında yaşadım. Babam beni çok severmiş, bunu daha sonra öğrendim. Fakat birlikte olduğumuz zamanlarda bana sevgisini hiç hissettirmezmiş. Benimle hiç yakınlaşmadı. Bir baba yakınlığının eksikliğini her zaman yüreğimde hissettim. Henüz, babamın yokluğuna hazırlıklı değildim. Artık gerçeklerle yaşamak zorundaydım. Eğer babam şu an yaşamış olsaydı, ben kesinlikle istemediğim bir evlilik yapmış ve onları mutlu etmiş olacaktım. Bunları yazmak benim için ne kadar zor olduğunu biliyorum. Annemde beni çok üzüyor. Biliyorum, benden bir gelin istiyor, onu mutlu etmemi ve beklide torununu eline almak istiyor. Bu annelik duygusu, .bu gerçeği iyi biliyorum. Fakat, ben bir ana kuzusuyum. Bu durumu aileme yaşattığım için bende çok üzülüyorum. Kendimi ve karşımdakileri kandırmak ve onlara karşı yapmacık olamıyorum. Görüntü olarak belki ailemin istediği o evliliği yapabilirim fakat ya duygularım ve hissettiklerim? İkiyüzlü olmak istemiyorum. Bir taraftan da içim sızlıyor. İçimdeki kadınsı duygularımı ve dünyamı kime anlatabilsem diye Tanrıma sığınıp, sabır diliyorum. Yine de şükürler olsun diyorum. Çünkü onun buyruğu böyleydi.

<ı>

<ı>Yaşamak için, neler yapmam gerektiğini iyi biliyorum. Ancak, iç dünyamı herkese ispat ettikten sonra içimden bir şeylerin boşaldığını ve kendime geleceğimi biliyorum. Ama bunu gerçekleştirmek dünyanın en zor işi olsa gerek. Moralimi her ne olursa olsun yüksek tutmaya çalışacağım ve hayat beni değil ben hayatı istediğim gibi yöneteceğim. Yaşam bir gemi, dümeni bende, olsun bazen rüzgârda olacak, dalgada. Biliyorum ki bulutların ardında mutlaka bir güneş vardır.”

<ı>

Uykusu bir kez kaçmıştı. Beğenmediği yazılarını yırtıp, çöp kutusuna attığında sinirleri de geriliyordu. . Yaşamın anlamsızlığı, kimliğinin gizemi içini kemiriyordu. Mutfağa tekrar yönelip raf üstündeki uyku ilacını aldı. Gecenin sessizliğinde bir bilinmeye gitmeye karar verdi. Annesine ‘veda’ yazısını karalayıp, avuçlarına boşalttığı hapları içtiğinde, Tanrısına kendisini affetmesi için dua etti. Bedeninin yaşamdan koptuğunu, başının dönmeye başladığını hissetti. Yatağına son kez uzandığında kanının çekilmesi arasında yüzündeki gülücüklerde bitmek bilmiyordu. Televizyonun kırmızı tuşuna dokunup sessizliği ve bir meçhule yol almayı bekledi.

Sabahın yedisinde telefonun zili devamlı çalmasına annesi bir anlam veremedi. Yatağından baş ağrısı arasında uyanıp oğlunun odasına yöneldiğinde çığlıklarda mahalleyi çoktan ayağa kaldırmıştı.

<ı> Ertuğrul ERDOĞAN

<ı>Bursa / 2007

<ı>

Not:<ı> Bu öyküm, Sarissa Yayınları’ndan çıkan “ Ortak Kitap 1” adlı kitabın 121-142 nci sayfalarında yayımlanmıştır.

 
Toplam blog
: 300
: 466
Kayıt tarihi
: 06.05.08
 
 

Ertuğrul Erdoğan, 1958 yılının sonbaharında Ankara'da doğdu. 1968 -1980 yılları arasında babasını..