Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Temmuz '09

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Hindistan ( Kerala ) gezi notları

Hindistan ( Kerala ) gezi notları
 

kerala, kottayam vebnanad gölü


03.02.2009 (MADGAON – ERNAKULAM - FORT COCHİN)
Dün akşam Goa'da Madgaon tren istasyonunda hayli telaşlı ve gergin bindiğimiz trende, daha sonra 15.5 saatlik yolculuk boyunca uzanacağımız ranzalarımıza kavuşunca rahatlamıştık. Gece boyu sürecek yolculuk 23 istasyondan geçerek Ernakulam’da bitecek. Hindistan’da, özellikle gece otobüs yolculuğu yapmanın sıkıntılarını defalarca yaşadığım için, kalabalık da olsa, trenin güvenliğini tercih etmiştim.

Sabah 06’da hava aydınlandıktan sonra, vagon kapısından tren yolu boyunca sıralanan evleri, backwaters denilen sulak alan ve gölleri, balkonlarındaki Buda, İsa ve Şiva posterleri ile dini kimliklerini ilan eden, kapıları ardına kadar açık Kerala evlerini izliyorum.

Kerala, Hindistan’ın güney batısında, 31 milyon nüfuslu bir eyalet. % 90 oranında okuma oranına, uzun yıllar sosyalist partiler tarafından yönetilmiş olmasına rağmen, cinayet, şiddet ve işsizliğin en yoğun olduğu cennet gibi bir yerleşim. 3000 yıldır, Fenikeliler, Araplar, Romalılar, Çinliler tarafından baharat ve fildişi ticaret yolları üzerinde bulunduğu için cazibe merkezi olan Kerala, Arap Denizine açılan pek çok temiz denizlere sahip plajları ile de turistlerin ilgi odağı.

Saat 11.00’de Ernakulam Junction tren istasyonuna giriyoruz. İstasyon binasının önünde prepaid taksi kuyruğu oluşturuyor trenden inen turistler. Sıra bana gelince Fort Cochin’e gitmek istediğimi söylüyorum. Görevli 130 Rs diyor. Her zaman söylüyor ve yazıyorum, Hindistan bütün boyutları ile çok ucuz bir ülke Batılı para normlarına göre. Ancak, kendi içerisinde de; hayat öylesine ucuz ki, bazen 3-4 dolar bile çok büyük bir talep gibi geliyor, tepki veriyorum. Yine öyle oluyor, biraz Hindistan ile cebelleşmek, biraz da daha ucuz bir gezi yapmak adına, çok kez olduğu gibi, zoru seçiyor ve çıkıyorum kuyruktan. Az ilerideki kavşaktaki, çılgın trafiği, kocaman poposuna rağmen, kıvrak hareketlerle yönlendirmeye çalışan kadın polise, Fort Cochin’e giden otobüslerin durağını soruyorum. Rehber kitabım LP’ye göre, tren istasyonu ile otobüs durağı arasında 500-600 m. mesafe var, ancak sık sık durakların değiştiğine şahit oluyorum. Meğer, hiç de durağa benzemeyen, otobüs durağının önündeymişiz. Ancak, gelen otobüslerin tamamının levhaları bu eyaletin dili olan Malayalam’ca. Yani, Latin harfleri yok. Çaresiz, tombul polisin yanına bir kez daha gidiyor ve Fort Cochin otobüsü gelince, bana bildirmesini rica ediyorum. Beş dakika sonra, iri kapkara gözlerini açıp, eliyle durağa gelen otobüsü işaret ediyor. Biniyoruz, camları olmayan otobüse, 8.5 Rs/kişi. Yani taksi fiyatının neredeyse onda biri. Trafik yoğun, yine de, püfür püfür bir rüzgar esiyor. Hava, şimdiden bunaltacak kadar ısındı. Ernakulam caddeleri kalabalık, karınca gibi insanlar hareket halinde tüm Hindistan’da olduğu gibi. Ama, daha bir düzgün, temiz derli toplu manzaralar görüyorum, oturduğum yerden. Caddelerde çöp yığınları yok. Sanırım, Kerala’nın, uzun süre Marksistler tarafından yönetilmesi, Malayalam dilinin ön planda tutulmasını sağlamış, İngilizceye tepki olarak, ilk defa, yerel dilin, her yerde kullanıldığını görüyorum, gezdiğim Hindistan kentleri içerisinde. Ayrıca, merkezi yönetimin resmi dil olarak Hindi dilini dayatma çabalarına, Hindistan’ın en radikal etnik gruplarından olan Tamiller ve Malayalamlar tepki veriyorlar. Ernakulam, bu yörenin ana karası kabul edilebilir. Diğer yerleşimlere ulaşım, köprüler ve düzenli feribot seferleri ile sağlanıyor. Ernakulam’ın çılgın trafiği, Willington, Vypeen ve Mattancherry adalarına ulaşan köprüleri geçtikçe azalıyor.

Otobüs, şaşırtıcı bir şekilde, durduğu her durakta, defalarca dolup boşalıyor. Kapının önünden uzanan bir ip, halkaların arasından geçerek şöför mahalline kadar uzanıyor ve muavin bu ipi çekerek, ucundaki çanın sesi ile şöförü ikaz ediyor. Şöför, kendine ait olan ve yolculardan bir kapı ile ayrılmış bulunan bölümde, hemen yanıbaşında kocaman Tata motordan yayılan cehennemi sıcaktan kanter içinde, çan sesi ile duraktan durağa ilerliyor, kocaman leğen büyüklüğünde direksiyon ile, kılıç büyüklüğündeki vites kolunu kavrayarak.

Muavin son durağa geldiğimizi işaret ediyor, iniyor, otel ve guesthouse’ların yoğun bulunduğu Princess sokağı soruyoruz. Listemdeki konaklama tesislerinin tümü dolu. Bir İngiliz kız, hemen karşıdaki öneriyor, ancak, 400 Rs ve 600 Rs fiyatlara değmeyecek kadar pis yatak ve yastıkları görünce, yanımızda kendi çarşaf ve yastık kılıflarımız olmasına rağmen girmiyoruz. Yine, Princess sokaktaki Elite Hotel’i; verdiği, Batı standartlarında hizmet ve temizlik anlayışı ile beğeniyor ve 500 Rs’lik fiyatını kabul ediyoruz. Üstelik devamlı taze börek, pasta ve yiyecek teşhiri yapılan tezgahlar güven veriyor. Odamız temizlenirken, sebzeli börek ve siyah çayla kahvaltı yapıyoruz ( 80 Rs ).

Çantaları odaya bırakıp, Fort Cochin sokaklarını keşfe atıyoruz yorgun bedenlerimizi. İlk durağımız Hindistan-Portekiz Müzesi. Amerikalı, Ermeni asıllı Gülbenkyan’ın mali desteği ile bu bölgeden toplanmış dini objeler, din adamlarının eşyaları, pek çok altın ve gümüş asalar ile Güney Hindistan Kiliselerinin, sömürge dönemine ait önemli bir müze. ( 25 Rs/kişi ). Biletleri kesen sempatik görevli, yanımızda, bizi gezdirip, bilgi veriyor, bizden başka ziyaretçi olmadığı için. Som altından asaların bulunduğu standda dayanayıp soruyorum. “ bu kadar değerli eşyaların bulunduğu müzede görev yapmak zor olmalı “ gülerek, “her adımda gizli kameralar kayıt yapıyor ve polis tarafından kontrol ediliyor “ cevabını alıyorum. Bodrum kata iniyoruz. Bölgeye ismini veren Fort Cochin kalesinin günümüze ulaşan temel ve bir kısım duvarları korumaya alınmış. Görevli; “ diğerleri hep yıkıldı, bu bölüm de sular altında idi, üzerine bina inşa edildiği için bunlar kurtarılabildi “ açıklamasını yapıyor. Müzenin bahçesi de; oldukça bakımlı. Yanımızdan ayrılmayan görevli, Jack fruit, karabiber, pataya, mango ve yağmur ormanı ağaçlarını tek tek anlatıyor. Teşekkür ederek ayrılıyoruz

Fort Cochin’in en ilgi çeken yeri sahildeki geleneksel Çin balık ağları. Sahil boyunca uzanan, uzun ve kalın ağaç kütükleri arasına, kepçe şeklinde gerilmiş balık ağlarının, mekanik bir kaldıraçla denize bırakılıp, denizin içinden hızla çekilerek, ağ üzerindeki balıkların yakalanması için, bu düzeneklerin etrafında görevli pek çok adam çalışıyor. Tabii, ağ üzerindeki balıkları hemen almaları gerekiyor, zira, etrafta uçuşan kargalar, daha atik davranarak, balıkları aşırıp götürüyorlar. Sanırım, günümüzde, bu ağlar ekonomik ömrünü bitirmiş olmalı, sadece gösteri amaçlı kullanılıyor. Ağların bulunduğu iskele üzerine güler yüzle davet edilen yabancılar, ayrılırken, yine güler yüzle, para talebiyle karşılaşıyorlar.

Az ilerideki bir kalabalığa sokuluyorum. Sepetler dolusu karides, yengeç, red snapper, king fish (1) ve bizim istavritleri andıran balıklar, bağırışmalar arasında mezat edilerek satılıyor, el değiştiriyorlar. Sıcakta ortalığı ağır bir koku kaplamış olmasına rağmen, bu hareketli atmosfer içerisinde hiç de rahatsız etmiyor.

Dutch Cemetary ( Hollanda mezarlığı ) kapalı, Portekiz sömürgeciler tarafından inşa edilen Sn. Cruz Bazilikasının yanından geçerek, gece boyu tren yolculuğundan hırpalanmış olan eşimi otele bırakıp, Calvaty ( nehir ) caddesi boyunca Mattencherry’e yürümeye başlıyorum. Çay ve pirinç ticaretinin yüzyıllarca merkezi olan bu bölge hala yoğun iş hacmine sahip. Eski hanlar, depolar, hoyrat kullanılmalarına rağmen, hala geçmişin estetiğini korumakta kararlılar gördüğüm kadarıyla. Binaların arkasında, denizin öte yanında Ernakulam’ın yüksek binaları ve otelleri görünüyor. Deniz kıyısındaki iskelelere yanaşan teknelerden ilkel el arabaları ve kamyonlarla, çuvallar dolusu tahıl, çay ve pirinç taşınıyor. Güzelim binaların bir köşesinde derme çatma ofisler içerisindeki karanlık bürolarda, çoğu Müslüman tüccarlar ellerindeki para tomarlarını sayıyor, mağazanın önüne dizdikleri çay, pirinç numunelerinin ardında müşteri bekliyorlar. Denize uzanan dar ve pis bir sokağa giriyorum, yol boyunca akan pis suların üzerinden atlayarak. Solda eski bir yapının kapısından içeri girince, odaları, fakir ve zavallı insanlar tarafından paylaşılmış, eski bir han binasının içerisinde olduğumu anlıyorum. Bir anda, rutubet kokan odalardan çıkan çocuklar sarıyor etrafımı fotoğraflarını çekiyorum, ancak, çoğunun kucağında bebekleri olan utangaç kadınları bir türlü fotoğraf çekmeye ikna edemiyorum.

Özellikle Kerala’ya özgü Kathakali gösterilerine gitme arzum gerçekleşmeyecek anlaşılan. Zira, Kathakali, gösterileri saat 18.00’de başlıyor, oysa, ben, bu saatlerde, Çin ağlarının ve sahilin önünde fotoğraf çekmek istiyorum. Başka bir Kerala kentinde seyretmek üzere erteliyoruz Kathakali isteğimizi.

“ you buy, we cook “ ( sen al, biz pişirelim ) sistemi çok yaygın buralarda. Çin ağlarının üzerinde güneşin deniz üzerindeki ışık oyunlarını izliyor, fotoğraflıyorum. Derken güneş batıyor. Gezme telaşından, öğle yemeğini atlamışız. İstanbul’da eşimi Hindistan’a gelmesi için ikna ederken, çok sevdiği karideslerden bıkana kadar ısmarlayacağımı söylemiştim. Yan yana dizilmiş, salaş balıkçıların birinin önündeki tezgahlardan 1 kg.( 150 Rs ) kalamar, 1 kg. jumbo karides ( 250 Rs ) alıyorum. Satıcıya, “ ben de Müslüman’ım, bana bir iyilik yap temiz bir pişirici bul “ diyorum, beni, tezgahın yanında bekleyen, kısa boylu, kapkara bir gence teslim ediyor. Çocuk, torbaları kapıyor, o önde, biz arkada, onbeş dakika kadar yürüdükten sonra, ara sokaklarda bir restoranın teras katına çıkıyoruz. Kilosunu 100 Rs’ye pişiriyorlarmış, 2 kg. için 150 Rs’ye anlaşıyoruz. Başka bir genç, kalamarları, makasla, kopmayacak şekilde dilimliyor. Soslama sırasına gelince, ikaz edip, sos ( acı biber, zencefil v.s ) istemediğimi söylemeye hazırlanırken, karışmayıp, kendi akışına bırakmayı tercih ediyorum. Pişmelerini beklerken bira içerek oyalanıyor, sohbet ediyoruz ( 125 Rs ) . Yarım saat sonra, neredeyse küçük bir leğen içerisinde kalamar ve karideslerimiz geliyor. Ortasındaki tabak içerisinde da, insanın sümüklerini akıtacak kadar acı bir sos karışımı var. Önceleri, ihtiyatla yaklaştığımız sos, kalamar ve karidesleri içine batırıp yedikçe çabucak tükeniyor. Ürkerek girdiğimiz restoranda karşımıza çok lezzetli, pişirilmiş deniz ürünlerini nefesimiz kesilircesine yiyoruz.

Saat ilerledikçe, akşamki tren yolculuğunun ray tıkırtıları, yeniden belirmeye başlıyor kulaklarımızda, uyumadan toparlanamayacağız anlaşılan. Otelimize, odamıza ve en önemlisi, tepemizde dönüp duran fanın serinliğine sığınarak, geceye teslim oluyoruz


04.02.2009 ( FORT COCHİN – ERNAKULAM – KUMİLY )

Fort Cochin’de Çin balık ağlarından ve “ you buy we cook “ sisteminden başka kayda değer bir şey yok bence. Dün, Elite Otel resepsiyonunda, Fort Cochin’den Periyar Vahşi Yaşam Parkına gidiş, 2 gece konaklama, Allepey’e dönüş için 6500 Rs. fiyat vermişlerdi. Bu rakam, Hindistan ve Dubai’deki 13 gün süren gezi boyunca harcadığımız paranın ¼ ünden bile fazla idi. Ama, bu rakam, benim Periyar Parkına gitme isteğimi daha da körükledi, LP’ye bir kez daha baktım. Kottayam’a giderek, Kumily’e geçebilirdim, Kumily- Periyar arası 4 km. kadardı. Daha dikkatle baktığımda, Ernakulam’dan Kumily’e direkt otobüs olduğunu, 6 saat sürdüğünü ve 98 Rs. olduğunu okudum. Artık, Periyar Vahşi Yaşam alanına yol gözükmüştü bize.

Sabah erken uyandık, daha doğrusu yan odadaki duyarsız komşumuzun kapıyı hızla çarpmasına uyandık. Saat 07.00’de aşağı indik. Henüz herkes uykuda, pasta reyonu bile ıssız. Çaresiz, dünden kalan çörekler ve Hint çayı ile kahvaltı yaptık. (55 Rs). Kumily otobüsü, Ernakulam KSRTC otobüs terminalinden kalkmalı, bu nedenle Fort Cochin’deki otobüslerin Ernakulam’da bırakacağı son durağı özellikle soruyorum ki; sıcakta, elimizde çantalarla perişan olmayalım. Sol omzumda devam eden tentonidis, bu gezide can yoldaşım sırt çantamı taşımama mani olduğundan, spor çanta ile dolaşmak zorunda kalıyoruz. Bu da; uzun yürüyüşlerde büyük zorluk çıkartıyor. KSRTC, Kerala hükümetinin resmi otobüs işletmesi. Bindiğimiz Fort Cochin, sabah herkesin işe gittiği saatlere denk geldiği için hıncahınç dolu (8.5 Rs). Biz oturacak yer bulduk, ama, otobüsün arka sahanlığında bıraktığımız büyük çantamızı görmemiz mümkün değil. İnşallah, inerken, bıraktığımız yerde buluruz. Sırası ile Maattencherry, Willington adalarını bağlayan köprülerden geçerek Ernakulam’ın ana arteri MG ( Mahatma Gandhi ) caddesine geliyoruz, hala tepeleme dolu otobüs. Biletçi, “ bu durakta ineceksin “ diye işaret ediyor, korktuğum başıma geldi, anlaşılan sıcakta yine yürüyeceğiz. Çantamı vermeleri için, arkadaki kalabalığa işaret ediyorum. Neyse, elden ele uzatılan çantamıza kavuşuyor ve kendimizi otobüsten aşağı atıyoruz. Bir kilometrelik yolu yürüyerek, Kumily’e giden otobüslerin bulunduğu terminale varıyoruz. Marksist-Komünist bir yönetime, yakıştıramadığım bir terminal binası ve birbirinden hurda otobüslerin bulunduğu alana geliyoruz. Anlaşılan, bugün de, hırpalanıp, yorulmak var alın yazımızda.

Bir gişeye hareket saatini soruyorum, saat 11.30’da diyor karanlıkta zar zor gördüğüm kapkara tenli görevli. Çaresiz, banklara oturup beklerken, başka bir gişeye sormak aklıma geliyor. Hoppala; burada da, saat 10.00’da kalkacağı söyleniyor. Neyse, bir buçuk saat kurtarmanın sevinciyle, bekleme salonuna giriyoruz. Yanımızda, yabancı bir çift kocaman sırt çantaları ile otobüs bekliyorlar. Onlara durumu anlatıp, gel bir de beraber soralım diyorum. Aynı teyitleri alıyoruz. Meğer; gişelerden biri Tamil Nadu eyaleti işletmesine, diğeri, Kerala işletmesine aitmiş, öyle olunca da, saatlerin farkı anlaşılır oluyor. Kalkacağı söylenen 726 nolu otobüsü zar zor buluyor ve kapıdan gelecek rüzgarla serinleriz umuduyla, hemen yanındaki koltuğa yerleşiyoruz eşimle. Yabancılar da, uzun beklemelerden kurtardığım için teşekkür ederek, aynı otobüse biniyorlar. Az sonra, longyi’li (2) bir adam, direksiyonun yanında bir kapağı açarak, yanındaki bir kova suyu boşaltmaya başlıyor, radyatör kapağı olmalı diye düşünüyorum. Az sonra yanımızda biten biletçi, buradan kalkmamızı istiyor, ben umursamıyorum, ama, adam kararlı, yoksa, otobüsten de atacak bizi ! Anlaşılan, daha önceleri de fark ettiğim gibi, bu koltuklar onun makam koltuğu. Şöförün ayrı bir bölmesi olduğu gibi, biletçinin de makam koltuğu var Hindistan otobüslerinde. Bu coğrafyada, uzak yol gemilerinde olduğu gibi, şöför ve biletçi tam yetkili. Yıllar önce Sri Lanka’da gece yarısı Colombo havaalanından, kent merkezine giderken, otobüsü, kenara çekip, inmişti, şöför ile muavin. Biz, yabancılar, yarım saat beklemiş, ancak, ellerinde kürdanla, dişlerini karıştırarak döndüklerinde yemek yediklerini anlamıştım. Sonra da, sabah 03.00’e kadar, Tamil gerillalarına kurulan barikatlar arasında dolaşıp, iki de bir, askerlere pasaport göstererek otel aramış, hatta bindiğim üç kağıtçı rikşacı ile sıkı bir kavga etmiştim. Doğu’nun güzellikleri arasında, sık yaşanan vaka-ı adiyeler olarak iz bırakıyor bunlar. Gövdesi fırın gibi kızmış otobüsün, arka koltuklarından birine sığınıyoruz çaresiz. Saat 10.00’da kalkacağı söylenen otobüs 20 dakika erken hareket ediyor. İyi ki; inip, terminalde oturup veya gezip, oyalanmaya kalkmamışız. Şaşırmamak lazım bu topraklarda, Incredible India. Suratsız biletçi, hala kızgın bakıyor bana, 124 Rs/ kişilik biletleri kesip uzatırken. Dört yabancı toplam 10 kişiyiz otobüste, öndeki meraklı gençler, ikide bir geri dönerek bizi kesiyorlar. Yollar bozuk, kaporta dağılmadan gitmek mümkün olacak mı diye düşünüyorum sık sık. Harabeye dönmüş, perişan evlerin hemen yanıbaşında, Kaliforniya country evlerini aratmayacak güzellik ve büyüklükte kaşanelerin önünden geçiyoruz. Güneye Kottayam’a indikçe, biraz düzeliyor pislik ve sefalet görüntüleri. Az sonra, dükkanların levhalarında yazılı adreslerden bulunduğumuz yerleşimin ismini çözmeye çalışıyorum. Thalayolaparambu ! Tekerleme gibi bir isim, Malayalam dili genelde, tekerlemeleri andıran ve hızlı okunan bir dil. Programımızda olan Kerala’nın başkenti Thrivanandhapuram kelimesini şimdiden telaffuz etmeye başlasak iyi olacak sanırım. Thalayolaparambu, büyük bir yerleşim, caddelerinde, dükkanlarında kum gibi insan seli akıyor. Kottayam’a 6 km. kala trafik ilerlemeyecek kadar yoğunlaşıyor. Yarım saatten fazla, ilerlemeden otobüsün içinde, fırında börek gibi bekliyoruz. Bir kavşakta, yol levhalarına bakıyorum. Kochi 70 km, demek ki; daha 70 km. yol almışız. Sırada Pampady yerleşimi var, artık orman yollarından tırmanarak gidiyoruz. Otobüsün motoru feryad ediyor, şöförün umurunda bile değil. Biliyor ki; kahraman Tata’lar bağırıp çağırsa da; bu rampaları tırmanabilecek. Tırmandıkça, kulaklarım tıkanıyor sık sık. Eğrelti otları, sarmaşıklar, dağ çiçekleri Periyar’ın yüksek topraklarını, her adımda karşımıza çıkan, çekiç- oraklı posterler de; uzun yıllar Kerala yönetimini elinde bulunduran, Marksist CPI partisini hatırlatmaya devam ediyor bize. Hindistan’ın güney batı kıyılarında yükselen West Ghats dağlarına tırmandıkça, ülkemin Doğu Karadeniz yaylaları, Verçenik, Kaçkar geliyor aklıma. Bir yerlerde maden ocakları olmalı, yol boyunca boş gidip, dolu inen kamyonlarla karşılaşıyoruz. Bir binanın üzerindeki levhada “ working womans hotel “ yazıyor, çalışan kadınlar oteli yani. Türkçe düşününce, muzip gülümsemelerden kurtulamıyorum, Hindistan’da “ Working Womans Forum “ adında büyük bir sosyal kuruluş olduğunu bildiğim halde.

Baharat plantasyonlarının arasından geçiyoruz, Hindistan cevizi ağaçlarına sarılmış karabiber ağaçlarının, masalarımızda yer alabileceğine inanamıyor insan. Beş saattir yoldayız, yollar öylesine bozuk ki; etlerimiz kemiklerinden ayrılacak böyle giderse. Tırmanmalar, Tata motorun homurtu ve feryatları bitmiyor. Çay bahçeleri başladı artık. Yemyeşil çay adacıkları, güneşin altında öyle canlı duruyorlar ki. Kerala’nın asıl çay bölgesi Munnar, 150 km. ileride. Turistlerin, çok rağbet ettikleri bir gezi odağı. Vandiperiyar denen yerde otobüsümüz mola veriyor. Biletçi, önce bardakla, baş edemeyince su şişesi ile, radyatör suyunu takviye ediyor uzun süredir. Hareket edeceğiz derken, otobüsteki Hintlilerin hepsi iniyor. Beş saattir çişimizi tutuyoruz, tam yarım saat kala, yarım saat yemek molası verilir mi? Dedik ya, Incedible India. Biz de inip, bir restoranın tuvaletinde rahatlıyoruz, ama restoran yemek için rahatsız edici, etrafta da düzgün bir lokanta göremeyince, koca bir torba baharatlı, acılı cips alarak, yemeğe başlıyoruz eşimle (10 Rs). Saat 16.00’da, yani 6.5 saat sonra Kumily’nin kaotik meydanında indiğimizde, nerede olduğumuzu anlamak için LP’nin Kumily haritasına bakmak istiyorum, ancak, yorgunluktan o küçücük harfleri seçebilmek mümkün değil. Bir yandan da, kulaklarımın içinde deve kervanları ilerliyor sanki. O arada, elinde bir bina fotoğrafı ile bir genç yaklaşıyor. Pansiyon için 300 Rs diyor, temiz mi diyorum, eminim beğenirsiniz cevabını veriyor. İsterseniz 6 dakika yürüyün, isterseniz 10 Rs verip, bir rikşa ile beni takip edin diyerek, motosikletine biniyor. Çantalarla bu halde yürüme cesaretini gösteremeyip, bir rikşa alıyor ve Bypass road kenarındaki Muntackal Cottage’e geliyoruz. Tesis sahibi genç kadın karşılıyor, 500 Rs diyor, o anda yüz ifademi iyi değerlendirmiş ve beğenmemiş olmalı ki, ısrar etmeden 300 Rs’ye indiriyor gecelik fiyatı. Temiz ve rahat odamıza çantaları bırakıp, elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra Kumily’e merhaba demeye çıkıyoruz. Eyalet hükümetinin turizm kuruluşu olan DTPC’i buluyorum önce. Detaylı bir harita ile 16.30’da başlayacak Kathakali gösterisi için bilet alıyorum ( 150 Rs/ kişi). Bu arada, yemek için temiz bir şeyler göremiyoruz, çorbayı bile sipariş ile yapıyorlar, beklersek gösteriyi kaçıracağız. Anlaşıldı, Kathakali sanatı uğruna, gün boyu süren açlığımıza devam edeceğiz.

Kathakali, Kerala eyaletinin, 17. yy’dan beri oynanan, edebiyat, müzik, resim, dans, tiyatro sentezinden oluşan ve Hint Mitolojisine dayanan bir dans-drama sanatı. Oyuncular, yüzlerini boyayarak maskeye dönüştürürler, oyunda sözün yerini el, ayak hareketleri ve mimikler alır.Saat 16.30-17.00 arası oyuncuların, makyaj ve kostüm hazırlıkları izlenebiliyor ki; eğitimi 8-10 yıl süren bu sanatın en çarpıcı yönünü gösteriyor. Daha sonra, geleneksel müzik enstrümanları eşliğinde, mimiklerle devam ediyor oyun. Anladığım kadarı ile, bizim Kathakali; sevgilisinin kendisini aldattığını zannettiği adamın hırçınlığını, ikna olmayışı karşısında çaresizlikten çılgınlaşan kadının hezeyanlarını, adamın da, elindeki kılıçla kadını öldürüşünü anlatıyor. Sonunda kılıcın üzerindeki kanları temizleyen adam, dans ediyor. Sahneye doğru eğimi olmayan küçük bir salonda, önümde uzanan kafalardan, sahneyi rahat göremeyip, fotoğraf çekemeyeceğimi anlayınca; 1.5 saat boyunca, kenarda ve ayakta seyretmek de, tuz biber ekti yorgunluğumun üzerine.

Karanlıkta, zar zor kaldığımız Muntackal Cottage’ı buluyor, yanımızdaki konserveleri, az önce aldığımız sandviçlerle yiyerek kendimize geliyor, hatta bir de keyif çayı demleyerek içiyoruz. Yarın hayli yoğun programımız var.

05.02.2009 ( KUMİLY – PERİYAR VAHŞİ YAŞAM PARKI )

Kumily’nin denizden yüksekliği 1500 m. Bu nedenle gece oldukça serin geçti, faydası da sivrisineksiz rahat bir uyku oldu. Kendime gelmiş bir halde, saat 05.00’de uyandım.

Periyar Vahşi Yaşam bölgesinde ana gezi yoğunluğu Thekkady gölünde başlıyor. Kerala Turizm Organizasyonunun 07.00’de çalışmaya başlayan gezi tekneleri 16.00’ya kadar devam ediyor. Sabah saat 07.00 ve 16.00 gezileri genellikle Periyar’ın barındırdığı hayvanların, su kenarına indiği zamana denk geldiği için daha fazla rağbet görüyor. Saat 07.00 gezisini kaçırdık, hiç değilse, güneş ışınlarının henüz sertleşmediği 09.30’a yetişebilmek için kalktık. Periyar Parkına gitmek için bindiğimiz rikşanın bir yanı branda ile kapalı olmasına rağmen, diğer yanından üzerimize çarpan buz gibi hava ile titriyoruz. Park ile Kumily arası 5 km. Bindiğimiz rikşa ile 08.00’de gişelerin önüne geliyoruz.( 50 Rs). Gişeler kapalı, hapishaneyi andıran, yüksek demir parmaklıklarla turnikeler oluşturmuşlar, gişenin önüne doğru, bilet almak için, çok mu izdiham oluyor diye düşünüyorum. Parmaklıkların arasına girerek, gişenin açılacağı 08.30’u bekliyorum. Turizm acentalarının adamları da bilet almak için, arkamda dizilmeye başlıyor. Giriş ücreti kişi başına 300 Rs. Çevreyi ve vahşi yaşamı koruma adına alınan bu yüksek bedeli, yerini buluyordur inşallah temennisiyle hoş görüyorum. Bugün alınan biletle, tekneye binemezsen, ertesi günü yeni bilet almak gerekiyor. Tüm bu ikazlar, demir parmaklıklar, yoğun bir ilgi olduğu izlenimini uyandırıyor insanda.

Saat 08.30’da bir genç gişenin asma kilidini açıyor, bulunduğum 80 cm. genişliğinde, demir parmaklıklardan oluşan daracık koridorun ucundaki demir kapı üzerinde de, iki tane asma kilit var. Adama, “ burayı da aç da, hapisten kurtulalım “ demeye hazırlanırken, başka bir görevli, başında şapkası, büyük bir ciddiyetle geliyor ve yine gardiyan ciddiyeti ile, zincirleri şangırdatarak kilitleri açıyor, ben de kendimi özgür hissediyorum. Teknelerde üst katta gezmenin bedeli 150 Rs, alt katların 75 Rs. Upper , yani üst katta iki bilet alıyorum. Teknelerin önü kalabalıklaşıyor, bilet alan ikinci kişi benim, bu kadar insan ne zaman bilet aldı, üstelik rezervasyon da yapılmıyor. Anlaşılan, kuyruktakiler, aldıkları biletleri, daha sonra yüksek fiyatlarla satıyorlar. Benzeri karaborsayı Bangalore tren istasyonunda da; görmüştüm. Tam, biletleri uzatıp kestirecekken, görevli, boynumdaki fotoğraf makinesini görüp, ” bilet “ diyor, teknede bir tatsızlık olmasın diye, yukarı tepedeki danışma bürosuna koşuyorum ve bilgisayar işlemini müteakip 25 Rs.lik bileti alıyorum. Video kameralar 200 Rs. Nefes nefese, elimde bir tomar biletin kulaklarını kestirip, bekleyen tekneye çıkıyoruz. Eyvah, yanımızda, 30 kişiye yakın yaşlı bir Hintli grup var, turla geziyorlar anlaşılan. Şımarık ve geveze tavırları ile tabiatın tam ortasında keyif vermeyecekler.

Tekneler, hafif yolla hareket ediyorlar, kunduzların yuvarlandığı çamurlu suların önünden geçiyoruz önce. Sonra yaban domuzları, önlerinden geçerken sakin izliyorlar bizleri. Thekkaddy gölü, çökme neticesi oluşmuş, tektonik bir göl olmalı. Marmara bölgesindeki Sülüklü Göl gibi, içinde, yarı çürümüş ağaçlar, kuşlara güvenli bir yuva imkanı sağlıyor. Çok fevkalade bir bitki örtüsü ile karşılaşmasak da; tertemiz bir hava ve güzel bir doğa içinde dolaşmanın keyfini yaşıyorum.

Dönüş başladığı anlarda, çığlıklar yükseliyor tekneden. Karşıdaki ağaçların arasından çıkan iki fili gören, bizim şımarık Hintlilerin sevinç ifadesi imiş bu çığlıklar. 1.5 saatlik yürüyüş, sabah sabah koşturmamıza değdi mi derseniz, gezi esnasında her yapılan, her harcanan yerindedir bence.

Bir rikşa ile LP’nin hararetle övdüğü, Coffe İnn’in önüne geliyoruz (50 Rs). Aslında, buraya, dün akşamüzeri de gelmiştik, ancak menünün üzerindeki, “ sabret, iyi yemek zaman alır. “ yazısını okuyunca, bilet aldığımız Kathakali gösterisine yetişemeyiz endişesi ile, bekleyememiş, gösteriye, dün, tüm gün boyu, bir paket cips ile idare etmeyi başarabilmiş midelerimizle girmiştik. Bu kez vaktimiz var. İki sebzeli köri (2) ile Hindistan’ın değerli basmati pirincinden pilav söylüyoruz. Arkadaki hamağa uzanıyoruz eşimle, gölgede dinleniriz umuduyla. Ama, ipleri zaten düğümler içinde olan halatı kopuyor ve yerde buluyoruz kendimizi. Kahkahalarla gülüyoruz halimize eşimle. Coffe İnn’in bahçe duvarının hemen arkası bambu ormanı. Ortadaki yeşil alanda bizon sürülerini seyrediyoruz uzun süre.

Neredeyse bir saat sonra yemeklerimiz geliyor. Köri gerçekten çok lezzetli. Keyifli bir yemekten sonra 295 Rs ödeyip, gölgeden yürümeye dikkat ederek “ tribal village “ yani yerli köyüne doğru ilerliyoruz. Kocaman demir kapıda “ yasak bölge “ yazıyor. Yandaki, bambu klübenin çardağında oturup, bir görevli gelmesini bekliyoruz. 10 dakika sonra, birisi geliyor. Köye girmek istediğimizi söyleyince, bir yere telefon edip, rehber çağırıyor. Tribal Village’a Periyar Park giriş bileti ile giriliyor, ancak Kerala eyaleti resmi turizm organizasyonu olan, DTPC’nin rehberlerine 100 Rs/ kişi ödeniyor.

Rehberin arkasından, köyün içindeki daracık toprak patikalarda ilerliyoruz. Kahve ağacının mis kokan bembeyaz çiçeklerini, dümdüz ağaca sarılarak büyüyen karabiber fidanlarını inceliyoruz. Bambu ve Hindistan cevizi ağacı yapraklarından yapılmış kulübelerin loşluğunda uzanıp uyuyan insanların arasından geçiyoruz. Hemen her evin önünde, yerlere serilmiş karabiber ve kahve taneleri kurumaya bırakılmış. Rehber, zaten küçücük evlerin bahçesindeki, daha da küçük kulübelerin hikayesini anlatıyor: Yeni gelinler evlendikten sonra on gün bu kulübelerde yaşar, sonra kocaları ile bir araya gelirler ve hamile kalırlarmış. Köyde fakirlik diz boyu, hükümet yardım ediyormuş ve Tamil etnik grubuna mensuplarmış. Yürüdüğümüz daracık patikaları izleyerek, köyün yanındaki , yemyeşil geniş alana, gölgesinde oturduğumuz kulübenin arkasına çıkıyoruz. Teşekkür ederek rehberden ayrılıyoruz. Yeşil alanda bizonlar otluyor. Sağ yanında, bambu kulübeleri, kulübelerin üzerindeki güneş enerjisi panelleri ile zengin yabancıları ağırlayan Bamboo Grove tesisleri var.

Kumily’e doğru yürüyoruz, ağır adımlarla. Thekkady yolu üzerinde bir baharatçı dükkanına giriyoruz. ½ kg. tane karabiber (50 Rs), ½ kg. yeşil çay (150 Rs) alıyoruz. Çayın kaynağı olan bölgedeyiz, ama, son gezi noktamız olan Thrivanandapuram’dan almak istiyoruz, zira hem çantamızda yer yok, hem de taşımak istemiyoruz, gezdiğimiz yollarda. Bir ananas ( 30 Rs) ile su alarak biraz dinlenmek üzere odamıza dönüyoruz.

Saat 18.00’de Thekkady’e giden yola, kaldığımız otelin yanındaki Bypass (caddenin ismi bu) yoldan giriyor ve Thekkady-Kottayam yol ayrımına geliyoruz. Amacımız, yolun kenarındaki duvarların üzerine dizilen, zaman zaman arkadaki bambu ormanına kaçan maymunları izlemek. Hayret, sabahleyin buraları maymun kaynıyordu, şimdi, bir tane bile yok. Kumily’nin ana caddesi boyunca, baharat ve çay satan dükkanlar sıralanmış. Öğlende 50 $ bozdurduğum Shıng isimli baharatçı dükkanına giriyoruz bu kez. İri yapraklı çay alıyoruz 200 Rs/kg. Ne hikmet ise, granül çay satılıyor genellikle buralarda, sanki çayları hamur yapıp, sonra çok ince granül haline getirmişler. Bu kadar kaynağına yakın bir yerde, çayı böylesine işleyip, özünden uzaklaştırmanın anlamı ne acaba? Hindistan’da sık sık burnumuza gelen bir kokunun kaynağını da buluyorum bu dükkanda? Cardamom denilen, küçük bamyaya benzeyen ve içinden küçük siyah tanecikleri çıkan bu baharatın kokusunu çok seviyorum. Sanırım, dilimizde de kakule olarak biliniyor bu baharat.

Hava karardı, derken elektrikler kesildi, birkaç büyük mağazanın jeneratörleri çalışmasa, önümüzü göremeyeceğiz. Bir köşede, kızgın saç üzerinde katmer pişirilen bir tezgah görüyoruz. Yanında da, bölgenin geleneksel baharatlı soslarını veriyorlar. Sosları hijyen anlamında tehlikeli gördüğümüzden sadece katmerleri alıyor, hemen oracıkta büyük iştahla yiyoruz. Bypass Road’a girerek Muntakal Cottage’a geliyoruz tekrar. Sırada, ananas soyma işlemi var. Tayland’da öğrendiğim gibi usulünce soymam yarım saati alıyor, ama, lezzet ve görüntüsü için değiyor buna. Yatmadan önce, gitmeyi düşündüğümüz Allepey ( Allapuza) hakkında bilgi toplamam gerek.

06.02.2009 ( KUMİLY – KOTTAYAM – VEMBANAD GÖLÜ – ALLEPPEY )

Sabah 06.00’da uyanıyorum. Kahvaltı yaptıktan sonra, Muntakal’ın sahibini uyandırıp, iki gece ücreti olan 600 Rs. ödüyor ve 7.30’da Kumily otobüs terminaline doğru yürüyoruz. Allepey otobüsü 13.00 de kalkacakmış. Ani bir kararla Kottayam’a gitmeye karar veriyorum, Allepey gibi, Kottayam da 4 saat sürüyor, buradan da 2.5 saat tekne ile Vembanad gölünü, o müthiş backwaters manzaralarını yaşayarak, görerek, fotoğraflayarak geçmeyi düşünüyorum. Allepey otobüsünün hareket ettiği saatlerde biz Allepey’de olacağız, bir terslik olmazsa. Kottayam’a gidecek ordinary otobüs 07.50’de hareket ediyor. Buralarda, otobüsler, konfor ve yaşına göre, fast passanger, ordinary şeklinde sınıflandırılıp, fiyatlandırılıyorlar. Ordinary en döküntü ve nerede ise hiç amortisör ve süspansiyonu olmayan sınıf, ne varki , fast passanger otobüsten bir saat önce hareket ediyor. Mecburen buna biniyoruz ( 69 Rs/kişi). Her durakta, öğrenciler ve işe gidenler biniyor, iniyor. Saat 09.40, Kottayam’a 60 km. kaldı. Hindistan’ın hiçbir yerinde, hiçbir ulaşım aracı, hiçbir mekan boş değil, geçtiğimiz her yerleşimde, yoğun araç trafiği, caddelerde, dükkanlarda çılgınca bir insan kalabalığı görüyoruz. Her yer, her zaman insan kaynıyor. Kerala’nın özellikle bu bölgesinde, Katolik Hristiyanlarla birlikte, Ortodoks Süryaniler de yaşıyor. Caddeler boyunca Hint Gurularının ve Katolik, Ortodoks din adamlarının posterlerini görüyorum. Ama Katoliklerin bu bölgede daha baskın olduklarını hissediyorum. Kottayam, 65000 nüfuslu, kauçuk ve eğitim konularında ağırlığı olan bir kent. Yaklaştıkça trafik kilitlenmeye başlıyor. Solda bir levhada, “ Allapuzza Beach 54 km. “ yazıyor, anlaşılan Vembanad Gölünün güneyinden, Allapuza ( Allepey )’e uzanan bir yol var. Saat 12.00’de Kottayam KSRTC otobüs durağında iniyoruz. LP’ deki haritaya göre, otobüs durağı ile Allepey’e giden teknelerin kalktığı iskele arasında 1 km. yol var. İyi ki; 20 Rs vererek bir rikşaya binmişiz, yol 3 km. imiş. Salaş bir yerde, bir su kenarında iniyoruz. Teknelerin yanaştığı toprak platformun hemen yanında pis bir lokanta var. Çaresiz giriyor ve çantalarımızı bırakıyoruz. Tekne yarım saat sonra gelecek ve 13.00’de kalkacakmış. Civarda, gezip dolaşacak bir yer olmadığı gibi, güneş bütün hışmıyla çullanıyor. Mutfağa giriyorum, çalışan üç kişi , işlerini bırakıp, selamlıyorlar, ben de bir yandan sohbet ederken, bir yandan da yemeklerin hazırlandığı ortamı izliyorum. Yemekler yenecek gibi değil, hele hele, piştikleri ortamı gördükten sonra. O arada, bir sepetin içinde parottaları (3) görüyorum. Adamların, sosların ve yemeklerin güzelliği konusundaki tüm ısrarlarına rağmen sadece dört parotta ve iki çay alarak açlığımızı bastırıyoruz. Parotta, çay ve bir şişe su için 55 Rs. ödüyorum.

İskelenin yanında uzanan toprak patika boyunca yürüyorum. Böylesi pis su ve çöplerin içinde, açmış nilüfer çiçeklerini, suyun yüzeyine yayılmış yapraklarını şaşkınlıkla seyrediyorum. Tayland’da Chao praya nehrinde yüzen sürüler halindeki bitkileri görünce, bir yerden kopup sürüklendiklerini sanmıştım ilk zamanlar. Oysa, kökleri ile suyun içinde gezerek yaşıyorlarmış, üstelik çok da güzel çiçek açıyorlar. İzmirli gezgin Sandaletli Seyyah Bora Bilgin, bu bitkilerden bir kök alarak İzmir’e götürdüğünü, ancak, tüm özenine rağmen yaşatamadığını yazmıştı bir yazısında. Temiz ortam ve su yaramadı belki de sevgili Bora, kimbilir? Sulara gömülü duran batık teknelerin içinde bitki tarlaları oluşmuş. Böylesi pis bir derede bile güzel fotoğraflar olduğuna göre, birazdan başlayıp, 2.5 saat boyunca geçeceğimiz Vembanad gölü şimdiden heyecanlandırıyor beni. Tekne geliyor, gölgeliğin altındaki otobüs koltuklarına yerleşiyoruz. Tam ortadaki, kocaman motor, yol boyunca kafa ütüleyecek gibi duruyor. 10 Rs/kişi gibi inanılmaz ucuz bir fiyata alıyoruz biletlerimizi. Önce, Vembanad gölünün Kottayam’a giren kanallarında ilerliyoruz. Boğaz vapuru gibi, karşılıklı iskelelerde durarak, yolcu indirip, bindiriyor. Su üzerinde yüzen bitkiler bir ara öylesine çoğalıyor ki; su görünmez oluyor, sanki yemyeşil ekili bir tarlanın içinde ilerliyoruz. Sonunda, Vembanad Gölüne açılıyoruz ve kokonatların (4) sular üzerinde dansları başlıyor. Su üzerinde uzanan setlerin ardındaki, yemyeşil pirinç tarlalarının, evlerin, Hindu ve Katolik tapınaklarının önünden geçiyoruz. Kadınlar, suyun içinde, ellerindeki çamaşırları yıkıyorlar, taşlara vurarak. Bazı iskelelerde, CPI’nin çekiç-oraklı kırmızı bayrakları dalgalanıyor. Kerala bölgesinin meşhur Ketuvalamlar’ı başlıyor göl üzerinde görünmeye. Ketuvalam bir zamanlar balıkçıların kullandığı geniş, büyük tekneler idi. Ancak, giderek, turistlerin, bölgede Backwaters denilen gölet ve akarsular üzerinde gezmeleri amacı ile kullanılmaya başlandı. Tam pansiyon olarak hizmet veren ve Hindistan standartlarının üzerinde konforla dizayn edilmiş teknelerin 24 saatlik ücretinin 100-150 $ gibi, Hindistan ölçülerinde astronomik rakamlarla kiralandığını, hem de, neredeyse, hiç pazarlık yapılmadığı biliyorum, internette yaptığım araştırmalardan. Kıyılara bağlanmış Ketuvalamlar, içinde en az iki personeli, gayesiz, miskin ortalığı seyreden zengin müşterileri ile benim hiç de benimseyeceğim bir şey değilmiş. İyi ki; bugün, Vembanad Gölünden Allepey’e gitmeye karar vermişim. Hem, harika panoramalar fotoğraflıyorum, hem de 10 Rs gibi bir fiyata tüm backwaters dünyasını yaşıyorum şu anlarda.

Üç saat sonra, Allepey görünüyor ve gittikçe kirlenen suların içinden geçerek, sıcakta yayılan pis kokular eşliğinde Allepey’de kuzey kanaldaki boat jetty’e ( iskele) yanaşıyoruz. Kanalın içi pet şişeler, çöpler ve hayvan leşleri ile dolu. Vembanad gölü boyunca çektiğim güzel fotoğrafların tesellisi ile iniyoruz.

Listemdeki Palmy Regidency oteli dolu, bizi karşılayan görevli, kuzey kanalının hemen yanındaki Spring İnn otelinde kardeşinin çalıştığını, istersek , kendisini çağırıp, oraya gitmemizi sağlayabileceğini söylüyor. Çantalarla dolaşıp otel aramaktansa, buraya getiren rikşaya 20 Rs verip gönderiyor ve yakındaki Spring İnn’e gelerek, 350 Rs’ye anlaşıyorum.

Bir duş alıp nefeslendikten sonra, Allepey’in en yoğun caddelerinden Mullackal’a yürüyor ve yine listemdeki iyi restoranlardan Hot Kitchen’ı buluyorum. Birer sebzeli Biryani ve kola söylüyoruz, yanında da, müessesenin ikramı olan ve içinde doğranmış soğan ve turp bulunan cacık benzeri yoğurt tabağı geliyor. 60 Rs ödeyerek çıkıyoruz. Yıllar önce Bangkok’tan aldığım tiril tiril pamuklu gömleğim, çektiği eziyetlere daha fazla dayanamayıp delinmiş bugün. Mullackal caddesi boyunca benzeri bir şeyler arıyoruz, ancak, koca caddedeki mağazalarda doğru dürüst bir şey bulmak mümkün değil. Mullackal’ın paralelindeki YMCA caddesinde ise nerede ise işe yarar hiçbir şey yok. Giyim mağazaları bizim kasaba bonmarşelerini veya Sümerbank mağazalarını hatırlatıyor. Turistik bir kent olan Allepey’in turistik alt yapısının olmaması beni şaşırttı. Hava kararmak üzere iken, kuzey kanalın üzerindeki yaya köprüsünü geçerek otobüs durağına gidiyoruz. Yarın, Allepey’de oyalanmadan, Varkala plajına gitmek niyetinde olduğumuzdan, otobüs hareket saatlerini öğreneceğiz. Danışmadaki görevli, Varkala’ya direkt otobüs olmadığını, Trivandrum otobüsüne binerek, Kallambalam’da inmemiz gerektiğini ve buradan Varkala otobüsüne binebileceğimizi söylüyor. Adamcağız, üşenmeden, bir kağıt üzerine de, anlattıklarını muntazam yazarak uzatıyor.

Hava karardı, suyumuz yine tükendi, (günde en az 4 lt. su içiyoruz buralarda) bir şişe su, büyük bir külah yer fıstığı 10 Rs. ( Hindistan’ın her yerinde bulunabilecek en iyi besleyici, özellikle yemeklerine alışana kadar geçen sürede yer fıstığı ve muz imdada yetişiyor.) ile 1 kg. muz ( 15 Rs) alarak, odamızın balkonunda sohbet ederek, günü değerlendirerek tüketiyoruz eşimle.

Allepey’de yarın bir Hindu festivalinin başlayacağını yazan afişler görmüştüm. Önümüzdeki kanalın diğer yanındaki Hindu tapınağından yayılan, yüksek volümlü Hindu ayinlerini dinliyoruz yatmadan önce.

07.02.2009 ( ALLEPEY – KALLAMBALAM – VARKALA )

Hindu tapınağının ilahileri giderek sıkmaya başladı. Yine de, yorgunluk ağır bastığından uyumuşuz. Sabaha karşı saat 04.00’de yine ortalığı ilahi sesleri sardı. Uyku sersemi şaşkınım, yoksa ben hiç uyumadım mı? Tavandaki fanın vınlamasını ne yaptıysam kesememiştim, Allahtan uyumadan az önce elektrikler kesildi, yine geldiğinde, bir mucize oldu, vınlama sesi kesildi. Yoksa, ya fanı çalıştırmayıp sıcaktan, ya da; çalıştırarak gürültüsünden uyuyamayacaktık. Hindistan gezilerinin tuzu-biberi böyle hadiseler.

Dün akşam yerini öğrendiğimiz KSTRC otobüs durağına geliyoruz. Daha, kargalar bile kahvaltılarını yapmadığı için, ortalıkta kimseler yok.Saat 07.45. Genç bir çocuğa Thrivanandapuram ( Trivandrum ) otobüsünü soruyorum. Önümüzdeki otobüsü gösteriyor. Bir süper fast, yani ordinary sınıfının kıdemlisi. Yani, insanın içini çıkarmayacak kadar süspansiyonu var, hem de; her durakta durmuyor sanırım. Biz, biner binmez de, hareket ediyor, sanki bizi bekliyormuş. Biletçi, elindeki post makinesine benzer kutunun tuşlarına basarak, biletlerimizi uzatıyor.(126 Rs/kişi). Allepey oldukça büyük bir kentmiş, bir türlü çıkamıyoruz içinden. Yolumuz üzerindeki, hemen her evin çatısından veya bahçesinden odun dumanları çıkıyor. Günlük işler ve yemek için ocaklar yakılıyor anlaşılan. Ayrıca, çöp yığınlarını yakan, elindeki sopalarla karıştırıp duran, pek çok işsiz, gayesiz adam çarpıyor gözüme.

Kollam kenti girişinde, sağda Lakshadweep denizi, solumuzda Ashtamudi gölü uzanıyor. Kerala; göller, akarsular ve denizlerle, kısacası sularla iç içe bir eyalet. Kerala’da yakınlarda seçim olmalı ki; yıllardır iktidardaki CPI (M) tarafından hazırlanan propaganda standları dizilmiş yol boyunca ve kırmızı çekiç-oraklı bayraklarla donatılmış her yer. Marks, Che Guevara, Lenin posterleri herhalde dünyada sadece Kerala ve Küba’da asılıyor olmalı günümüzde.

Kollam garajında mola veriyor otobüs. Ben de, terminalin hemen yanındaki Ashtamudi gölü kıyısına gidip birkaç fotoğraf çekiyor, sonra da, terminal binasının içinde insan manzaralarını fotoğraflıyorum. İnerken, otobüsün plakasına bakmıştım, zira, hepsi kırmızı ve birbirine benziyor. Bir baktım, otobüs yerinde yok, az ileride binanın arkasına gelmiş, eşimin sesini duyuyorum, kadıncağız, otobüs hareket edince paniklemiş, biniyorum, hareket ediyor otobüs. Kollam da hareketli bir ticaret şehri olsa gerek, kamyon trafiği bunu gösteriyor. Dükkanların önüne kamyonlar dolusu yeşil muzlar indiriyorlar.

Thrivanandapuram’a 45 km. kala, Kallambalam’da biletçinin ikazı üzerine iniyoruz. Varkala’ya giden otobüsler yolun karşısından geçiyormuş. Bir rikşa yanaşıyor, ” otobüsler Varkala kasabasına gidiyor, oradan Varkala plajına gitmek için, rikşaya 50 Rs vereceksin, ben buradan 100 Rs’ye götüreyim “ diyor. Varkala plajına 13 km. var. Biniyoruz. Listemdeki MK Gardens oteli rikşacı bilmiyor. Toz içinde birçok dar patikalara girip çıktıktan sonra, tesadüfen MK Gardens levhasını görüyor ve önünde duruyoruz. Kokonat ağaçları arasında sakin bir bina. Kadın 600 Rs diyor, ben LP’deki 300 Rs fiyatı gösteriyorum. 550 Rs’den aşağı inmiyor. Ben de inat edip vermiyorum, geriye rikşaya dönerken, aklıma küçük sırt çantamın içindeki nazar boncukları geliyor, çıkarıp bir tane uzatıyor, faydalarını anlatıyor, sonra da; “ şimdi söyle fiyatı “ diyorum. Gülerek “ 500 Rs “ diyor. Hemen mayoları giyerek, iki dakika yürüme mesafesindeki plajın üzerinde uzanan dükkan ve restoranların sıralandığı merkeze geliyoruz. Aşağıda, harika bir kumsal, onun 50 m. gerisinde aniden yükselip 20-30 m. yüksekliği bulan kayalık ve ardında mağazalar, restoranlar, turistik tesisler var. Santorini sahillerinden tek farkı, burada güzel bir kumsalın ve buna renk katan Hindistan cevizi ağaçlarının olması. Aşağıda uzanan Papanashan Sahili, sereserpe uzanmış yabancılarla dolu, Hintliler sol tarafta konuşlanmışlar genellikle. Hava felaket sıcak, nem de eklenince kolunu kaldıramıyor insan. Setin üzerindeki Kerala Coffe House’da birer sebzeli omlet, parotta ve çay ile öğle yemeğini geçiştiriyoruz. (165 Rs). Plaja inen merdivenler bitip, ayağımız kuma değince, kumlar üzerinden esen kavurucu rüzgar yüzümüze vuruyor. İmdadımıza kiralık şemsiye ve şezlonglar yetişiyor. Şemsiye 150 Rs, şezlong 100 Rs. Şemsiyenin altında kendimize gelmeye başlıyoruz yavaş yavaş. Kurudukça da, tekrar serinlemek için denize koşuyoruz tabii. Gezinin ilk günlerinde Karnataka’da, Bangalore ve Hampi’de yorucu gezilerimiz oldu, özellikle Hampi, tarihi dokusu ile büyüledi bizi, pislik ve salaşlığını unutturdu. Goa, plaj ağırlıklı idi, Kerala da, yoğunluk olarak plaj ağırlıklı olacak. Gezi öncesinde, eşime sözüm vardı. Onun için, yorucu ve telaşlı geçen son iki yılı telafi etmek için, Hindistan fobisini yenme amacı ile deniz, kum ve güneş vaat etmiştim. Ama, ben hiç de alışık olmadığım, güneşlenme hadisesinden sıkılıyor, sık sık kumsallarda elimde makinem kısa yürüyüşlere çıkıyordum. Plajın güneyinde giderek kalabalık oluşuyor, gördüğüm kadarı ile Hintli’ler bunlar. Kalkıyor, o yöne ilerliyorum. Gençler, üzerlerinde rengarenk sarileri (5), pantalonları ile denizde elele tutuşarak daireler oluşturmuşlar, şarkılar söyleyip, dans ediyorlar. Hiçbirisi mayo ile denize girmiyor. Bir müddet seyredip, sonra Batıdan esen kızgın rüzgara inat sahil boyunca yürümeye devam ediyorum. Şemsiyelerin altına sığınmış turistler uyukluyor veya kitap okuyorlar. İki genç, kumdan çıplak kadın heykeli yapmışlar. Memelerini retuşlarken yanlarına gidiyorum, utanıp, başlarını eğiyorlar, sonra dost oluyoruz. Hatta, kadının bikinisini de çıkarıveriyorlar, maharetli elleriyle.

Deniz çok sıcak, dalgalı. Serinletmiyor bile. 17.00’de kalkıp, otele gidiyor, tepemizdeki fanın serinliğinde dinleniyor, sahilin kuzeyindeki Black Beach (kara plaj)’a gitmek üzere, set üzerindeki, kulübe dükkanların önünden yürüyoruz. Dükkanlar bitince, ortalık bir anda salaşlaşıyor, Kokonat yapraklarından yapılmış kulübelerin gölgelerinde, üzerlerinde longyi (6) bulunan adamlar fısıldaşıyorlar. İçlerinden birisi yanıma yaklaşıp marihuana teklif ediyor. Etrafta dolaşan sevimsiz gençlere bakılırsa, buralarda uyuşturucu pazarlanıyor. Güneş batana kadar fotoğraf çekiyor, hava kararmaya başlayınca geri dönüyoruz. Pek tekin yerler değil Black Beach. Eşim, set üstündeki dükkanlardan hediyelik bir şeyler bakarken, elektrikler kesiliyor. Dükkanların fenerlerinin ışığında, meydandaki, Oolhupara Restorana ulaşabiliyor ve masamıza konan mum ışığında, menüyü okumaya çalışıyoruz. Kerala mutfağından Alo Podimos ve sebzeli büryani sipariş ediyoruz. Alo Podimos, coconat ve patates ağırlıklı, bolca baharatlı lezzetli bir yemek. Büryaninin içinde, kokusunu çok sevdiğim cardamom ( kakule ) bulunduğu için keyifle yiyorum. (165 Rs). Yemekten sonra, restoranın 150 m. arkasındaki, kaldığımız MK Gardens’geliyoruz.


08.02.2009 ( VARKALA )

MK Gardens’da kaldığımız odanın tavanındaki fanın dönerken çıkardığı, kahve değirmenine benzeyen sesini saymazsak rahatız. Camları açsak, sivrisineklerle hemhal olacağız, çaresiz fanın sesine katlanacağız. Allahtan sabaha karşı hava serinlemiş, fanı durdurup, daha derin bir uykuya geçebiliyoruz.

MK Gardens kokonat ağaçları içerisinde, sabahları bir sürü kuş sesi ile uyanıyorum. Karga sesini tanıyorum, diğerlerinin sesleri de bu sesten farksız. Yani, sabahları ruhumuzu okşayacak bir kuş sesinden mahrum uyanıyoruz.

Yatağımızın üzerinde, kocaman bir Tibet takvimi asılı. 2009 toprak, öküz yılı imiş, 2010 kaplan, demir yılı olacak. Dalai Lama’nın da ayrıntılı kronolojisi verilmiş.Otel girişinde, coconat yapraklarından yapılmış stupa (7) ve sağda solda Budizm, Dalai Lama kitaplarını görünce, dayanamayıp kadına soruyorum; ” Budistmisin ? “. Gülüyor, kız arkadaşı Tibetli imiş, ” her tarafı Tibet figürleri ile doldurdu “ diyor.

Asya ülkelerinde, özellikle Hindistan’da Tibetlilerin, özellikle turistik zonlarda çok iyi organize olarak, genellikle tekstil ticareti yaptıkları dikkatimi çekiyor. Çin baskısından kaçan, sürgün edilen Tibetliler, yabancı ülkelerde de, kendilerini ezdirmiyorlar sanırım. Nepal, Pokhara’da, ziyaret ettiğim Tasheling mülteci kampında, Tibetlilerin kurdukları kooperatifler aracılığı ile yoğun halı dokuyarak, büyük miktarlarda Avrupa ve Amerika’ya gönderdiklerini görerek öğrenmiştim.

Kerala’da evlerin odalarının tavanla birleşen duvarlarında, yaklaşık 5x100 cm. ölçülerinde dikdörtgen şeklinde delikler var. Anladığım kadarı ile hava sirkülasyonu için yapılmış, ama, istendiği zaman pencereyi açmak varken, her zaman sinek, böcek hatta kuşların girebileceği bir açıklık ne kadar isabetli anlayamadım. Hiç değilse, gözenekli bir telle kapatılsa.. Sabah, uyandığımda, odanın duvarındaki kertenkeleye benzeyen sürüngenlere yalvarıp durdum, “eşim görmeden çekip gidin diye “. İnad edip, kıpırdamadılar bile, tabii, eşim uyanıp, duvarda bir yığın haşerat görünce feryadı bastı, ben nerede uyumuşum diyerek.

Saat 07.30’da, henüz ortalık ısınmadan, Varkala kasabasına doğru yürümeye başlıyoruz. Yollarda, sık sık yanımıza yaklaşan yüzsüz rikşacılardan başka kimseler yok. Bir kilometre sonra Janardhana Temple’e giden “ temple, junction “ kavşağına geliyoruz. Tapınağın karşısındaki büyük havuzda, tapınak ziyareti öncesi kutsal sularda yıkanıyor Hintliler. Tapınağa çıkan dik merdivenlerin başında, sandaletlerimi çıkarıp, raflara dizen adama veriyor ve uzatılan fişi alıyor, kalabalıkla beraber merdivenleri çıkıyorum.

Tütsü ve kandil kokularının hakim olduğu meydanın sağındaki banyan ağacının dallarına asılı yüzlerce plastik bebek dikkatimi çekiyor. Bir kadın, kendinden geçmiş, elindeki plastik oyuncak bebekle, ağacın önünde dualar ediyor. Anlaşılan, bebekleri olmayanların taleplerini ilettikleri bir mekan burası. Ege Denizinde; Yunan Adalarının küçücük şapellerinde de, üzerlerinde bebek resimleri bulunan alüminyum plakaların demetler halinde asıldığını görmüştüm. İnsanların taleplerini iletme şekilleri ne kadar da evrensel.

Birisi koluma yapışıyor, “ no photo “ diyerek 100 Rs. istiyor benden. Nedenini sorunca, arkamdaki duvardaki “ photo 100 Rs “ yazısını gösteriyor. ” Bilet nerede “ deyince, adam kayboluyor bir anda. Janardhana Tapınağı oldukça büyük, bahçedeki siyak öküz heykeline itibar eden yok. Herkes, karanlık koridorların is kokuları içerisinde dua etmeye koşuyor. Temple Junction’da inenler, hızla Janardhana Tapınağına yürüyorlar. Biraz daha, ortalığı izleyip, aşağıda bekleyen eşimin yanına dönüyor ve 2 km. ilerideki Varkala kasabasına gitmek için, otobüse biniyoruz ( 4 Rs). Hayret, Varkala sokaklarında kimseler yok, dükkanlar kapalı. Tren yoluna paralel ana cadde boyunca, gidip, geliyoruz. Sonra da, otobüs durağından, Varkala plajına giden otobüse biniyoruz. İleride başka bir yerleşime giden otobüs, plaj yolundan sapınca inip, 500 m. yürüyerek, meydandaki restoranımız Oottupura’nın gölge bir masasına oturuyor masala dosa, puri dosa, masala tea ile kahvaltı yapıyoruz. Kahvaltı dediğim, patates, bezelye, havuç, baharat, fasulyeden oluşmuş bir yemek, köri deniyor. Masala da, mercimek unundan yapılmış hamurun, kızgın saç üzerinde pişirilmesi ile oluşmuş gözleme. Köri, masala ile servis edilirse masala dosa oluyor.Bir de masala paper var ki; Allah selamet versin, katlanmış olarak servis edilen masala paper açılınca, rahatlıkla masa örtüsü olarak kullanılabilecek büyüklükte. Puri hamurun kızartılmışı, içi boş çiğbörek gibi. Aynı yemeklerle istenince puri dosa deniyor. Masala dosa çayı biraz tarçın ve baharat içeriyor. Biz bunların tümünü, kalite ve temizliğine güvendiğimiz Oottupura restoranda büyük bir keyifle yiyoruz (125 Rs).

Sırada en sevmediğim bir iş var. Eşim, dönüşte yakınlarına hediyelik bir şeyler alacak. Bilemem, alış veriş yapan bir hanımın yanında kaç kişi sabırla ve sıkılmadan bekleyebilir. Yalnız bıraksam, pazarlık edemeyecek, gereksiz paralar verecek. Allahın sıcağında, derbeder kulübe dükkanları tavaf edip duruyoruz. Bir sürü tezgahtar, pazarlık, hır-gür, kan-ter derken, pamuk pantolon 150 Rs, plaj çantası pamuklu gömlek için 350 Rs, 5 pamuklu şal , pamuk bluz ve pantolon için de 900 Rs verip, alışverişi bitiriyor madden ve manen rahatlamış olarak, set üzerinden Papanasham Plajına inen merdivenleri inerek, Varkala güneşinin haşin ışınlarına terk ediyoruz kendimizi.

Bugün Pazar olduğu için, yerli halk da akın akın geliyor plajlara. Ancak, bizim güneşlendiğimiz kısımda bir tane bile Hintli yok, sahilin güneyi kum gibi, rengarenk giysili Hintlilerle dolu. Neşeli şarkıları, kahkahaları buralara geliyor. Nerde ise, hiç biri yüzmüyor, erkekler pantalonlarının paçalarını sıvayarak, kadınlar da, rengarenk sarileri ile dizlerine kadar denize girmekle yetiniyorlar.

Sonradan fark ediyorum, büyük bir şemsiyenin altına sığınmış üniformalı iki görevli, yabancıların bulunduğu sahile yaklaşanları ikaz ederek geri çeviriyor. Hintlilerin hiç biri de, itiraz etmeden geri dönüyor. Eyaletin her tarafında, orak-çekiçli bayrakların dalgalandığı, 1957 yılından beri Marksist-Komünist parti tarafından yönetilen bu yerlerde, böyle bir ayrımcılık hiç hoşuma gitmiyor. Gerçi; Hintli gençlerde, kumlara sereserpe uzanmış, pamuk gibi beyaz Batılı kadınları gözleri ile yiyorlar.

Saat 17.00’de güneş, biraz hız kesmeye başlayınca, güneydeki plaja doğru yürüyor, yukarı çıkan dik merdivenlerden çıkıyor ve kendimizi yüksek volümlü müzik ve ilahilerin yükseldiği bir Hindu tapınağının önünde buluyoruz. Bir buçuk saat kadar, dolaşarak, gün batımını izlemek için, kumsala oturmuş yüzlerce Hintlinin arasından, Papanasham plajına geliyor, hava kararmaya yüz tutunca da; MK Gardens’a giden daracık toprak patikaya giriyoruz.

Güvenilir, temiz bir restoran bulunca, daha sık acıkır olduk galiba. Eşimle birbirimize bakıp, Oottupura’nın yolunu tutuyoruz bir saat sonra. Akşam saatleri, enerji tüketimi arttığından olacak, yine elektrikler yok. Mum ışığında incelediğimiz menüden adeta zar atarak yemek seçiyoruz. Zira ne teşhir vitrini, ne de menüde yemek hakkında bilgi var. Bu kez, Pumkin Rajma Curry, Vegetable Butter Masala, bir basmati pilav ( ki iki kişi sadece bu pilavla rahat doyar ), iki çapati söylüyoruz. Pumkin Rajma Curry; patates, fasulye ve coconat ağırlıklı, çok güzel ve ölçülü baharatlanmış, sebzeli masala daha da lezzetli. Pilav üzerine dökerek keyifle yiyor ve 225 Rs. ödüyoruz.

Günün ve güneşin yarattığı yorgunluk uykuyu davet etmeye başladı bile. Yarın, gideceğimiz yeni yerlerin, Thrivanandapuram ve civarının keşfine başlayacağız, dinç olmamız gerek. Hoş geldin uyku.

09.02.2009 ( VARKALA - THRİVANANDAPURAM )

Varkala plajlarında, iki gün boyunca geçirdiğimiz, miskin ve sakin günler bugün bitiyor. Kerala eyaletinin merkezi Thrivanandapuram’a gideceğiz bugün. Elimizdeki çantalar, her gün biraz daha ağırlaşıp, şişmanlaşıyor. Çantalarımızı zar zor kapatıp, Mk Gardens’ın arkasındaki patikadan yola çıkıyoruz.Saat 07.30. Öğrendiğime göre, Trivandrum’a az ilerideki Temple Junction’dan otobüs kalkıyor.(31.5 Rs). Hayli bekledikten sonra, saat 08.10’da durağa gelen otobüse binerek Temple Junction’da iniyoruz (4 Rs). Durakta bekleyen Trivandrum otobüsü 08.35’de hareket ediyor, ama ordinary sınıf, yani, her tarafı zangırdayıp, insanın içini çıkaranlardan. Yarım saat sonra Kallanbalam’dan geçiyoruz. Yol boyunca, aşinalığımıza rağmen, gördüklerimiz bizi şaşırtmaya devam ediyor. Çok büyük bedellerle yapılmış, villaların yanında, bambu ve kokonat yapraklarından yapılmış, derbeder kulübelerin çatılarındaki yapraklar arasından, evde yakılan ocağın dumanları tüterek çıkıyor, önünde özel korumaların beklediği mücevher mağazalarının hemen yanında hurdacı dükkanları var. Trivandrum’a 46 km. kala, Attingal KSRTC otobüs terminalina giriyoruz. Otobüsümüz neredeyse tamamen boşalıyor, rahat, nefes alarak gideceğiz bundan sonra derken, tamamen yeni yolcularla doluyor. Attingal, hareketli, kıpır kıpır bir kent. Geniş kavşakta ilk defa trafik ışıkları görüyorum. Bundan sonraki yolumuz, şöförün yüreğimizi ağzımıza getiren bitmez tükenmez sollamaları ( Hindistan trafiğinde sağlamaları ) ile devam ediyor. Yol boyunca, kara kuru Hintlilerin, kendi yetiştirdikleri 5-10 çuvaldan oluşan, sebze meyvelerini sattıkları pazarlarda yüzlerce kişi gayesiz dolaşıyor. Her durakta muavin, arka kapının yanındaki ipi çekerek, şöförün yanındaki kampanaya komut veriyor. Peşpeşe iki kez çekince devam, tek vuruş inecek var anlamını taşıyor izlediğim kadarıyla. Geri manevralarda ise, aralıksız, devamlı asılıyor ipe. Kaniyapuram’dan sonra yol sakinleşiyor, yol boyunca sıralanmış binaların arkasında, sonsuzmuşçasına uzanan kokonat plantasyonları başlıyor. Saat 10.15’de sarsıntıdan perişan vaziyette Trivandrum’un Thampanoor otobüs terminalinde iniyoruz.

Listemdeki Greenland oteli, haritaya göre çok yakınlarda olmalı, ancak, ortalıkta hüküm süren sıcak ve kalabalıkta yürümektense, 20 Rs. isteyen bir rikşaya binmeyi tercih ediyoruz. İki dakika geçmeden bir garajın yanında duruyor rikşa ve rikşawalah(8) burası diyor.

Odalara bakıyorum, hayret edilecek kadar temiz, recepsiyonda da koyu bir disiplin seziyorum. 297 Rs gibi hem çok ucuz hem de küsuratlı bir fiyat şaşırtıyor beni, ayrıca, 700 Rs. deposit istiyorlar. Yanımda yeterli rupi yok. “ Pasaportları bırakayım, sonra öderim “ diyorum, resepsiyondaki yaşlı kadın ve iki genç adam aynı anda “ no “ diyorlar. Odaların temizliği ve ucuzluğunun yüz suyu hürmetine, eşimi çantalarla bırakıp, döviz bürosu aramaya çıkıyorum. Herkes, 500 m. ilerideki Thomas Cook bürosunu tarif ediyor. Kalabalık caddede, önüme çıkanları omuzlayarak, kan ter içinde, kapısında üniformalı bir görevlinin bulunduğu, klimalı, çok iyi dekore edilmiş salona giriyorum. Masalarda oturan, şimdiye kadar gördüğüm en iyi giyimli iki genç hal hatır soruyorlar. “ Eyvah, bunlar beni tüccar falan zannetti. “ diye huylanıyorum. Pasaportum otel resepsiyonunda olduğu için, nüfus kağıdımı uzatıyorum. Yazıcıdan çıkan fişe, 6-7 saniye süren, fiyakalı bir imza atıyor, önümdeki masadaki genç. 50 $ uzatıyorum. ( 1 $= 47 Rs ) 2350 Rs yerine 2320 Rs veriyor, 30 Rs. Thomass Cook komisyonu imiş. Tipik, sömürge dönemi atmosferi taşıyan büronun serin ortamından, Trivandrum’un sıcak ve kaotik caddelerini , tren istasyonunu geçerek, sıcaktan düşüp bayılmadan otele gelmeyi başarıyorum, hızlı adımlarla. Bu kez de, defter doldurma faslı başlıyor. Uzatılan iki ayrı defterdeki, ahret suallerin cevaplıyorum. Çantalara hamle yapmak üzere iken, genç 5 Rs istiyor. Pasaportların fotokopi bedeli imiş. Dedik ya; Incredible India. Her anı farklı ve sürprizlerle dolu. Bora Bilgin’in fotoğraflarından hatırladığım, spiral şeklinde otoparka benzeyen binanın önündeyiz saat 12.00’de. India Coffe Home zincirinin parçası olan Maveli Cafe burası. İçeride, mihrace kılıklı garsonlar hizmet ediyorlar. Fiyatları da çok hesaplı. Masala dosa, domatesli omlet, çay ve çapati için (9) sadece 60 Rs. istiyorlar. Her Hindistan kentinde olduğu gibi ( bizim Atatürk caddesi ) burada da MG road Mahatma Gandhi caddesi var. Bu caddenin kestiği kavşaktan güneye yönelip, Sri Padmanabhaswamy tapınağına doğru yürüyoruz. Sıcaktan, resmen beynim duruyor, gölge ara sokakların labirentlerinde dolaşarak, tapınağın önüne çıkıyoruz. İçinde, yemyeşil sular olan büyük bir havuz var, pek çok Hindu tapınağında olduğu gibi. İri balıklar, yüzeyinde de iri sinekler görüyorum. Dünyadaki sayılı kutsal mabedlerden birisi olan bu tapınak sabah 04.00, akşam 19.30 arası açık, ancak, öğleden sonra 15.00’den sonra açılıyor. Şimdilik, yaklaşık 40 m. yüksekliğinde, 7 katmanlı, üzeri mitolojik ve erotik figürlerle kaplı gopuramı seyredip, fotoğraflamakla yetineceğiz anlaşılan. Tapınak girişinde büyük panoda, tapınağın bölümleri için ayrı ayrı bilet bedelleri yazılmış, 30 civarındaki bölümlerin fiyatları 10-10000 Rs arasında değişiyor. Aslında Hindu tapınak girişlerinde ücret alındığına rastlamadım şimdiye kadar. Hemen yanındaki Puthe Malige Palace Müzesi de önerilen yerlerden birisi, ancak; o da 15.00’de açılıyor.

Saat 15.00, aklıma Veli Turist Park’a gitmek geliyor. Veli gölünün kıyısında iyi düzenlenmiş, ağaçlık bir yer, serin serin gezeriz diye düşünüyorum. Trivandrum’un East Fort otobüs durağına yürüyor, Veli Park’a giden otobüse biniyor ve son durakta parkın yanında iniyoruz.( 9 Rs/kişi). Veli Gölü ile Arap Denizi arasında, çok güzel düzenlenmiş, ancak sonradan hiç bakılmadığı için hızla yıpranan parkın, deniz tarafına geçilmesini sağlayan, uzun asma köprü etrafındaki nilüferler çok güzel. Sahil boyunca sıralanmış, geleneksel tekneler kumlar üzerine peş peşe dizilmişler.

Gezi öncesi internette dolaşırken Beemapalli kasabasında pembe renkli çok narin bir camii fotoğrafı görmüş, LP’nin sayfalarında not etmiştim. Park kapısındaki görevliye nasıl gidilebileceğini soruyorum. Anladığım kadarı ile üç tane otobüs değiştirmemiz gerekecek. Kafamın karıştığını anlayınca, bir kağıda aktarma yapacağım yerleri yazıyor. Önce, Shankumugham sonra Valiyatura son olarak da Beemapalli’ye gideceğiz camii görmek için. Parkın önünde yapışan rikşaları gönderiyorum tek tek, böyle bir aktarma heyecanı, sıcaktan uyuşmuş gövdelerimize doping etkisi yapıyor. Gelen otobüse binerek 4 km. sonra Sharkumugham’a geliyoruz. Yine etrafımızı rikşalar sarıyor. Bir genç , Beemapalli için yolun karşısındaki durakta beklememiz gerektiğini söylüyor, çok geçmeden gelen Valiyatura otobüsündeyiz bu kez. Trivantrum havaalanının yanından geçiyoruz, bizi birkaç gün sonra Hindistan rüyasından koparıp, evimize götürecek uçağı bekleyeceğiz orada. Batısında da Arap denizi boyunca uzanan upuzun sahiller, kumsallar var. Vathura’da iniyoruz, ancak, hedefimiz Beemapalli olduğu için, etrafımıza doğru dürüst bakıp gezemiyoruz bile. Beemapalli’ye götürecek otobüs durağına gelene kadar, otobüsü kaçırıyoruz, kalabalık ve dar caddede akan Hintli selini seyrederek geçen on dakika sonunda, gelen otobüsün içinde Beemapalli yolundayız bu kez. Bir kilometre sonra, solda, adeta özenle hazırlanmış bir pastayı andıran camiyi görüyorum. Büyük bir avlunun içine giriyoruz, pek çok dükkanlar var, otobüslerin de son durağı burası. Ama, güzel camiyi fotoğraf makinemin kadrajına sığdırmak mümkün değil. Anlaşılan tamamını alabilmek, yüksek bir noktadan mümkün olacak, oysa, civarda böyle bir yer göremiyorum. Helikopter veya uçaktan çekilmiş olmalı internette beni çarpan fotoğraf. Olabildiği kadarı ile avlunun köşelerinden fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Etrafımızı saran bir sürü genç, yüzsüzce sırıtıp laf atıyorlar, bana ve eşime. Eşime camii kapısı önünde beklemesini söyleyip, hızla camiinin içine giriyorum, iki tane kılıksız genç yanıma gelip, dışarı çıkarmaya çalışıyorlar, Müslüman olduğumu söyleyince, bir kenarda oturup, beni göz hapsine alıyorlar. Derken 10 kişi kadar oluyorlar, namaz kılanlar da başlarını bana çevirmiş halde namaz kılmaya çalışıyorlar. Birisi, camiye girerken ayaklarımı yıkamam gerektiğini söylüyor, ben öyle bir gerek olmadığını söylüyorum. Ortalık iyice geriliyor, birkaç fotoğraf çekip dışarı atıyorum kendimi. Ayaklarımı yıkamamı istedikleri küçük havuza bakıyorum, kimi ayağını sokmuş yıkıyor, kimisi burnunu temizliyor. Akıl almaz bir pislik ve pervasızlık hüküm sürüyor ortalıkta. Dışarı çıkıp eşime bakıyorum, kadıncağızın yüzü bembeyaz. Ben, camii içindeyken, bir grup gelip, sataşıp, laf atmış. Ne yazık ki; bu olaylar, Müslümanların yoğun olarak yaşadığı Beemapalli’de, bir camii bahçesinde ve içinde, maalesef Müslümanlar tarafından yapılıyor. Daha önce gezdiğim Kuzey Hindistan’da ve bu gezi boyunca, dilenmenin dışında hiçbir Hindu, hiçbir şekilde taciz etmedi bizi ? Eşim hala ürkek, kolumdan çıkamıyor. Avlu içinde bekleyen otobüsün muavinine soruyorum. Direkt Trivandrum’a East Fort durağına gidiyormuş.( 5 Rs). Saat 17.00. Havaalanı duvarlarının çevresi, sefalet ve pislik içindeki hasır kulübelerden, kulübelerin önündeki pis derelerden ibaret. Saat 17.30’da East Fort otobüs durağında, akşam telaşı içinde daha da çılgın bir kalabalık arasına karışıyoruz. Kuzeye doğru uzanan MG caddesi boyunca, rikşa ve otobüs terörü arasında yürüyor, bu cadde üzerinde bulunan ve çok meşhur olan Sanker’s isimli mağazadan Kerala çayı alma derdine düşüyoruz. Bir km. kadar yürüdükten sonra, Sanker’s levhasını görüyoruz. Kurukahveci Mehmet Efendi gibi, nostalji ve kahve kokan mağazada, her an 3-5 kişilik kuyruk var. 1952 yılından beri faaliyette olan bu çay mağazasından, önerdikleri Nigiria cinsi çaydan 2.5 kg. alıyoruz. ( 1 kg = 280 Rs.). Toz, egzost içindeki caddede, ilerideki Connemara pazarlarına gitmekten vazgeçip, Greenland oteline giden Central Station Road’a girip, LP’nin önerdiği Prime Restoran’a dalıyoruz. Birer sebzeli büryani yiyebiliyoruz yorgunluktan, 125 Rs hesabı ödeyerek büyükçe bir külah yer fıstığı alıyor ve 300 m. ilerideki otelimize giriyoruz. Böylesine temiz ve çekici bir otele, hurda otomobillerin arasından geçerek giriliyor. Hep derim ya, Hindistan her zaman, çarpıcı sahnelere açık bir ülke, daha doğrusu dünya. Çok yoğun ve hareketli geçen gün sonunda, yarına, Hindistan’daki son günümüze hazırlanmak için uykuya sığınıyoruz.


10.02.2009 ( THİRUVANANDAPURAM - KOVALAM PLAJLARI )

Sabahın köründe, kokonat ağaçlarına dadanmış kargalar, tanımadığım iri kuşlar, megafonlardan yükselen sesler ve bağışmalar ile uyandık. Tesis sahibi kadının verdiği, sinek kovucu tabletler işe yaramış olmalı, gün aydınlana kadar deliksiz uyumuşuz. Maveli Cafe’ye gidip kahvaltı yapmak amacı ile hazırlanıyoruz. 20 gündür boynuma asılı fotoğraf makinesi ile içinde 1 kg. ağırlığında Lonely Planet yayını Indıa kitabı, pasaport ve diğer kişisel eşyalarımın bulunduğu çantayı son kez kuşanıyorum. Birer omlet, parotta ve çay kahvaltı için yeterli oluyor, 46 Rs. ödeyip çıkıyoruz. Hedefimiz, dünkü gibi, East Fort otobüs terminali, yol boyu henüz açılmamış dükkanlar, boş kaldırımlardan yürüyoruz. Güney Doğu Asya ülkelerinin geleneksel giysisi longyilerini giymiş erkekler, gevşedikçe , bellerindeki düğümü daha bir sıkıyorlar. Müslümanlar longyilerini sola, Hristiyanlar ve Hindular sağa doğru kıvırarak bağlıyorlar. Onlar gevşeyen düğümleri çözüp, yeniden sıkıca bağladıklarında, “ acaba beli lastikli veya kopçalı longyi neden üretmezler ? “ diyerek, beyin jimnastiği yapıyorum. Bu arada; Padmanabha Swamy tapınağına da uğruyoruz, önü ana baba günü. Uzaklardan geldiği belli olan klimalı otobüsler, hac görevini yerine getirecek Hinduları indiriyor, öğrenciler üstleri çıplak, sıraya sokuluyor, öğrencileri tarafından tapınağın içinde nasıl davranacakları öğretiliyor. Tapınak sokağı boyunca sıralanmış hediyelik eşya satan dükkanlarda Hindu ayin ve duaları yükseliyor, tanrı heykelleri arasından ve kokular yayılıyor. Yan taraftaki kapıya ilerliyorum, girebilme umudu ile. Buradan da, içeride ne denli bir kalabalık olduğu rahatça görünüyor. Daha sakin olduğu için, tapınağın hemen yanındaki Puthe Maliga Palace Müzesine girmeye karar veriyoruz. Bölgede hüküm sürmüş, Kerala Travancore Racalarının sarayı olarak kullanılmış, bu ahşap işleme ve el sanatlarının şaşırtıcı ihtişamına sahip müzeye giriş 30 Rs/ kişi. İçeride rehber nezaretinde gezilebiliyor. Çatının hemen altındaki , sıralar halinde uzanıp giden, birbirine benzer, nefis ahşap at oyma heykellerinin altında bekliyoruz. Altı kişi olunca, rehber dahil hepimiz çıplak ayaklarla gezmeye başlıyoruz. Benzerlerini Nepal’de, Pagan ve Katmandu’da gördüğüm akıl ermez ahşap işçiliğinin şaşırtıcı örnekleri ile karşı karşıyayım. Özellikle, Kerala geleneksel gösteri sanatı Kathakali karekterlerinin bulunduğu salon harika. Fildişinden, Çek kristalinden yapılmış tahtlar dönemin saltanatını, debdebesini çok güzel anlatıyor. Silahlar, müzik aletleri, Belçika yapımı avizeler, mihrace ailesine ait tabloları, nedense birazda burkularak izlerken, hala Hindistan’da aç gezen, sokaklarda yatan Hintli aileleri hatırlıyorum o an. Günümüzde, sarayın bahçesi ve geniş salonlarında, akustik yapılarından ötürü klasik müzik gösterileri düzenleniyor. Çıplak ayaklarımızla gezme zorunluluğundan, sık sık rehber kadın, fare pisliklerine bastığında ayaklarını, yerdeki, harika siyah granit döşemeye sürterek temizlemeye çalışıyor. Biz de onu örnek alıyoruz sık sık. Gördüğümüz usta işi eserler, mekanın bakımsızlık ve pisliğini unutturuyor yine de.

Gezi bitince, rehberimiz bir sundurmanın altında topluyor bizleri ve bizlerin vereceği bahşişlerle geçindiğini anlatıyor. Aslında tüm görevlilerin Kerala Turizm Bürosunun kayırmalı ve maaşlı personeli olduğunu bildiğimden, avucuna 10 Rs. bırakmakla yetiniyorum, ülkemin gayri safi milli hasılası ile orantılı olarak. Yanımızdaki İtalyanlar ve Almanlar verdikleri bahşiş oranında daha çok sevgi ve saygıya mahzar oluyorlar elbette !

LP’nin Trivandrum sayfasına, kurşun kalem ile, East Fort otobüs terminalinin 2 km. güneyindeki , çok renkli Attukal Bhavagaty tapınağının görülmesi gerektiğini not düşmüşüm. Puthe Maliga Palace’dan çıkıp, yakındaki East Fort’a geliyoruz. Buralar her zamanki gibi kaotik. Peronda bekleyen otobüse biniyor ( 4 Rs/ kş) . Çok geçmeden yanımızda oturan genç kızın ikazı ile iniyoruz, zaten otobüs de nerede ise boşalıyor. Tapınağa gittiklerini sandığım kalabalığın arasında, ara sokaklarda ilerliyoruz. Giderek dilenciler, falcılar, çiçekçiler artınca doğru yolda olduğumuzu hissediyorum. Az sonra, tapınağın kemerli bahçe kapısı çıkıyor karşımıza. Kapıdaki iki serseri, önümüzdeki yabancı çifte kök söktürüyor. Ayakkabılarını çıkarıyorlar, yine de; bir şeyler söyleyip sıkıştırdıklarını anlayınca, geniş bahçenin yan tarafında gördüğüm küçük kapıya yöneliyor, sandaletlerimizi çıkarıp, kimsenin müdahalesi ile karşılaşmadan giriyoruz içeri.

Nepal’deki Kumari (10) geleneğinin benzeri olsa gerek, genç kadınlar, kucaklarındaki küçük kız çocuklarını süsleyip, boyamışlar, Attukal Bhavagaty tapınağının içine girip çıkıyorlar.

Anneleri, Kumari’lerini fotoğraflama isteğime, büyük memnuniyetle olur veriyorlar. Üzerinde beyaz longyisi ile, yaşlı bir Hindu, elimdeki makineye ısrarla bakınca, birlikte fotoğraf çektiriyoruz, LCD ekranda kendisini görünce, bir hayret çığlığı atıyor. Hintliler, gördüğüm kadarı ile, fotoğraflarının çekilmesini, bir övünç kaynağı olarak değerlendiriyorlar.

Attukal Bhavagaty tapınağının içine uzanan uzun kuyruğa giriyoruz. Hindular, ellerindeki, muz ve kokonat yapraklarına sarılı yiyecek ve meyveleri, bronz bir kulübenin içinde bulunan din adamına huşu içerisinde uzatıyorlar, o da, bunları yandaki Parvati Devi’nin heykelinin yanına saygıyla bırakıyor. Parvati, hatırladığım kadarı ile, Şiva’nın ikinci eşidir ki; Hindu kadınlar, kocalarına uzun ömür ve sağlık dilekleri ile Parvati’ye taparlar, Attukal ise Parvati’nin enkarnasyonudur (11). Tapınağın içinde ve dışında yüzlerce mum yanıyor, yerler adanmış kutsal yağlar ve erimiş mumlarla yapış yapış. Hindular, yerleri öpmeye çalışıyor, bir kısmı, ellerini birleştirmiş, şükran duruşundalar. Yan kapıdan dışarı çıkıp, tapınağın gopuram ve duvarlarındaki Bagavat Gita ve Ramayana (12) kahramanlarının heykellerini fotoğraflıyorum.

Otobüsten indiğimiz durağa yürüyerek, tekrar East Fort’a dönüyoruz. Buradan, Trivandrum’un popüler plajlarından Kovalam’a gideceğiz. Fazla beklemeden geliyor otobüs, Allah’tan otobüslerde cam yok, öyle olunca da, sokaklardan daha serin ve rahat bir ortamda, 16 km. ilerideki Kovalam’a yola çıkıyoruz (9 Rs). Elimdeki LP, 2007 baskısı ve bilet fiyatının 8 Rs. olduğunu yazıyor, yani iki yılda sadece 1 Rs. zam gelmiş. Hiç kimseleri beğenmeyen, herkese burun kıvıran ama acınacak haldeki ülkemdeki akaryakıt soygunu ve zamları düşünüp enseyi karartmak üzere iken, kovuyorum kafamdan kötü düşünceleri Kovalam yolunda. Artık, alıştığımız, otobüs şöförlerinin ürküten manevralarından sonra, Kerala kamu yönetimince işletilen, lüks tatil köyü Leela Resort’un önünde iniyoruz. Ellerinde plaj çantaları ile yürüyenlerin peşine takılıp, Hawah Plajında buluyoruz kendimizi. 20-30 kadar yabancı, şezlonglara yayılmış miskinlik yapıyor. Hawah plajından geçerek, ileride burunda deniz fenerinin bulunduğu lighthouse plajına geliyoruz. İki plajın toplam uzunluğu 1.5 km.yi geçmiyor. Deniz fenerinin önündeki kayalıkların önünde, küçücük, ahşap odun kütüğü oyularak yapılmış ilkel kayık üzerindeki iki balıkçının tepeleme yığılı ağlarını atışlarını izliyoruz uzun süre.

Plajlarda, keşif gezimiz bitiyor, sıra güneşlenme faslında, ben kaytarabilmek için, acıktığımı söyleyip, hemen sahildeki Rock Restoran’da oturuyoruz. Yandaki masada yenen, dürüme benzeyen hamur içine sarılmış, ediliyor. hafif bir yemek dikkatimizi çekince, sebzelisini söylüyoruz. Hindistan’da iyi lokantalar kesinlikle hazır yemek bulundurmuyorlar. Yarım saatten fazla bekledikten sonra, biber, havuç, lahana ve fasulye sote edilip, az yağda kızartılmış dürüm içinde servis ediliyor. Çok beğeniyoruz, eşim, dönüşte mutlaka deneyeceğim diyor. Tıka basa bir yemekten sonra 170 Rs. ödeyerek, Fenerin bulunduğu plajdan daha sakin olan Hawah plajında, kumlara çekilmiş, geleneksel bir balıkçı kayığının, daracık gölgesine sığınıyoruz. Az sonra da, teknenin tam altına kayarak, hiç yapmadığım şeyi yapıyor, güzel bir uykuya dalıyorum.

Deniz çok temiz, içercesine dibine dalıp çıkıyorum, kurudukça. Lakshadweep Denizinin dalgaları, sahile yaklaşınca, büyük bir gürültüyle kırılıp, sapsarı kumların üzerine, bembeyaz köpüklerini seriyorlar. Yine, rehber kitabım üzerine aldığım bir not aklıma geliyor. Kovalam’ın 2 km. güneyinde Vizhinjam balıkçı köyünün görülmesi gerektiğini not almışım. Saat 16.00’da, deniz fenerinin arkasından geçerek, sahile paralel yolu takip ederek, Vizhinjam köyüne ilerliyorum. Kestirmeden giderim umuduyla girdiğim toprak yol, derme çatma kulübelerden sonra, bir ilk okulun önünde bitiyor. İki genç kız, beni görünce, dışarı çıkarak, yanıma geliyorlar, sohbet ediyoruz, etrafımızı saran afacan çocukların bağırışları arasında. Uzakta bir caminin minaresi görünüyor, toprak yol üzerinde sıralanmış evlerin çoğunun kapısında, “ bismillah “, “ maşallah “ yazıları var. Yol boyu çöplük, anlaşılan, evden çıkan, kapının önüne döküveriyor çöplerini, hizmet de olmayınca, Kovalam gibi, turistlerin ilgisini çeken bu, Vizhinjam köyündeki çöp dağları çok çirkin görünüyor. Haydi, organik çöpleri hayvanlar yiyor diyelim, ama, baş belası pet şişeler, poşetler güneşin altında, pırıl pırıl parlayan dağlar oluşturmuşlar. Yürüdüğüm yol kıvrılarak, aşağıdaki balıkçı limanına iniyor, hemen sağdaki tepede, Beemapalli’deki kadar güzel, sarı boyalı bir cami var. Fotoğraf çekerken, iki çocuk beliriyor yanımda, önce, çantadan görünen LP kitabını istiyorlar, sonra da, fotoğraf makineme saldırıp kapmaya çalışıyorlar, sabrımın taştığı anda bağırıyorum, kayboluyorlar. Müslümanların yoğun yaşadığı bir köy olmalı Vizhinjam. Denizde ve kumsalda yüzlerce, rengarenk teknenin bulunduğu limana doğru yürüyorum, sağlı, sollu, hasır ve bambu kulübelerin gölgesine serilmiş insanların arasından geçiyorum. Dik dik bana bakıyorlar, selam versem, hele Müslümanım desem, büyük ihtimal ile, çamurlaşıp, para isteyecekler. Az önce, ilk okulun dar sokağındaki, harap bir kulübenin önünde, bir kadın, küçük kız çocuğunu önüne oturtmuş, saçlarındaki bitleri ayıklıyordu, beni görünce ellerini uzatıp dilenmeye başlamıştı.

Limana giden yol hayli uzun, ileride, uçsuz bucaksız kokonat plantasyonlarının arasında, büyük bir Hindu tapınağı ile iki kilise görüyor, ancak, eşimi, Hawah plajında yalnız bıraktığım için, devam etmeden geri dönüyorum. Caminin önünden geçerken, hayli farklı bir makamda ezan okunmaya başlıyor. 2 km. lik yolu gidip, fotoğraf çekip dönmem bir saati geçiyor. Son kez, Lahshadweep denizinin billur sularına dalıyorum. Güneş, hız kesmeye başladı, öğlende yemek yediğimiz restoranın masalarından birine oturup, Hindistan’daki son günümüzün son ışıklarında, kızarmış patates ve iki adet 650’lik Kingsfisher bira ile vedaya hazırlanıyorum. Güneş, Lakshadweep denizinin içine düşüp, kayboluyor, ben, son fotoğraflarımı çekiyorum.

LP, Kovalam için, çok pahalı ve uçmuş fiyatlara sahip olduğunu yazıyor, oysa, ben, güneş altında kavrulma işkencesinden kaçtığım anlarda ve akşamüzeri eşimle gezdiğim sahil boyunca, fiyatların Varkala’dan bile ucuz olduğunu tesbit ediyorum.

Hava kararmaya yüz tutunca, Leela Resort önündeki otobüs durağında kuyruğa giriyoruz, otobüs bekletmeden geliyor, karşıdan gelen farları ne zaman kucağımızda bulacağız korkusu ile bizi çıldırtan otobüs şöförü sonunda, her zaman kalabalık olan East Fort otobüs durağına getiriyor, insan seli içinde, birbirimizi kaybetmeden otelimiz Greenland’a gelmeyi başarıyoruz. Yorucu ama iyi geçirilmiş bir günü bitiriyoruz.

Gezimiz, fiilen bitti artık, burukluk çökmeye başladı üzerime. Hatta, eşime takılıyorum, “ seni havaalanına bırakayım, ben West Bengal eyaletine devam edeyim. “ diyerek.

Notlarımı yazıyor, fotoğrafları listeliyor yorgunluğa yenik düşüyorum.

11.02.2009 ( THRİVANANDAPURAM – SHARJAH – İSTANBUL )

Hindistan’daki son günümüze uyanıyoruz. Çantaların kapatılmasını kan-ter içinde kalma bahasına hallediyoruz. Otelden caddeye çıkar çıkmaz, çılgın trafik uğultusu, yalım gibi esen hava ile çarpılıyoruz.

Son kahvaltımız için, Maveli Cafe’deyiz. Omlet, parotta ve çaydan oluşan (54 Rs) kahvaltıdan sonra, otele dönüyoruz. Resepsiyonda ödediğim 700 Rs, geçirdiğimiz iki gece ücretinden düşülüyor ve bana 106 Rs. iade ediliyor.

Çantaları kapıp, caddeye çıkıyoruz, uçağın hareketine dört saat var, dolaşmaktansa havaalanının serinliğinde oturmayı tercih ediyoruz. 10 km. ilerideki Thrivanandapuram havaalanına gitmek üzere rikşaya biniyoruz (50 Rs).

Havaalanı küçücük, ama serinliğinin, sessizliğinin verdiği huzur ile otururken, birden salonda Türkçe konuşmalar, kahkahalar yankılanıyor. Bekleyen yabancılar şaşkın, okudukları kitaplardan kafalarını kaldırıp bakıyorlar. Yaşlısı genci ile beş Türk hatunu, daha doğrusu, üzerlerinde sari ve şalvarları ile ( benim tabirimle) Hindu tanrıçası ortalığı velveleye veriyorlar bir anda.

Bekleme salonunda, kakuleli çay içerek oyalanıyor, 13.55’de hareket ediyor, aşağıda uzanan yemyeşil kokonat denizi ile masmavi Lahshadweep denizine son defa bakıyorum.

Dört saat sonra Sharjah’tayız. Havaalanından çıkmayı düşünmüyoruz. Ortalık, Pakistanlı, Nepalli işçi kaynıyor. Yerel kıyafetleri ile, şaşkın, yorgun bekliyorlar kuyruklarda. Zavallılar, yaban ellerde kazandıkları paranın çoğunu, havayolları sahibi, Arap şeyhlerine veriyor olmalılar. Uçuş saati yaklaştıkça, salonda Türk işçiler çoğalıyor. Ellerinde iri koliler, paketler ailelerinin yanına dönüyorlar. Aralarındaki konuşmalar çarpıyor kulağıma; “ Dubai, İstanbul yanında çöplük, varayım İstanbul’un toprağını öpeceğim. “ diyor birisi.

Saatinde kalkıp, saatinde varıyoruz. İstanbul, puslu soğuk, yağmurlu. Sabiha Gökçen Havaalanının ıssızlığında gece yarısı Havaş servisini bekliyoruz, yolda büyük kaza varmış, gecikecekmiş. Hindistan’daki Tata otobüs şöförleri ile gezileri hatırlıyorum, korkutmuşlar ama kaza yapmamışlardı Şiva’nın çocukları.

Soğuktan titriyoruz, kazakları giydiğimiz halde. Neden sonra servis geliyor, Taksim’de oğlumuz karşılıyor, evimize girerken, sabaha kadar gelmemek üzere elektrikler kesiliyor. İstanbul’a tekrar alışacağız çaresiz.


MERAKLISINA NOTLAR;


20 günlük gezi süresince eşimle birlikte 700 $ ( konaklama, Hindistandaki ulaşımlar, yemek) + 1800 TL ( Air Arabia ile Bangalore gidiş, Thrivanandapuram dönüş uçak bileti) harcamalarımız oldu.


Kaldığımız oteller;


Cochin ( Koçin);

Elite Hotel Princess road. Fort Cochin e-mail elitejoy@yahoo.com 500 Rs.

Kumily; ( Periyar Vahşi Yaşam Parkı )

Thekkady Bypass Road e-mail; muntakalparadise@yahoo.co.in 300 Rs.

Varkala;

MK Gardens’ mkgarden_2005@yahoo.com 500 Rs.

Thrivanandapuram;

Greenland Hotel Thampanoor Jn 297 Rs.

(1) red snapper, king fish; özellikle güney asya denizlerinde bulunan balık türleri

(2) köri; sebzeli, tavuk veya balık ile, ghee denilen tereyağında kızartılarak, haşlanan ve genelde pilav üzerine dökülerek yenen temel Hint yemeği

(3) parotta; güney hindistan’ın kerala ve tamil nadu eyaletlerinde yoğun kullanılan, hafif yağda kızartılmış, yuvarlak hamurdan yapılmış ekmek

(4) kokonat; 30 m.ye kadar uzayabilen Hindistan cevizi ağacı

(5) sari; 3.5x 4.5 m. boyutlarında, ketenden ipeğe kadar değişik kalite ve renklerde bulunan, Hindistanda kadınların kullandığı bir kumaştır. Beden üzerine sarıldığı için, her bedene olur. Eskimez, 2. el pazarı daima bulunur. Vücudu sarış şekli, kullananın sosyal statüsü, mesleği ve bölgesi hakkında bilgi verir. İÖ.

10. yy’dan beri kullanıldığı bilinmektedir.

(6) longyi; güney doğu asya ülkelerinde, erkeklerin pantolon yerine kullanarak, bellerine sardıkları bir peştamal.

(7) stupa; Budistlerin ibadet yeri. Genellikle, Buda’nın kutsal kalıntılarının üzerine inşa edildiğine inanılır.

(8) rikşawallah; Asya ülkelerinde, insan veya motor gücü ile tahrik edilen, yük ve eşya taşıyan üç tekerlekli rikşaların sürücüsü. Genellikle, halkla iç içe oldukları için, çok yapışkan ve ısrarcı oluşları turistleri bezdirir.

(9) çapati; tam kepekli un ve sudan yapılan ve kızgın bir zeminde yağsız pişirilen bir ekmek türü.

(10) Kumari, küçük kızların tanrıça olarak seçildiği ve ilk

adet görme dönemine kadar, bir tanrıça gibi saygı

gördüğü, ancak, ilk adet görüşünden sonra, normal yaşamına döndüğü Hindu geleneğidir.


(11) enkarnasyon: Budizm ve Hindu inançlarında, ölen kişinin ruhunun başka bedenlerde tekrar yeryüzüne gelmesi.

(12) Bhagavat Gita ve Ramayana: Hindu inancının temellerini oluşturan, pek çok öykü vasıtası ile, inancı anlatan kutsal kitaplar.

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..