Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

AYFER AYTAÇ GAZETECİ YAZAR

http://blog.milliyet.com.tr/ayferaytac

17 Aralık '17

 
Kategori
Deneme
 

Hırsızın da Onurlusu Vardır

Hırsızın da Onurlusu Vardır
 

Hırsızlık onurlu değildir, ama mecburiyetler onurluyu hırsız yapabilir.


Günümüzde mazlumun hakkını yiyerek cebini doldurup, sonrada onurlu insanmış gibi yaşayan, erdemli itibarı gören o kadar çok adam var ki; oysa her birinin saygınlığı, parasının gücü kadardır. Paralarını kaybettikleri zaman, foyaları ortaya çıkar. Hilekâr kişilerin yalanları, yavanlıkları, paraları oranında gizlenir. Haydan gelen parası, değişmez huyları nedeniyle Hu ya gidince; yani Allah verdiklerini geri alınca, böylelerine gösterilen saygınlıkta bitiverir.

Aktif gazetecilik yaptığım önemlerdeki notlarım arasında, hırsızlık yaptığını apaçık dile getiren ve Allah’ın bildiğini kuldan da saklamayan Hamdi Ağa denilen bir zat vardır. Bugünkü hileli hırsızlara, o günkü Hamdi ağayı örnek olsun diye anlatmak isterim.

O hırsızlığını kimseye sezdirmeden başarıyla yapar, sonradan duyulduğunda mutlu olur, kendisini kahraman gibi görürdü. Zira Hamdi ağa, onurlu bir hırsızdı. Hırsızlık yaptığı bilinmez, duyulmazsa günahının gizlenmiş olduğunu, iyi insan sanılmasının haksızlık olduğunu düşünürdü. “Hırsızlık yapıyorsan, açıkça yapıyorum diyeceksin. Başkalarının hakkı olanı çalıp da, çalmadım. ‘Alın terimle kazandım,’ diyorsa kişi, bilsin ki o cehennem çerisidir “ diyordu.

Isparta’nın 1970’li yılları, eski bir mahallede kerpiç evlerin bulunduğu bir sokağın sakinlerindendi Hamdi Ağa… Harap evi, küçücük bir avluyla sokağa bakardı. Avlusunda eşek ahırı bulunurdu. Hamdi Ağa’nın evinin iki kapısı vardı. Biri sokağa açılan; ötekisi kendi yatak odasından, arka bahçelere kaçılan bir kapıydı.  Odasındaki kapıyı hiç kimseler bilemezlerdi. Hamdi Ağa için bu iki kapının da önemi çok büyüktü. Çünkü ayrı ayrı amaçlarla kullanıyordu. Sokağa açılan kapıyı, evine normal insanlar gibi gelip gittiğinde kullanıyordu. Arka bahçelere bakan kapıyı, hırsızlık amacıyla evden çıkarken açıyordu.

Zira Hamdi Ağa profesyonel bir hırsızdı. Hırsızlık bu kişide sanki yaşamın bir parçasıydı, olmazsa olmazıydı. Herkesin mesleğini yaptığı gibi, işini çok severek yapan insanlar gibi, Hamdi Ağa da hırsızlığı meslek edinmiş ve benimsemişti. Kendisi hırsızlık yapamadığı günler, esrar ya da eroin bulamamış bağımlılar gibi kriz nöbetine girerdi.  Hiç çalacak bir şey bulamadığında, eşeğine ot çalar getirirdi. Gününü, devamlı çalacak bir şeyler aramakla tüketirdi. 24 saatlik vakit içinde mutlaka bir kez olsun hırsızlık yapmak isterdi. Asla kendini tutamaz, nefsine söz geçiremezdi. Fakat Hamdi Ağa çok da onurlu bir adamdı, bedavadan biri bir şey getirse” Asla emeksiz yemek yemem” deyip, almazdı. Ve meslek edindiği hırsızlığa ne söz söyletir, ne de toz kondururdu.

Adeta hırsızlığıyla övünürdü. Çünkü o hırsızlığı kimselerden gizlemeden yapıyordu. Fakat hırsızlığı ne başkalarına tavsiye ederdi, ne de çalıp çırpan başkalarını severdi. Bilhassa siyasilerin vergi adı altında topladıkları halkın hakkını iç edişlerine küfürler düzerdi. “Vebali çok büyük, çok ağır bir yük” diye yorumlardı haksız kazanç olan hırsızlığı… Hırsızı ve hırsızlığı katiyen sevmezdi, “Şerefli bir insan bir kuru ekmek yer, ama hırsızlık yapmaz” derdi. Kendisi yaptığı zaman tatlı bir dürtü, başkası yaptığı zaman çok çirkin, yüz kızartıcı suçlardan sayardı.

Hamdi Ağa hırsızlığını büyük bir titizlik ve dikkat içinde kimseye görünmeden, sezdirmeden yapar, ardında hiçbir iz bırakmamaya özen gösterirdi. Zaten profesyonelliği de buradan geliyordu. Her ne kadar hırsızlığının bilinmesini istiyor olsa da, usulünün bilinmeme şeklinde olduğunu belirtiyordu.

Şayet yaptığı hırsızlık kısa zamanda bilinmemişse, kimselerce duyulmamışsa bundan çok büyük rahatsızlık duyar; polisin acizliğinden, insanların kör ve sağır olduklarından yakınırdı. “Allah’ın bildiğini, kul da öte âlemde nasıl olsa öğrenecek. Bu dünya da öğrenirlerse haklarını helâl etmeleri daha kolay olur.” Diyerek, bir de kul hakkı üzerine helâlleşmenin önemini vurgulardı. V e Hamdi Ağa bu kadar hırsızlık müptelası olmasına karşın, asla kendi mahallesinin insanlarının bir toplu iğnesini bile çalmazdı. Mahallesi onun için mahrem yerdi. Mahalle sakinlerinden kadına, kıza yan gözle bakmaz; çocuklara asla incitici davranmazdı. Bu yüzden olacak, komşuları Hamdi Ağa’yı çok sayar, severlerdi. Ne zaman mahalleye hırsızlık soruşturması için bir polis gelse, tüm mahalleliler ketum olurlar, Hamdi Ağa’yı ele vermezlerdi.

Gerçi polis çok iyi biliyordu şehirde kimin iz bırakmamacasına titizlikle hırsızlık yaptığını; şehirde ne zaman böyle bir hırsızlık olayı olsa polis ilk olarak Hamdi Ağa’nın kapısını çalardı. Hamdi Ağa ne zaman polisi karşısında görse, “Aman efendi oğlum, emin ol bu defa ben bir şey yapmadım. Sen buraya zahmet edip boşuna geldin” der. Biraz naz, biraz niyaz eder. Sonra bıyık altından gülümsemesiyle suçunu itiraf ederdi. Tatbikat sırasında hırsızlığını bir kahraman edasıyla anlatır, polisi yormazdı. Bazen de bunun aksi olurdu. Eğer Hamdi Ağa şehirde bir hırsızlık yapmışta polis bunun araştırmasını ağırdan alıyorsa, soruşturmada Hamdi Ağa2dan şüphe duyulmuyorsa, Hamdi Ağa günlerce kahrolurdu. Hemen birini bulur, cebine harçlığını koyarak onu ikna eder, sonra o kişiyle polise haber ulaştırır, kendini ele verirdi. Çünkü o, iş saydığı hırsızlığın faili meçhul kalmasını istemezdi. O gizli kapaklı hırsızlık yaparak, hırsız da olsa;  onursuz bir insan olarak anılmak istemiyordu.

HAMDİ AĞA ÇALDIKLARIYLA HAYIR HASENAT YAPMAZDI

Hamdi Ağa, çalıp çırptıklarıyla çokça bir mal varlığı edinmişti. Zaman içinde evini bile onartıp, üzerine bir kat daha çıkmıştı. Ancak hırsızlıkla yığın yaptığı paralardan hiç kimseye bir kuruş dahi yardım yapmazdı. Zekât, fitre vermezdi. “ İyi insan olmanın başka yolları da var. Komşuya selam verip, hatır sormak bile iyi insanlığa örnektir. Zaten haram olan maldan hayır mı gelir ki, kula göstermelik için birine iyilik yapayım” derdi. Kendi, bu dünyada suçlarının cezasını cezaevine girip çıkmalarla ödediğini, ahirette de Allah’ın merhametine sığınarak kurtulacağını umut ederdi.

Bir gün Hamdi Ağa yeni onardığı evinin üst katını kiraya vermiş. Kiracısı PTT hat çavuşu emeklisi Mehmet Efendi’yi akşam yemeğine davet etmişti. Yemekte bol etli bulgur pilavı, turşu ve dövme pekmez vardı. Emekli hat çavuşu Mehmet Efendi, bulgur pilavının içinde tutam tutam kıl görünce, kaşığını aş tabağından geri çekti. Ev sahibi Hamdi Ağa vaziyeti anlayınca “Mehmet Efendi kusura bakma, gece yaptım bu işi. Erkecin kılını iyi yolamamışım,  etine karışmış. Ye, ye ürkme. Hayvanın anasıda, babası da kıllı zahir ne yaparsın “ diyerek, misafirini sofraya ısındırmaya çalışır. Fakat ne yapsa, yine de yediremez pilavı.

Hamdi Ağa’nın o güne kadar erkeç çaldığını kimse ne duymuş, ne de görmüştü. Hat çavuşu Mehmet Efendi, sofradaki etin hırsızlık olduğunu sanınca fazlaca ürpermişti. Hamdi Ağa onu aydınlatmak için, askerlik anısını anlatır gibi, nükteli bir dille detaya girdi. Erkeç çalmadığını, hayvanın yolunu kaybedip kapısının önüne kendiliğinden geldiğini anlattı. Kendince bu hırsızlık sayılmazdı, hırsızlık olsa misafirine ikramda bulunmazdı.  Hamdi Ağa elin malı demeden, evine aldığı hayvanı kesip yemenin iç huzursuzluğunu dışa vurduğundan rahatlamış olarak, kendisini hayretle dinleyen kiracısına teşekkür bile etti. “Sağol Mehmet Efendi, sana içimi boşalttım rahatladım. Sen de beni dinledin, eleştirmedin. Şimdi çok huzurluyum” dedi.

Ertesi günde alt mahalleden geçerken bir horozu eşelenirken görüp çaldı, yedi Hamdi Ağa. Alt mahalle kendi mahallesi sayılmadığından oradan hırsızlık yapmakta bir mahsur görmemişti. Ancak akşamın geç saatlerinde tüneğine dönmeyen horozu aramaya çıkan alt mahalleli, feryat eder gibi, ağıt yakar gibi, ağlamaklı bağırıp çağırmalarına yüreği dayanamadı Hamdi Ağa’nın… Kapıya çıkıp az daha “Senin horozu ben yedim” deyiverecekti. Üzülmüşlüğünden kahroldu, hıçkırıklara gark oldu; bir türlü diyemedi. İtiraf sözcüğü adeta ümüğüne düğümlendi. Oysa horoz sahibi kapısını çalıp “Ey Hamdi Ağa, horozumu sen mi çaldın yoksa!” dese, belki de kolayca suçunu söyleyiverecekti. Ama sormuyorlardı, zira ondan böyle bir yanlışı ummuyorlardı.

Horoz sahibinden duyamadığı soruyu Hamdi Ağa, yarım saat kadar sonra kapıya gelen polisten duydu. Orta yaşlı polis memuru bütün ciddiyetiyle sordu. “Hamdi Ağa horozu sen mi çaldın yoksa?”

Şu polisler ne gıcık adamlardı. Şehir küçük olduğundan kısa sürede her duyumda Hamdi Ağa’nın kapısına dikiliyorlardı. Bu Hamdi Ağa için hem sevindirici, hem de üzüntü verici bir durumdu. Polislerin hırsızlığı kendinden bilmesi sevindiriciydi elbet, yaptığı suç gizlide kalmıyordu. Lakin daha hırsızlığın tadını çıkaramadan gelmeleri üzüntü verici oluyordu. Bir düşünülmeli, bir ‘acaba’lar yaşanmalı, sonra Hamdi Ağa sanılıp gelinmeliydi.

Sevinçle üzüntü ikileminde kalan Hamdi Ağa, her zaman yaptığı gibi önce polislere “Yeminle ben çalmadım polis efendiler, bu defa yanlış gelmişsiniz” dedi. Ama polislerden biri, elindeki copu keyifle gösterircesine “Hamdi Ağa, bizi yorma. Bak gece çok uzun, biz de seni bu gece çok yorarız. Sabah hiç olmayacak sanırsın” deyince, Hamdi Ağa mahzunca başını önüne eğip “Horoz benim evin avlusuna kendiliğinden gelmiş. Sanki ‘hadi beni ye’ dercesine gözlerimin içine bakıyordu zavallı. Haline dayanamadım, ayağıma gelen kısmeti tepemedim polis efendi oğlum. Nasıl olduysa artık, bir anda çekiverdim bıçağı, sonrası olan oldu. Midem biraz inince, horozu defi hacetle tahliye edince, siz gelmeseydiniz, ben gelecektim karakola” demesi yadırganmadı.

Horoz sahibi bu sözleri samimi buldu, acıdı Hamdi Ağa’ya: “Benim horoz kendi çöplüğünün dışında eşelenmeyi pek severdi. Ben Hamdi Ağa’nın doğruyu söylediğine inanıyorum, şikâyetçi değilim. Yediyse helâl hoş olsun. Zaten ben bu kaçak horozu kendim kesip Hamdi Ağa yesin diye getirecektim. “Diyerek, Hamdi Ağa’yı polislerin götürmesine müsaade etmedi.

Aynı akşam, vakit gece yarısıydı. Hamdi Ağa’nın kiracısı emekli PTT hat çavuşu Mehmet Efendi derin uykudaydı. Rüyasında, dağlarda telefon direkleri dikerken görüyordu kendisini; çalıştığı günleri unutamadığından olacak, bu haller sıklıkla rüyalarına girerdi. Mehmet Efendi dalgın uykusundan büyük bir gürültüyle uyandı. “Deprem oluyor” diye çığırarak, kendisini ak donuyla sokağa attı.  O anlarda iplik fabrikasının gece vardiyasından dönerken, o yoldan geçen işçiler; yaşlı birinin ak donuyla acayipçe sokakta döneleyip durduğunu görünce hemen içlerinden biri, en yakın karakola koşup, polisi çağırıp “Mahallede deli var” deyip, Mehmet Efendi’yi yakalatırlar.

Karakola götürülen hat çavuşu Mehmet Efendi, ifadesinde olanı biteni detaylıca anlatır. Kendisinin anlattıklarına gülerek açıklama getiren polislere, “Peki deprem olmadıysa, benim yattığım odanın tavanındaki o gürültü neydi, “diye sual eder. Polislerden biri olayı araştırıp dönmüştür çoktan, mesele anlaşılır. Tarif edilen tavan arasında yeni atılmış ıslak tahtalar ve dilmeler bulunmuştur. Polis, hat çavuşu Mehmet Efendi’nin ev sahibi Hamdi Ağa’yı bu işten sorumlu tutup, “Gel bakalım” deyip götürdüler.

Mehmet Efendi’nin deli olmadığı anlaşılıp, salıverilmiştir. Ama Hamdi Ağa birkaç gündür yapmayı planladığı büyük hırsızlığı o gece gerçekleştirdiği için, yakayı ele vermiştir. Sorgulama sonucu şu gerçek ortaya çıkmıştır. Hamdi Ağa gece yarısı, en büyük sırdaşı ve hırsızlıktaki yardımcısı olan eşeğinin ayaklarına “Taş döşeme yollardan geçerken ses çıkarmasın” diye keçe bağlayıp, yularını kısa tuttuktan sonra, karanlık sokaklardan, karanlık bir tünelden geçer gibi görünmezliğe karışıp, yeni yeni var olmaya çalışan apartmanların birinin, büyük bir inşaatına varır. Buradan eşeğine taşıyabileceği kadar, tahta ve dilme sarar. Yine gittiği sessizlikle evine döner. Ve çaldığı tahta ve dilmeleri evinin tavan arasına atarak saklamaya çalışır. BU işlemi defalarca yaptığından ve çalıntı malı boşaltma sırasında tangırtı çıkarmasına mani olamadığından; kiracısı Mehmet Efendi ne kadar dalgın uykuda olsa da, rüya âleminde bulunsa da, deprem korkusuna kapılıp uyanmış olur. Hat çavuşu Mehmet Efendi işin aslı anlaşılınca serbest bırakılır, karakoldan ayrılırken kılları ağarmış kaşlarını çatarak, Hamdi Ağa’ya şöyle bir kinayeli bakar. Sonra da kükrer gibi: “Yarın evinden derhal taşınıyorum. Sen burada kalacağına göre, anahtarı kime teslim edeyim?” der. Hamdi Ağa bu soruya, şu cevabı verir. “Ben buradan bu defa çıkacak gibi değilim. Evim senin evindir. Korkmadan, çekinmeden rahatça oturasın. Ev sahipliği yapasın, koruyup, gözetesin. ”Mehmet Efendi bu teklife karşılık vermeden hızla çekip giderken, Hamdi Ağa da, han bellediği mapus damına götürülür.

Hamdi Ağa’nın bu son hırsızlığı olur. Cezaevinde yatarken, bir ince hastalıktan yakın geçmişte öldü. O basın emekçilerine bile, masum tavırlarıyla kendini sevdirmeyi başarmış, onurlu bir insan, ama hırsızdı. Bence o bir kleptomani hastasıydı. Aynı zamanda yürekli bir insandı.

Hamdi Ağa’nın ölümü duyulunca, kendisini sevenleri arasında büyük üzüntü yaşandı. Polislerin neredeyse her gün kapısını çaldığı, hâkimin, savcının birkaç güne bir karşısına alıp sigara ikram ettiği; sohbet eder gibi ifadesini aldıkları Hamdi Ağa, sevabıyla, günahıyla bu dünyadan göçmüştü.

Onun ölümünden sonra da nice hırsızlar var oldu yeryüzünde, lakin hepsi de suçlarını kabullenmeyecek kadar korkak ve hırsızlıklarını gizleyecek kadar onursuzdular…

Ayfer AYTAÇ – ayferaytac.com

 
Toplam blog
: 622
: 205
Kayıt tarihi
: 08.12.14
 
 

Gazeteci-yazar ..