Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Aralık '08

 
Kategori
Öykü
 

Hükümdar ve Zümmec

Hükümdarın düşmanı çoktu. Açık düşmanları vardı; bir zamanlar savaş meydanlarında alt ettiği komşu ülkelerin mağlup sultanları, hudut şehirlerine düzenledikleri saldırılarla halkını kılıçtan geçiren, boynuzlu ve çatal kuyruklu olduğu rivayet edilen iblisten türeme Cenubî akıncılar, uzak Garp topraklarındaki büyük ve güçlü devletlerin aç gözlü imparatorları, benzersiz ve yontulmamış vahşetleriyle Şimal’in barbar kabileleri, sayısız kalyonla birkaç yılda bir limanlarını basıp kıyı şehirlerini topa tutan deniz aşırı memleketlerin hayalet donanmaları, Şark’tan ansızın bir çekirge sürüsü gibi gelip ülkesini viraneye çevirdikten sonra aynı hızla kaçıp giden kısa boylu, eğri kılıçlı şeytan ordusu, sözde vergilere isyan edip dağa çıkan haydut tayfası…

Hükümdarın gizli düşmanları daha çoktu; haremdeki kıskanç cariyeler, onu devirip yerine başkasını geçirmek isteyen vüzera takımı, idam ettirdiği kimi suçluların intikam ateşiyle yanan yakınları, yetkilerini arttırıp bölgelerinde küçük birer hükümdar olmak isteyen başına buyruk derebeyleri, sinsi valiler, düşman ülkelerin casusları ve boğdurttuğu üvey kardeşlerinin anneleri…

Tahta çıkar çıkmaz on ikisi üvey, ikisi öz on dört kardeşinin tümünü gelenek uyarınca boğdurmuştu. Aslında yapmak istememişti ama vezirleri kardeşlerinin ilerde taht üstünde hak iddia edebileceğini, bunun da kargaşaya yol açıp daha çok kan dökülmesine yol açacağını söylemişlerdi. Zaten kanları dökülmeyecek, boğdurulacaklardı ki, vezirlerin telkinine göre bu da bir teselli kabul olarak kabul edilmeliydi. Kardeşlerinin ölüm emrini güçlükle verebilmiş, infazların gerçekleştirildiği sırada bir odaya kapanıp hüngür hüngür ağlamıştı.

Dört bir yanı düşmanlarla çevriliydi. Bir hükümdarın dünyadaki tek dostu kendisiydi ki, o bile kuşkuluydu. Akılsızca atacağı bir adım, bir yanlış tercih, bir anlık gaflet ona en azılı düşmanının verebileceği zarardan çok daha fazlasını verebilirdi. Alacağı kararların güneşin, ayın ve yıldızların en uğurlu zamanlara denk gelmesi için sayısız müneccim çalıştırıyor, ülkenin en ünlü falcılarını saraya getirtip onlara geleceği okutuyordu. Fallarda görünen kötü beklentilere karşı her türlü tedbiri aldırmış ama buna rağmen iki kere zehirlenmiş, dört suikastten son anda kurtulmuştu. Bu suikastlerde parmağı olduğundan şüphelendiği sayısız saray görevlisi ve vezirini derilerini yüzdürüp parçalatarak öldürtmüştü. Ancak etrafında kurulan kumpaslar, çevrilen dolaplar bitecek gibi değildi. Zamanla uykuyu yitirmişti. Yemekleri üç ayrı çeşnicibaşı tarafından tadılmasına rağmen zehirlenme korkusundan doğru dürüst yemek yiyemez hale gelmişti. Sarayın loş koridorlarında yürürken duvarlardan eli hançerli adamların çıktığını görüyordu. Uyumak için yatağına çekildiğinde sarayın tüm kapılarını üst üste kilitletiyor ona rağmen yattığı tavşan uykusundan kâbuslarla uyanıyordu.

Bir gün muhafızları bir düşman casusu yakalayıp getirdi. Adam, hükümdarın ordusunun başında baharda çıkacağı sefer için bilgi toplarken suçüstü yakalanmıştı ama suçunu ve hangi ülke hesabına çalıştığını bir türlü itiraf etmiyordu. Pek yaman bir şeydi. Hükümdarın cellatları bildikleri bütün işkence usullerini casusun bedeninde denemiş ama ağzından tek kelimelik bilgi alamamışlardı. Adamın uçurmuş olabileceği önemli bilgiler nedeniyle sefer tehlikeye düşmüştü. Haber saraya yayılmış, vezirler hükümdarın öfkesini üzerlerine çekmeden adamı nasıl konuşturabileceklerinin çaresini aramaya başlamışlardı. Derken vezirlere, saray nalbantlarından birinin, inatçı casusu en geç bir gün içinde konuşturabileceği, hem de sadece ulaştırdığı malumatı değil sahip olduğu tüm bilgileri söküp alabileceğini iddia ettiği haberi ulaştı. Başvezir hemen nalbantı buldurup huzuruna getirtti. Dedikleri gibi nalbant adamı hemen konuşturabileceğini söyledi. Bu iş için casusu bir günlüğüne ona teslim etmeleri yeterliydi. Adama inanmasalar da başka çareleri yoktu; durumu hükümdara anlatıp emrini sordular. Hükümdar, eğer nalbant iddia ettiği gibi casusu konuşturabilirse onu keseler dolusu altınla mükâfatlandırıp üstüne bir de cellatbaşı yapacaktı. Casusu nalbanta teslim ettiler; adamı alıp zindana götürdü. Yanına zindan kapısına kadar onlara eşlik edecek iki muhafızdan başka kimseyi istememişti. Gittikten İki saat sonra casusla birlikte geri dönüp hükümdarın huzuruna çıkmak istediğini, bülbüle dönen casusun huzurda her şeyi anlatacağını haber verdi.

Casus, hükümdarın karşısında kim olduğundan kimin hesabına çalıştığına, topladığı bilgilerden yediği yemeklere kadar her şeyi bir bir anlattı. Arada bir hemen yanında duran nalbanta dönüp korkuyla bakıyor ve sorulan her soruya büyük bir açıklıkla tafsilatlı cevaplar veriyordu. Sefer düzenlenecek komşu ülkenin casusuydu; seferin tam zamanı, ordunun tahminî asker sayısı, hangi yoldan gidileceği gibi konularda bazı yarım yırtık bilgiler edinmiş ama bunları ülkesine iletmeye fırsat bulamamıştı. Hükümdar en çok nalbantın eline teslim edilinceye kadar tek kelime konuşmayan casusun nasıl olup da tel tel çözüldüğünü merak etmişti. Nalbant, herkesin yaptığı şeyi yaptığını ama biraz farklı yaptığını söylemekle yetinmişti.

Hükümdar, casusun bildiği her şeyi anlattığına kanaat getirince boynunun vurulup kesik başının söz konusu komşu ülkenin sultanına gönderilmesini emretti. Hükümdarın kesik başı götüren iki atlısı kafayı komşu ülkenin hükümdarının sarayının kapısına atıp kaçmak isterken yakalandı ve bu defa da onların boynu vuruldu; küçük birer hasır sepet içine konan kesik kafalar iki atlı asker eşliğinde ters yönde bir yolculuğa çıktı. Kesik başları götüren askerler gittikleri ülkede yakalanıp aynı akıbete uğradı. İki hükümdar arasında bu karşılıklı kesik baş gönderimi birkaç defa tekrarlandı; daha da sürecek gibiydi ki, nihayet bir seferinde bu işle görevlendirilen atlıların ikisi yanlarındaki kafaları bir kuyuya atıp başka bir ülkeye kaçmayı akıl ettiler de hayli kafa israfına yol açan bu saçma sapan oyun sona erdi.

Bu arada hükümdarın cellatbaşılığına yükselen işkenceci nalbantın ünü yavaş yavaş yayılmış ve o zamanlar o taraflarda şahine benzer siyah renkli bir kuşa verilen ad olan “Zümmec” lakabıyla anılmaya başlamıştı. Hükümdar şüphelendiği herkesi Zümmec’in eline teslim ediyor o da en geç birkaç saat içinde adamların beyin kıvrımlarında ne kadar malumat, kalplerinde ne kadar uğursuz dolap, ciğerlerinde ne kadar hain hesap varsa bıçakla sıyırırcasına söküp alıyordu. Hatta bazı masum şüpheliler sırf işkenceden kurtulmak için hiç işlemedikleri suçları üstleniyor, yanından bile geçmedikleri büyük bir tezgâhın parçası olduklarını itiraf ediyorlardı. Yalanları ortaya çıkınca da bu defa devletin sorgu makamlarını gereksiz yere meşgul etmekten dolayı cezalandırılıp katlediliyorlardı.

Zümmec zamanla yaptığı işe uygun bir görünüme bürünmüştü. Zaten bu lakabı da o yüzden yakıştırmışlardı ona. Onun yüzüne, ille de gözlerine bakanlar sanki işkenceyle öldürdüğü adamların suretini görüyor, boğuk ses tonunda onların çığlıklarını duyuyorlardı. Baştan ayağa, sarıktan çizmeye siyahlara bürünmüş, kara gözlerine kapkara bir sürme çekmişti. Gözbebekleri katran dolu bir tasta açılmış dibi görünmeyen bir delik gibiydi. Mevzun vücudunu saran kat kat siyah elbiseleri ve siyah sarığı pek uzun boylu olmamasına rağmen iri kemikli vücudunu olduğundan çok daha uzun ve heybetli gösteriyordu.

İşkence odasına kurbanlardan başka kimseyi sokmuyordu, zavallı şüphelilere ne yaptığını kimse bilmiyordu ancak oradan çıkanların perişan hali içerde korkunç şeyler olduğunu gösteriyordu. Görünenler ve hakkındaki çoğu abartılıp efsaneleştirilen söylentiler zamanla etrafında bir korku duvarı meydana getirmişti; onunla birlikte yürüyen siyah bir duvar…

Hükümdar hariç, saraydaki herkes bu adama biraz korku, daha çok da nefretle bakmaya başlamıştı. Haksız da değildiler; hayatları bir bakıma onun elinde sayılırdı. Onun eline düşmek için hükümdarın biraz kuşkulanması yeterliydi. Herkesin birbirini kıskandığı, herkesin birbirinden kuşkulandığı, herkesin birbirinin kuyusunu kazdığı, her birinin ötekine kin bilediği, alttakinin üsttekinin makamına göz diktiği, üsttekinin alttakini elinden geldiğince ezdiği bu ülkede, hükümdardan sonra en önemli mevkiye Zümmec yerleşmişti. Aslında resmî anlamda onun üstünde bir sürü yüksek görevli saray memuru ve vezir vardı ama onun görünmeyen otoritesi gerçekte hepsinden üstündü.

Bu âlemde asla iki kişinin birden aynı anda sahip olamadığı, durmadan bir omuzdan ötekine uçan iktidar kuşu şimdilik onun omzuna konmuş gibiydi. Sarayın kuytu köşelerinde Zümmec’in zamanla Hükümdarın iktidarını da ele geçirip onu tahttan indirmese bile elinde kukla gibi oynatacağı lafları dolaşıyordu. Ancak bu fısıltıların Hükümdarın kulağına kadar gitmesi epey bir zaman aldı. Zümmec ise bu sırada işiyle meşguldü. “Tecrübehane” adını verdiği işkence odasında mesleğinde daha da ilerlemeye çalışıyordu. Nihai gayesi, insan bedenini istediği sesi çıkarabileceği bir saz gibi kullanmanın yollarını bulmaktı. Ancak insan bedeniyle uğraştıkça onun sırlarını ele geçirip ona her manada hükmetmenin ülkeler ele geçirmekten çok daha büyük bir fetih olduğunu anladı. İlle de “ruh” denen görünmez bedenin…

Yine hükümdarına hizmet edecek ancak artık esas işi bu olacaktı.
..............
(Sürecek)

Celal Çelik - 2 Aralık 2008 - İstanbul.

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..