Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Ocak '16

 
Kategori
Deneme
 

İKİ TARZ-I ŞİİR YA DA MERKEZİN ANADOLUYA BAKIŞI

İKİ TARZ-I ŞİİR  YA DA MERKEZİN ANADOLUYA BAKIŞI
 

Yaşam Sanat Dergisi Ocak/2016 Sayısı


 

16 Kasım 2013 tarihli Zaman Gazetesi’nde yazar Ali Çolak, köşesindeki  “iki tarz-ı şiir” başlıklı makalesinde edebiyatımızda iki tarz şiirin hüküm sürdüğünü ve bu nedenle iki farklı  şair tipinden söz ederek bu meselenin incelenmesi gerektiğini söylüyor.

 Yazıyı birkaç defa okudum. Zira ben de çeşitli , hatta  kitaba aldığım yazılarımda bu “mesele”den sık sık sözetmiş, kendi anlayışım çerçevesinde birşeyler yazmıştım. Konu ilgimi çektiği için, sözkonusu köşe yazısını keserek defterimin arasına koymuştum. Günü geldiğinde bu konuda bir kez daha yazayım diye. İşte sanırım o gün, bugündür

Yıllar önce düzenlediğim   Ölüdeniz Edebiyat Günleri’nde bu iki tarzın şairlernii biraraya getirmiş, epey de eleştiri almıştım ama Selim İleri’den öğreniyorum ki Behçet Necatigil’in de en büyük hayaliymiş İstanbul’un anlı şanlı şairleri ile Anadolu’nun yapayalnız şairlerini bir araya getirip birbirleriyle tanışmalarını sağlamak ve Anadolu   dergilerine destek vermek, onların yaşaması için çaba göstermek.

Bu bir özleyiş olarak kalmış Behçet Necatigil’de. Yine aynı gazetenin başka bir sayısındaki yazısında  şöyle diyor Selim İleri:

    “Özleyişler, hüzünler duyarak yıllar öncesine döndüm. Edebiyata her emeği sevgiyle, şefkatle kucaklamak isteyen Behçet Necatigil, bir öğleden sonraydı, sigara dumanlarıyla gri-mavi odasında, Anadolu’da yayımlanan bir edebiyat dergisini göstermişti bana. ‘Tanıtmak, yaşatmak gerekir bu dergileri’ diyordu. Büyük kentlerin anlı sanlı edebiyatçılarıyla bu dergilerdeki ‘yapayalnız’ şairlerin, yazarların buluşacağı günü özlüyordu, gözlerinin içinde o tuhaf, size de mutlaka yansıyan hüzün.

    Nice zamanlar geçti, eşsiz Necatigil’in bu özleyişi, bekleyişi, bu umudu bir türlü gerçek olamadı. Dahası, edebiyatı öylesine seven, yurt çapında kucaklamaya istekli kişiler de birer ikişer çekip gittiler yeryüzünden. Örnekse bir başkası, Attilâ İlhan. Ankara’da mıyız, İstanbul’da, Maçka’daki giriş katında mı; Attilâ Ağbi bir taşra dergisinden kendisine yöneltilmiş soruları yanıtlamış, ‘Çocuklar ne kadar dikkatle okumuşlar, düşünmüşler’…’’ diyor…

Bu yazının konuyu adamakıllı ele alması ve doyurucu bir çalışma olması amacıyla Ali Çolak’ın gazetedeki makalesini olduğu gibi alıntılayacağım.  Daha sonra da Selim İleri’nin yine aynı gazetenin başka bir sayısında aynı yazı hakkındaki yazısından alıntılar yapacağım ve daha sonra da kendi görüşlerimi sunacağım. Önce Ali Çolak’ın yazısını bir okuyalım:

 

İKİ TARZ-I ŞİİR

Bugün edebiyat çevrelerinde şiirden söz edildiğinde, çoğumuz dergilerde yayımlanan örneklerin ve adını bildiğimiz şairlerin basılmış kitaplarının kastedildiğini anlıyoruz.

 

Bizden şair adı istediklerinde ise ya edebiyat tarihine geçmiş, klasik değeri kazanmış ustaları yahut çağdaşımız, okuyup sevdiğimiz şairleri söylüyoruz. Bunda şaşılacak bir durum yok elbette. Çünkü dolaşımda olan ve genel kabul görmüş şiir budur. Peki, gerçekten de Türkiye’de şiir dendiğinde herkes aynı şeyi mi düşünmektedir ve şiir sadece bir kanaldan mı akıp gitmektedir? Başka bir deyişle, sadece bir tür şiir mi yazılmaktadır ülkemizde.

     Durumun böyle olmadığını, aksine birbirinden çok uzak ve asla bir araya gelemeyecek iki ayrı şiirin yaşamakta olduğunu Anadolu’ya çıktığınız ilk andan itibaren fark edersiniz. Evet, Türkiye’de birbirine hiç benzemeyen, apayrı dünyalarda seyreden ve biri diğerini hiç mi hiç umursamayan iki farklı şiir yazılıyor. Bu iki türün şairleri de apayrı dünyaların insanı olarak yaşıyor ve birbirinin yazdıklarını okumak gereği duymuyorlar.

     Bu, neresinden baksanız, şiir açısından ilginç bir durum ve üzerinde durulmayı fazlasıyla hak ediyor. Anadolu şehirlerinden birine ne zaman gitseniz, meçhul bir şairle karşılaşırsınız. Kendisinde doğuştan bir şiir madeni ve hâkim olunamayan, coşkulu bir yazma arzusu bulunduğunu anlatan bu meçhul şairlerin en büyük derdi, eserini tanıtacak bir imkâna ulaşamamaktır. Kitaplarını bir şekilde bastırmışlardır ama nedense tanınmak, bilinmek ve geniş kitlelere ulaşmak problemini çözememişlerdir. Edebiyat ve sanat dünyası ise kendilerine karşı adamakıllı kör ve sağırdır. Bu durumda başvurulacak tek yol, kendi kitabını kendisi dağıtmak; eşe dosta, tanıdıklara ve ‘merkez’den gelmiş yazar, şair, gazeteci gibi tanınmış insanlara ulaştırmak, böylece o kör ve sağır duvarları aşmanın bir yolunu aramaktır. İşin açığı, kimileri bunu da önemsememektedir, onun için önemli olan yazmak ve dar çevresinde de olsa bir şair olarak bilinmektir. Belki de ümidini bütün bütün yitirdiğinden, büyük denizlere açılmak gibi bir kaygısı kalmamıştır artık.

     Günümüzde daha çok Anadolu’da yazılagelen (söylenegelen mi demeliydim) bu şiirin kendi içinde iki ayrı yolu izlediğini, bu meçhul şairlerin ya Karac’oğlan tarzı koşmalar ya da tekke şiirini andıran dinî ve hikemî şiirler söylediğini görüyoruz. Ne var ki, her iki yoldan gidenler de bugün kaynaklarından çok uzaklara düşmüş; bir ırmağın uzak kolları gibi hayatiyetini büyük ölçüde yitirmiştir. Yitirmiştir çünkü, hem Karac’oğlan’ın temsil ettiği âşık tarzı halk şiirinin hem de Ahmet Yesevi, Hacı Bayram-ı Veli geleneğine yaslanan tekke şiirinin iklimi çoktan dağılmıştır; üzerinde yürünecek bir zemin kalmamıştır. Şiirin bir iklimin meyvesi olduğunu, orada akıp geliştiğini söylemeye gerek bile yoktur. Bugün, bu iki geleneğin izinde şiir yazan/söyleyen meçhul şairlerin pek çoğu, kaynakla bağlarını yitirdiklerinin farkında değildir. Bu yüzden şiirleri ne dünün devamıdır ve o hakikaten güçlü şiir damarının sesini taşımaktadır ne de çağdaş şiirin kazanımlarından haberdardır. Dün ile bugün arasında kalmış, ne düne ne de bugüne ait olabilmiş bir şiirdir bu. Elbette en büyük handikap, bu şairlerin şiirin, kelimelerle değil, (Mallarme’in sözünü hatırlayalım) hislerle yazıldığını zannetmeleridir. Fikirle ve hislerle...

     Biz ne dersek diyelim, ortada bir gerçeklik var. Anadolu’da bambaşka bir şiir yazılıyor ve bu şiiri yazanlar, asıl şiirin kendi yazdıkları olduğuna inanıyorlar. Kendileri dışında, bizim şair diye bilip okuduğumuz şairlerin hiçbirini de tanımıyor, okumuyorlar. Günümüzün edebiyat dünyası ise bu meçhul şairleri şairden saymıyor ve tanımıyor. Alın size derin bir mesele. Ortada bal gibi iki tarz-ı şiir ve iki tip şair var. Düşünmeye, incelemeye değmez mi?”(ALİ ÇOLAK’ın 16 Kasıım 2013 ZAMAN’daki yazısı)

 

Ve şimdi de sıcağı sıcağına Selim İleri’nin bu yazı ile ilgili değerlendiremelerini görelim:

“Değerli Ali Çolak 16 Kasım 2013 tarihli Zaman’da, kendi köşesinde “İki tarz-ı şiir”i yayımladı. Çolak, bu önemli yazısında, özetin özeti, yurdumuzda iki ayrı şiir yazıldığını saptıyordu

İlki, dergilerde yayımlananlar, adları sanları belli şairlerin kitapları; ikincisi, başta İstanbul, büyük kentlerden uzakta, taşrada yaşayan şairlerin yazdıkları. Ali Bey, kendi köşelerinde, Anadolu’da, hemen hepsi adsız sansız şairlere ilgisiz kalış için üzüntülerini dile getirmişti.

    Galiba en çok şu satırları dokundu bana:

    ‘Anadolu şehirlerinden birine ne zaman gitseniz, meçhul bir şairle karşılaşırsınız. Kendisinde doğuştan bir şiir madeni ve hâkim olunamayan, coşkulu bir yazma arzusu bulunduğunu anlatan bu meçhul şairlerin en büyük derdi, eserini tanıtacak bir imkâna ulaşamamaktır. Kitaplarını bir şekilde bastırmışlardır ama nedense tanınmak, bilinmek ve geniş kitlelere ulaşmak problemlerini çözememişlerdir.’

    Yarım yüzyıla git git yaklaşan yazarlık yaşamımda birçok Anadolu kentine gittim. Çoğu kez ‘yazar’ kimliğimle. Bir imza günü, bir söyleşi, fuarlar, bir üniversitenin ağırlayışı. Her defasında o şairlerle tanıştım. Yalnız şairler mi; kimileyin hikâyeciler, deneme yazarları. Kitaplarını armağan etmek inceliğini gösteriyorlardı. Aralarında yıllardan beri şiir, öykü yazanlar vardı.

    Sonrası mı; Ali Bey’den okuyalım:

    ‘Edebiyat ve sanat dünyası ise kendilerine karşı adamakıllı kör ve sağırdır. Bu durumda başvurulacak tek yol, kendi kitabını kendisi dağıtmak; eşe dosta, tanıdıklara ve ‘merkez’den gelmiş yazar, şair, gazeteci gibi tanınmış insanlara ulaştırmak, böylece o kör ve sağır duvarları aşmanın bir yolunu aramaktır.’

(…)

 Oysa, merkezden gelenler, hemen hep teşekkürlerle geçiştirirler. Ne yalan söylemeli; bin bir emek, heves ve hayalle yazılmış o kitapların çoğu kez otel odalarında, kapakları açılmadan unutulduğu yürek yakıcı bir gerçektir.

Tersini düşünelim, aldınız, okudunuz, bir yerlerde iki satır da olsa andınız; neye yarar? Yine yitiklere karışıp gidecektir…

    İki tarz-ı şiir… Fakat daha da vahim bir şey var: Bu şiirler ayrılığı gibi, yaşamlar, yaşam biçimleri ayrılığı, hem de her alanda, handiyse nefes alışta bile. Ali Çolak’ın yazısını biraz da böyle okudum. Birer zenginlik, yaşama kültürüne katkı olabilecek bu ayrılıklar, birer keder olup çıkıyor, kendimi bildim bileli.

    Sanıyorum bu ağır kederde, son yıllarda siyasetin de büyük payı var. Birleştirici olmanın çok ötesinde, git git daha ayırıcı, daha cepheleştirici siyasetler, Çolak’ın söz açtığı o iki şiir tarzı gibi, hayatları da ikiliklere, üçlüklere, beşliklere sürüklüyor.

    Ustalar ustası Gülten Akın’ın özlü ‘Bir Gün’ şiiri:

    “Göstere göstere bilediğin bıçak / bir gün elini kesecek’… “

Bu kadar uzun alıntıdan sonra hemen unutmadan şunu söyleyeyim: Behçet Necatigil’in düşüncesini ben bu bilgiden haberim olmadan defalarca yerine getirdim. Ölüdeniz Edebiyat Günleri kapsamında 5 yıl üst üste düzenlediğimiz etkinlikler de bu birbirinin farkında olmayan “iki tür şiir yazarları”nı bir araya getirdim.  Aynı sahnede şiirler okudular birbirlerine alttan alta gülümseyerek. Ne faydası oldu bilmiyorum ama en azından birbirlerinin şirinin farkına vardılar.

Selim İleri’nin dediği doğru. İstanbul’dan gelen “anlı şanlı” yazarlar Anadolu’daki şairlerin büyük heyecanla kendilerine verdikleri kitapları , yük olmasın diye kaldıkları otellerde bırakıp gidiyorlar.Büyük saygısızlık! Ben Anadolu’da iyi şiir yazıp da bu şekilde davet edilerek gelen şairler tarafından merkeze taşınan şair çok nadir gördüm. Herkes kendini bir çıta daha yukarı taşıma telâşında. Merkezden gelen şair ancak yükselmeye çok doymuş deyim yerindeyse kemâle ermiş ve komplekslerinden arınmış bir şair olacak ki senden benden sözedebilsin. Ama böyle şairlere de yaklaşabilmek ve ilişki kurabilmek kaç kişiye nasip olur bilmem artık.   Ben böyle bir şansı 11 yıl önce yakalamıştım. Çok kıymetli hattat dostum Etem Çalışkan’a Köyceğiz’de arsa bakarken, rahmetli Çetin Altan’ı da ziyaret etmiştik. Etem Bey ve Çetin Altan yıllar önce birlikte gazetecilik yapmış çok samimi iki dosttu. Etem Çalışkan beni tanıştırırken şair olduğumdan sözedince,  Çetin Altan kitaplarımın yanımda olup olmadığını sordu. Sevinçle hemen gidip arabamın bagajından “Aklımda Sen” ve “Bizim Olan Ne Var Ki” adlı kitaplarımı kendisine imzalayıp verdim.Hemen oracıkta okumaya başladı ve çok beğendiğini söyledi. Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde zaman zaman şiirlerimi yayınladı. Etem Çalışkan dostum olmazsa ben nereden gidip de Çetin Altan’a şiirlerimi okutturacağım. Bir de şair dostum Sunay Akın Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde küçük bir yer ayırmıştı. Hepsi bu. Ben ki yıllardır edebiyat etkinlikleri düzenleyen biriyim. Yani merkezin tanıdığı biri. Buna rağmen merkezin Anadolu’ya bakışı epey yüksekten. Belki de bizleri karınca gibi görüyorlardır kim bilir’ Keşke birileri onlara uçağın daha havalanmadığını ve gördüklerinin gerçekten karınca olduğunu  söyleme cesaretini bir gösterebilse.

Ben bu cesareti gösterenlerden biriyim. Bu yüzden de ona buna dayanma gereği duymadan, kendi yetenek , bilgi ve tecrübeme güvenerek Anadolu’dan bir dergide yazmaya devam ediyorum. Adana’da Yaşam Sanat Dergisi. Dopdolu, pırıl pırıl bir dergi. Şairleri, yazarları donanımlı çağdaş şair ve yazarlar. Anadolu’dan tüm ülkeyi kucaklayan bir dergi. Dergi’nin başında Mehmet Taşar var. Sanat Yönetmeni Duran Aydın. Hiç aksatmadan yıllardır dergiyi her ayın ilk gününde çıkarmayı başarıyorlar.

En sonda söyleyeceğimi şimdi söylemiş oldum. Lafı fazla uzatmadan. Çünkü artık internet öyle yaygın ki, dünyayı evimize taşıyor. Taşra marşa kalmadı. Mekân olarak her yer merkez. Taşra ise kafaların içinde kalmış bir anlayış. Yani taşra artık merkezden uzak bir mekân değil, kafaların içinde yer etmiş bir “anlayış.”  Bu taşralı yazarlar,  şairler Anadolu’da olduğundan daha fazla İstanbul’da, Ankara’da var. Gözümle gördüm.Ve tam tersi şekilde, Anadolu’nun en ücra köşesinde çağdaş şiiri yakalamış bir şairi görmek mümkün.

İki tarz-ı şiir Adana’da, Mersin’de var. İstanbul’da Ankara’da da var. Sorun mekân değil anlayış sorunu çünkü. Bunun için de kafaların içinde aramak lâzım farklı farklı yazılan şiirlerin kaynaklarını.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 264
: 1128
Kayıt tarihi
: 30.04.07
 
 

1956 Sarıkamış Kars doğumluyum. 6 şiir kitabım ve 2 deneme kitabım var. son kitaplarımı B..