Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Ağustos '08

 
Kategori
Blog
 

İkinci İzmir MB yazarları buluşması

İkinci İzmir MB yazarları buluşması
 

Şükrü Bey'in fincanında pişirilmiş sade kahvesi


Pazar gününü ne güzel anlatmış arkadaşlar. Ben de o buluşmadan ötürü duyduğum sevinç ve kıvancımı dile getirmek istedim.

Birinci toplantıyı kaçırmıştım ama bu kez geç de olsa katılabilecektim. Konak'tan Mustafa Bey'e telefon ettim. Coşkuyla buyur etti. Çok yeni MB üyesi arkadaşım İzmirim ile sıcak Kemeraltı'na girdik, sıcak kalabalıkta yürümeye başladık. Şükrü Bey'in yerini bulduk, uzaktan Mustafa Bey'i yeşil gömleği ve özgün saçlarıyla hemen tanıdık. Mavilim masmaviydi. Grubu selamlayınca bizi nasıl sıcak karşıladılar!

Enerji yüklü bir filmin içine düşmüş gibiydik. Bir han, takma adlar, gerçek adlar, pırıl pırıl gözler, gülen yüzler, güneş, çınar, çardak, kediler, şemsiyeler, kilimler, bayraklar, türküler, saz, şiir, buz gibi soğuk sular, mavi tabaklar, pastalar, börekler, meyveler, çaylar, kahveler, hem de fincanında tek tek pişirilmiş kahveler...

Kahveye çok düşkün olmadığım için bugüne dek aklıma gelip de fincanında pişmiş kahveyi hiç denemek istememiştim. İçince şekersiz içerim. Ayy ne lezzetliymiş! Üzerinde köpük ama nasıl köpük! Kahvenin renginden daha koyu kahverengi, krema gibi bir tabaka üzerinde iki üç hava kabarcıklı, boncuklu bir kahve! Kahveli üç beş anım gözümde canlandı birden: Tunus gezisinde Türk olduğum için zarafeten sundukları, Türk kahvesi diye içirdikleri fincandaki köpüksüz ama suyuna gül suyu eklenmiş kahve(msi bir sıcak içecek); Karadeniz gezisinde bir yaylada Türk kahvesi sipariş ettiğimiz kahvecinin 'O da ne abla, artık neskafe içiliyor!' diye kendince bizi küçümsemesi; kahvesiyle ünlü bir kafeteryada annemin ivecenliği ve beklediği kahvenin gecikmesi üzerine o markanın elemanıyla tartışması, çocukcağızın sabır, saygı ve tatlılıkla kahvenin annemin de dediği gibi Yemen'den(!) geldiğini söylemesi, annemin ilk yudumda sakinleşmesi, dişlerinin ve dilinin simsiyah boyandığının ayırdında olmaksınız hararetli konuşmasını sürdürüp kahvenin cinsi ve nasıl pişirildiği üzerine söyleşiye girişmesi:))...

Şükrü Bey'in çay ocağını tavaf edemedim, bir dahaki sefere nasıl piştiğini görmek ve fotoğrafını çekmek gerek. Oturur oturmaz fotoğraf makinemi boynuma astım, aynı noktadan ne çok fotoğraf çekmişim! Genel plan çekimlerde karşıma oturan arkadaşların fonu hep aynı, çay ocağının kapısına doğru olan duvarda Kâbe ve (sanırım) Sacré Coeur halıları asılı, aralarında da bayrağımız dalgalanıyor. Bu mozaik önünde saz çalınıyor, Mavilim dolaşıyor, Mavilim kolonya ve şeker ikram ediyor; değerli büyüğümüz Hilmi Bey elinde kâh kitabı, kâh cep bilgisayarı bir masadan diğerine davet ediliyor, güçlü, güzel sesiyle şiirler okuyor; Adem Bey ve Mustafa Bey şakalaşıyor; Gülgün Hanım ile Alyoşa Hanım güzel gözleriyle ortamı ışıtıyor; güneş ısırıyor, yakacak oluyor üzerine su serpiyor, iki şiir dinliyor serinliyoruz.

Sayısal fotoğraf makinem benden daha çok övgü aldı(!) ama sonuç? Arkadaşlarım, biliyorum benden fotoğrafları bekliyorsunuz ancak söylemeye dilim varmıyor, sonuç çook dramatik!

İçinde, önceden çektiğim fotoğraflarım ve Adem Bey'in çektikleriyle birlikte 100 kadar 'MB İzmir İkinci Buluşması' fotoğrafları oluşmuştu. Düşük enstantane ve yüksek asalı fotoğraflar çekmişiz! Çoğunlukla ruhlar alemi(!) temalı gibi olmuşlar. Hani tekniksiz sulu boya etkili ya da penning denemeleri vardır ya...

Anımsar mısınız ya da izlediniz mi bilmiyorum; Zemeckis'in 1997 yapımı Jodie Foster'lı bir filmi vardı, adı Contact... J. Foster'ın yerküreden daha uzaklaşamadan uzay aracıyla yere yeniden düştüğünü söylerler, o ise uzayın derinliklerinde saatlerce babasını görmüştür, pastel bir dünyada erinçli anlar geçirmiştir ancak kimseyi inandıramamaktadır, dünya saatine göre fırlatılmasıyla yere düşmesi bir olmuştur. Jodie'nin tek kanıtı ise çektiği video filmdir. Filme bakarlar, karyağdılı bir ekran görür, duyarsız elektro-mekanik bir fısırtı duyarlar, o kadar... Kızcağız çok üzülür ama ilginç bir başka şey vardır: Bu karyağdılı görüntü ve ses, kayıt olarak tam 14 saat sürmektedir.

Benim karelerde kar yok ama yanlış ışıkta yanlış çekime başkaldırmış milyonlarca piksel var(!). İşte bu netlik sorunlu, bol grenli ve hareli fotoğraf kareleri üzerlerinde iki üç tık oynayıp dramayı dağıtmaya çalıştım. E-posta adreslerini aldığım arkadaşlara göndereceğim, ne olur kusura bakmayın. Günün tatlı heyecanı ve yeni kameramı daha tanıyamamışlığım nedenleriyle gece çekimi gibi olmuş. Güneşin ışık etkisi azalırkenki saatlere denk düşenler biraz daha iyice. Ne de olsa bu güzel günün anılarıdır, özel bir dosya açıp saklayacağım... Diğer arkadaşlar da çekmiş ve yayınlamış, ellerine sağlık; çok güzel ve net fotoğraflar. Ben de, bu makineden çekilenlerin aralarından düzgünce olanları blog'a ya da galerilerime ekleyeyim.

Yazmakta geciktim, çünkü dün Key kuyruğundaydım. Geçen hafta kuyruk yoktu, benimki dışında tüm dilekçeler verilmiş deyip pazartesi gününe attım o işi. Meğer benim gibi düşünen ne çokmuş! Köşedeki kafeteryaya değin o klasik kuyruk vardı, Topçu'nun önünden sokağın içine uzanmıyordu neyse ki... Sıcaklarda kolay kolay 'Üf!' demem, ama o kaynar sıcakta beklerken tansiyonum 70-40 olmuştur, düşük kan basıncımı ve yavaş metabolizbamı tanıdığım için emboli olasılığının üzerini çizdim ama yüreğim azıcık daraldı, acaba bana ne oldu? Mavi parmaklıkların önünde, tepedeki klima dış ünitelerinden eşit aralıklarla başıma su damlatma işkencesine de dayandım; hatta dışı gazete kaplı kitabımı açıp okudum, sıra arkadaşlarımla ortamı eleştiren söyleşilerde bulundum; Key itiraz prosedürü konusunda danışmanlık yaptım, ıslak mendil dağıttım. Bir saat ayakta bunaldımmm! Ay bu kuyruğa yakın bir ambulans neden bekletmezler? Telkinle ayakta kaldım! En sonunda 6 numaralı gişeye dilekçemi verdim! Üç dört ay kadar bekleyeceğimi söyledi görevli. Üç ay, beş ay; neyse hakkımı aramaya yönelik bir eylemcikte bulunmuş oldum, içim rahat evime döndüm; İstanbul'dan kuzenler gelecekmiş, içim açıldı, söyleşmek eğlencelidir onlarla ve gerçekten dinlendim. Dün gece bu yazıyı yazmaya başlamış ve yarılamıştım, 'blog taslak kayıt, kayıt..' diye ilerliyordum; bilgisayarım kilitlendi; sabırla bekledim, kapattım, açtım, Internet bağlantısı geldi ki ne göreyim! Taslak falan yok, uçmuş! Çalışma odam saunaya dönmüştü, yaprak kımıldamıyordu, baştan başlayacak yüreğim kalmamıştı; bu sabah yazayım dedim.

Sonracığıma... İşte Şükrü Bey'in yerinde, güneş bizim masalardan yükselen saza ve söze kulak kabartmaktan caydı, daha batıya yöneldi, biraz serinledik; Şükrü Bey çınar altına ve masamızın altına hortum tutturdu, sulandık; uzun bacaklı kediler erinçsiz kımıldadı, gerindi, yer değiştirdi. Asma yaprakları arasındaki salkımlardan ellerimize pıt pıt üzümler düştü. Kemeraltı akşam kokularını sürünmüştü; güneş, ateşten bir top olmuş körfeze bakıyordu, az sonra kızarmış gözlerle uykuya dalacak mahmurluktaydı. Kış toplantılarında bu denli sıcak bir güneş bulamayacağız. Kazaklarımızı giyip oturacağız, ama İzmir'in güneşi yine bizim izimizi sürecek, toplandığımız mekânlara uzanacak, MB'çuları ısıtıp, ışıtıp aydınlatacak.

Bu unutulmaz günü düzenleyen arkadaşlara çok teşekkür eder; tüm blog yazarı arkadaşlara sevgi, selam ve saygılarımı iletirim.

Esenlik dileklerimle...

 
Toplam blog
: 101
: 2403
Kayıt tarihi
: 18.11.07
 
 

İzmir'den merhaba! İzmir'de, Göcek'te, Marmaris'te, Milas'ta, Söke'de, Bodrum'da sonra yine İzmir..