Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Temmuz '06

 
Kategori
Öykü
 

İlk kitapçım

İlk kitapçım
 

Kitapları seviyorsanız kitapçıları gezmeyi de seviyorsunuzdur muhtemelen. Raflarında binlerce kitabın sergilendiği, pırıl pırıl, ışıl ışıl, rengârenk dükkânlar. Kitapseverin içine girince kendini kağıt kokusunun sarhoşluğunda kaybettiği, bir nevi okur tapınakları...

Şimdi kitap, para kazandıran, şöhrete ulaştıran bir uğraşı; kitapçılık kârlı bir işkolu. Oysa fazla değil, bundan yirmi, yirmi beş yıl önce kitapla uğraşmak zor bir işti. Ne satanı maddi açıdan mutlu eder ne de okuyana kolay ulaşırdı. Üstelik pahalı ve tehlikeli şeylerdi; almak için para, yakmak için ateş gerekirdi.

Önceleri, daha da önceleri, okumayı daha ilkokula bile başlamadan söküp, kitapların peşine bir oyun arkadaşımı arar gibi düştüğüm yıllardı. 1970’li yıllar... Tarihimizin en masum çağında, haritamızın en güneşli kenti Antep’te tanıştım ilk kitapçımla. Büyük ihtimalle, en azından o zaman için, dünyanın en küçük kitapçısıydı. Alnında, göz altlarında, ağzının kenarlarında ağaçların yaş halkalarını andıran kıvrım kıvrım derin çizgilere bakılırsa da aynı zamanda en yaşlı... Eriyip, uçları sivrilmiş kemikleri, zayıf derisini kimi yerlerinden yırtıp çıkmak ister gibi fırlamıştı. Başındaki takkesi, son düğmesine kadar iliklenmiş yakasız gömleği ve gömleğin üstündeki yeleği hiç değişmez, sadece soğuk havalarda bunların üstüne kumaşı eprimiş Halep işi pardösüsünü giyerdi. Çarşının ayakkabı, hırdavat, bakır, urgan, nalburiye eşyası gibi şeyler satan, taş yapılı tahta kepenkli dükkânlarından birinin bir köşesinden bölünmüş “dükkân”ı, üzerinden hiç kalkmadığı küçük taburesi, kırık dökük raflar ve kitaplar vücudunun birer parçası gibiydi. Hepsi yaşlı, yorgun, tozlu...

Duvarlara rasgele, düzensizce iliştirilmiş raflarında ve önündeki ters çevrilmiş mevye kasasının üstünde birkaç nüsha Kur’an, Namaz Hocası, Mızraklı İlmihal, Yasin-i Şerif, Hz. Ali’nin cenklerini anlatan Kan Kalesi Cengi, Hayber Kalesi Cengi, Zaloğlu Rüstem, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu, Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı, Andersen masalları ve Kemalettin Tuğcu’nun hepsi birbirine benzeyen kitapları bulunurdu. Hemen hepsinin karton kapaklarında konusuyla ilgili renkli bir tasvir yer alırdı. Şaha kalkmış atının üstünde çatal uçlu kılıcını savuran Hz. Ali; sevdiği Şirin’e kavuşmak için dağı delmeye çalışan Ferhat; bir akarsu kıyısında saz çalıp türküler yakan Karacaoğlan; hain kurdun tuzağından habersiz, anneannesine yemek götüren Kırmızı Başlıklı Kız... Arka kapakta ise bir tenhalık gözlenirdi. Orayı bugünkü gibi barkodlar, bandroller, tanıtım yazıları ya da yazarların fiyakalı fotoğrafları süslemez; kimilerinde sadece fiyat, kimilerinde de onun yanı sıra yayınevinin öteki kitaplarının bir listesi yer alırdı. Belki de kitap, o günlerde mal olarak görülmediğinden, arka kapakta “fiyat” yerine “hediyesi” yazardı. Hediyesi: 150 kuruş... 200 kuruş...

Pazar günleri çarşıyı dolaştıktan sonra eve dönerken ona uğrar, en az bir kitap alıp, daha yolda yürürken okumaya başlardım. Şehirde sefil harçlığımla alışveriş yapabileceğim yegâne kitapçıydı. Ama sadece bunun için gitmezdim o dükkâna. Ordan kitap almak aynı zamanda çok sevdiğim bir oyundu benim için. Önce kitapları şöyle bir uzaktan inceler; sonra birisini alıp sayfalarını karıştırır, evirir çevirir, fiyatına bakar, cebimdeki paranın yetip yetmeyeceğini hesaplamaya koyulur; kapaktaki “hediye”yle cebimdeki “kuruş”ları bağdaştırmaya çalışırdım. O ise elinde tespihi, ilgisizmiş gibi, ne düşündüğünü açığa vurmayan bir ifadeyle hangi kitabı seçeceğimi beklerdi. Hiçbir zaman tek kitapla yetinmez, birkaç tane birden almak isterdim. Ancak yine hiçbir zaman zavallı bütçem buna elvermediğinden bu kez pazarlığa girişirdim. İki tanesi 3 lira tutuyorsa, “2 lira olmaz mı?” diye sorardım. “Olmaz, iki buçuk liraya gelişi var” diye cevap verirdi. Israr edersem, “Birini gelecek hafta al” derdi. Ama gelecek haftaya kadar bekleyemezdim. Hem zaten dükkânda en fazla iki nüshası bulunan kitap o zamana kadar satılabilirdi. Sonuçta, eğer almaya karar verdiğim kitabın ikisinden de vazgeçemiyorsam, paranın kalanını sonraki hafta vermek üzere anlaşırdık.

Yine bir pazar günü yeni kitaplar almak için uğradım. Ama kitapçım kapalıydı. Buna ilk kez rastlıyordum. Garip bir yalnızlık duygusuna kapıldım. “Belki işi vardır, belki de hastalanmıştır. Hafta içinde bir daha uğrarım” diye düşündüm. Uğradım da... Ama dükkân bir daha hiç açılmadı. Bitişiğindeki ayakkabıcıya sordum, “Kitapçı öbür tarafa gitti” dedi. Çarşı upuzun bir caddeden ibaretti, zaten adı da “Uzunçarşı”... Oranın “öbür taraf”ı neresi olabilirdi ki? Acaba başka bir semt mi? Aksi yüzlü ayakkabıcıya bir soru daha sormaya cesaret edemedim. Eve geldiğimde babama sordum. Aldığım cevaba üzüldüğüm kadar da şaşırdığımı hatırlıyorum.

Oraya bir daha gittim. Durumu kabullenmeme rağmen, kitapçımı yine orada, tespihini çeker, taburesinde oturur vaziyette bulacağımı ümit ediyordum. Genellikle pazar günleri çarşının açık tek işyeri orası olurdu. Ama artık o da kapalıydı. Kitaplar hâlâ orada mıdır diye, bir şeyler görebilmek umuduyla kepengin aralığına gözümü dayadım. Tahtaların aralığından sızan ışık huzmesi içeriyi hafifçe aydınlatıyordu. Evet oradaydılar. Ama onlar da benimle aynı duyguyu paylaşır gibiydiler; sıkıntılı, tedirgin, bir şeylerini yitirmiş... İçlerindeki olayların kimi düş, kimi gerçekti. Kahramanlarının kimi gerçekten, kimi ise sadece yazarının düşüncesinde var olmuştu. Ama yazılıp ete kemiğe bürünmüşlerdi; ve ancak okundukça yaşayabilirlerdi. Şimdi kepenkler, bir tarihi kapatır gibi kapanmıştı üstlerine. Karacaoğlan’ın billur bir dere kenarında çaldığı sazı susmuş; Hz. Ali’nin güneşte parıldayan çatal uçlu Zülfikâr’ı bir daha çıkmamak üzere kınına girmiş; Ferhad yorulmuş, dağları un ufak ettiği çekici bir kenara düşmüştü.

Omuzlarımda bir ağırlık, caddenin daha yukarılarına, sinemaların, büyük kitapçıların olduğu Suburcu’na doğru yürüdüm. Küçük kitapçının olduğu köşe, çarşının o en sevdiğim bölümü bakmaya korktuğum bir mezarlıktı benim için...

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..