Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Haziran '12

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

İnanç Mekanları gezi notları

İnanç Mekanları gezi notları
 

KARACAAHMET SULTAN ATININ MEZARI


Üyesi olduğum dernek 1 Nisan 2012 Pazar günü İstanbul un Anadolu Yakasındaki inanç mekanlarını tanımak için bir gezi düzenledi. Geziye katılacaklardan İstanbul yakasında oturanlar Taksim Atatürk Kültür Merkezinin önünde buluştu. Kiralanan minibüs ile karşıya geçtiler ve Anadolu yakasındaki grupla birleştiler. Grup yaklaşık 50 kişiden oluşuyordu. Birçok üye geziye eş ve çocuklarını da getirmişti. Çok renkli bir grup oluşmuştu.

Gezinin ilk durağı Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi idi. Ana caddeden  oldukça yukarda olan tekkeye zorlu merdivenleri tırmanarak ulaştı grup.

Gruba rehberlik eden dernek üyesi Sezai, tekke hakkında geniş bilgiler veriyordu. Sezai sanat tarihi konusunda üniversitede ders veren ve bu alanda uzman bir kişiydi.

 İlk önce tekke nedir? onu açıkladı, tekkeyi “Tasavvuf mensuplarının, tarikat adamlarının toplanıp ayin yaptıkları, sürekli olarak oturdukları orta büyüklükteki yapılara tekke veya dergâh denilmektedir.”  şeklinde açıkladı. Özbekler Tekkesi ünlü müzik adamı  Ertegün ailesine ait bir vakıf tarafından restore edilmiş. Tekke, 1752-1753 yılında Maraş Valisi Abdullah Paşa tarafından Orta Asya'dan İstanbul'a gelen Nakşibendî tarikatına mensup dervişler için kurulmuş. Yapı L şeklinde bir plana sahip ve haremlik, selamlık, mutfak, derviş odaları, mescit ve tevhidhaneden oluşmakta.

Grup tekke hakkındaki bilgileri aldıktan sonra hemen yanında bulunan Aziz Mahmud Hüdai türbesi hakkında da bilgiler aldı. Aziz Mahmut Hüdai, Anadolu velilerinden olup, Celveti Tarikatının piriymiş. Şereflikoçhisar’da 1541 yılında doğmuş, çocukluğu orada geçmiş ve ilköğreniminden sonra İstanbul’a gelerek Ayasofya Medresesi’nde öğrenim görmüş. Hocası Nazırzade Ramazan Efendi ondaki kabiliyeti görerek yanına yardımcı almış. Bu arada Halveti şeyhlerinden Muslihüddin Efendi’den tasavvuf dersleri almış. Nazırzade Muslihuddin Efendi Edirne’de Sultan Selim Medresesine atanınca Hüdai Efendiyi de beraberinde götürmüş. Nazırzade Ramazan Efendi Şam ve Mısır’a giderken Hüdai Efendi’yi de beraberinde götürmüş. Orada Halvetiye Şeyhi Kerimüddin Efendi’den Usul-i Esma dersi görerek tasavvuf yolunda ilerlemiş. Bundan sonra hocasının Bursa kadılığına tayin edilmesi üzerine O da Bursa’ya gelmiş, Ferhadiye Medresesi’nde müderrislik yapmış. Nazırzade Ramazan Efendi’nin 1576’da ölümü üzerine de Onun yerine Bursa Kadısı olmuş.

Aziz Hüdai Efendi, bir gece rüyasında cennetlik sandığı birçok kişiyi cehennemde, cehennemlik sandığı birçok kişiyi de cennette görürmüş. Bunun üzerine uyanır uyanmaz Üftade Hazretlerine giderek kendini Ona teslim etmiş. Malını mülkünü, her şeyini Bursa’da fakirlere dağıtmış, Üftade Efendi tarafından özel olarak kesilmiş bir kestane sopası üzerine ciğerler asarak ciğer satmış. Bu olay tarikata girecek makam sahibi kişilere benliklerini eritmek için uygulanan bir usulmüş. Böylece Hak yoluna girer ve Üftade Efendi Hazretlerinin en iyi öğrencilerinden olunurmuş. Bir süre sonra da Üftade Hazretleri Onun kemale erdiğini görmüş ve İstanbul’a göndermiş.

İstanbul’da Sultan I. Ahmet (1603–1617) zamanında Üsküdar’da kurduğu dergâhında öğrenciler yetiştirmiş. Küçük Ayasofya ve Fatih Camilerinde tefsir, hadis ve fıkıh dersleri vermiş. Otuza yakın Arapça ve Türkçe kitabı bulunuyormuş. Bugün bu yazma kitaplar Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’nde bulunmaktaymış. Aziz Mahmud Hüdai Efendi İstanbul’da 1628 yılında ölmüş.

Aziz Mahmud Hüdai’nin türbesi kuzey-güney yönünde peş peşe sıralanmış bölümler halinde. Giriş bölümü, türbedar odası ve üzeri piramit biçimli asıl türbe kısmından meydana geliyor.
Türbede Aziz Mahmud Hüdai Hazretlerinin yanı sıra oğulları Evliya Mehmet Muhtar Efendi (1595), Mustafa Ebrar Efendi (1595), Ali Murtaza Efendi (1601), Abdülvahit Efendi (1611), Ahmet Sıdık Efendi (1624), kızları Ayşe Hanım (1600), Fatma Zehra Hanım (1624), Zeynep Hanım (1642) ve torunu Fatma Zehra Hanım (1642) olmak üzere on bir sanduka bulunmakta.

Grup bu bilgileri aldıktan sonra  türbenin içini gezmeye başladı. Türbenin içi çok kalabalıktı. Türbenin içinde büyük bir mezar yanında da  küçük mezarlar vardı. Bunlar da tekke şeyhinin çocuklarının ve torunlarının mezarıydı.

Mezarların yanında bazı insanlar oturmuş dua ediyor, bazıları mezarların etrafını dolaşıyorlardı.

Anadolu'da da ve İstanbul da birçok türbe gezmiştim. Manzara  hiç de bana  yabancı değildi. Tek şaştığım şey; uzun yıllar Üsküdar’da oturmuş, ilk orta ve lise yıllarımı Üsküdar’da geçmiştim ama bu Tekke'nin varlığından haberim yoktu. İşte bu turların güzelliği ve önemi de buradaydı. Yaşadığımız şehri ne kadar tanıyorduk? Nasıl olsa şehir elimizin altında istediğimiz anda gezeriz anlayışı ile bu tür şehir gezilerini hep ihmal ettiğimizi  fark ettim. Önemli olan o şehirde yaşamak değil o şehiri yaşamaktı. İstanbul’u yaşadığımı hissettim. Geziyi düzenleyenlere teşekkür duyguları ile baktım. Tekke şeyhinin yüzlerce yıl sonra da olsa hala yoğun bir ilgi görmesinin nedenini düşündüm. Böyle bir güce ulaşmak hiç de kolay olmasa gerek, insanları yüzlerce yıl etkileme gücü olabilmesi için o kişinin önemli özellikleri olmalıydı ve bu insanın anısına sahip çıkacak ve bugüne taşıyacak örgütsel bir yapı olmalıydı. Bu örgüt bunların bağlı oldukları tarikatlardı ve anlaşılan bu tarikatlar varlıklarını bugünlere de taşımışlardı.

Grup türbeden çıktıktan sonra yürüyerek Üsküdar Mevlevihanesine gitti. Burada bir mevlevi ayini seyretmeyi umuyordum ancak mevlevihaneye girince hayal kırıklığına uğradım. Zira mevlevihane hattanebruya, minyatürden tezhibe, ciltten kalem işine on iki sanat dalında kurslar  düzenleyen bir derneğin faaliyet gösterdiği bir mekan haline gelmişti.

Üsküdar, İmrahor semtinde Doğancılar’ın batısında yer alan Mevlevihane âsitâne olmayıp, bir zaviye imiş. Son yıllarda yapılan onarımlar sonunda bir bölümü camiye dönüştürülmüş ve yapı tüm özelliğini yitirmiş. Bu Mevlevihane’nin diğerlerinden farklı bir konumu varmış. İstanbul’dan Anadolu’ya giden dervişlerin konaklamaları için kurulmuş. Galata Mevlevihanesi postnişi Yeğen Ali Paşa’nın oğlu Numan Bey, kendi evini semahaneye dönüştürmüş, bahçesine de diğer yapıları ekleyerek mevlevihaneyi kurmuş (1794). Sultan II.Mahmut mevlevihaneyi yeni baştan yaparcasına onarmış (1834-1835), Sultan Abdülmecit de yapı topluluğunun eksiklerini tamamlamış.
 
Semahane, selamlık, harem, matbah-ı şerif, derviş hücreleri ve türbeden oluşan mevlevihane iki katlı bir yapı. Zemin katı türbeye, üst katı da semahaneye ayrılmış. Bu mevlevihanede türbenin semahane altında oluşu, tarikat mimarisinin tek örneği olarak niteleniyormuş. Yapının bu plân düzeninde oluşu yer kısıtlığından kaynaklanmaktaymış. Mevlevihane içerisinde sanat tarihi yönünden değerli bezemelere rastlanmıyor. Günümüzde Mevlevihane, hem cami hem de konuyla ilgili bir dernek tarafından kullanılıyor. 

Mevlevihanede, hattan ebruya, minyatürden tezhibe, ciltten kalem işine on iki sanat dalında kurslar veriliyor. Sergiler, tıpkıbasım çalışmaları, sanat sohbetleri yapılıyor.

Mevlevihaneden çıkan grup yürüyerek Doğancılar Parkı'nın önünde bekleyen otobüslerine binerek Karacaahmet mezarlığının köşesindeki Cemevine doğru yola çıktı. Geziye yalnız katılmıştım, otobüste yine geziye yalnız katılan bir arkadaşımın yanına oturdum. Dernekte karşılaştığımızda sıcak davranan bu arkadaşla sohbet denemelerim sonuç vermedi. Arkadaşım sohbet etmek istemiyor izlenimi verip otobüsün penceresinden dışarıyı seyreder gibi yapıyordu. Arkadaşımın bir sıkıntısı olduğunu düşündüm ve konuşma girişimlerimi kestim.

Karacaahmet Cemevine geldiğimizde rehberimiz ilkönce Karacaahmet’in atının mezarını ziyaret edeceğimizi söyledi. Karacaahmet, mezarını ziyaret edeceklerin önce atının mezarını ziyaret etmesini vasiyet etmiş. Üniversiteye başlayana kadar Üsküdar’ın Selimiye semtinde oturmuştum ama Duvardibi bölgesindeki bu at mezarından ve mezarlığa adını veren Karacaahmet’in mezarının orada olduğundan haberim yoktu. Yolun öteki tarafında anneannemin, annemin ve babamın mezarları vardı onları da hayır ve minnetle anarak Cemevine doğru yürüdüm.

İlk kez bir cemevini ziyaret ediyordum. Bu Cemevinin açılması için Aleviler çok mücadele etmişti. Refahlı İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı bu cemevini açtırmamak için çok uğraşmıştı. Ama Alevi vatandaşlar en sonunda burayı hizmete açmayı başarmışlardı. Çocukluğumdan buranın harabe halini hatırlıyorum. Rehberimiz burada fazla kalmayacağımızı, esas cemevi ziyaretimizi Merdivenköy semtindeki cemevinde yapacağımızı  bildirdi.

Grup ilkönce Karacaahmet’in vasiyetine uyarak, Karacaahmet’in atının mezarını ziyaret etti.

Karacaahmet Sultan, kendisinin Horasan`dan Anadolu`ya Ege kıyılarına , Manisa -Akhisar- Aydın ve Afyon dolaylarından İstanbul /Üsküdar sırtlarına kadar taşıyan emektar atını pek severmiş. Çünkü bu emektar atı, kendisinin en sadık dostu imiş. İnsanlık aleminde ve özellikle Türkler arasında atın büyük bir yeri vardır. Bu geleneksel tutkunun yanında bir de sevgi olunca, elbette ki böyle bir atın da bir değeri olacaktır. Bu nedenle Karacaahmet Sultan, Üsküdar`daki mekanında iken bir süre sonra ölen atına pek üzülmüş ve bunun göstergesi olarak da sevgili atına dergahın arka tarafına büyük bir mezar yaptırmış. Daha sonraki devirlerde, bu mezara dört sütun üzerine büyük bir kubbe yaptırılmış. `Karacaahmet Sultan, bu çok sevdiği atına karşı olan sevgisini; “Beni ziyarete gelenler, önce atıma gitsinler’’ diyerek göstermiş.

Karacaahmet Sultanın atının mezarını ziyaret eden grup biraz ilerideki Karacaahmet Sultanın mezarını da ziyaret etti.

Karacaahmet Sultan Horasan`dan gelmiş  ve bir Türkmen Bey`inin oğluymuş. Karacaahmet Sultan tam bir Türkmen asilzadesi ve Alp Eren `imiş. Karacaahmet Sultan , Anadolu Selçuklu Devleti`nde dağılış döneminde Hristiyan misyonerlerin Ege Bölgesi`ndeki propagandalarına karşı çıkan Hacı Bektaşi Veli ve Alp Erenler ile birlikte Manisa-Akhisar-Aydın ve Afyon dolaylarında başarılı çalışmalarda bulunmuş.

Bursa`dan Üsküdar`a kadar olan yerlerin alındığı yıllarda (M. 1329), önce Merdivenköy’de biraz kaldıktan sonra Üsküdar`a geçerek şimdiki yerde dergahını kurmuş. Karacaahmet Sultan; bir fikir adamı, zor günlerdeki bunalımlı insanların kurtarıcısı, iyi bir psikiyatrist hekim olarak toplumun karşısına çıkarmış. Bu doğrultuda ilden ile , köyden köye giderek halkın hizmetine koşmuş, acılara, merhem, karanlıklara ışık olmuş.

Karacaahmet Sultan, Anadolu`da ilk kez Manisa dolaylarında bulunmuş, o bölgede Saruhan Beyliği`nin hizmetinde bir hekim Alp Eren olarak çalışmış. Horoz köyünde ilk dergâhını kurmuş. Çalışmalarını burada yoğunlaşması nedeniyle Saruhan Beyi`nin taktirlerini kazanmış ve bu nedenle bu köy, Karacaahmet Sultan`a vakfedilmiş. Çevredeki insanlar, uzun süre bu dergâhta eğitimden geçirilmişler ve özellikle bunalımlı insanlar burada şifa bulmuşlar. Karacaahmet Sulatan`ın Ege`deki etkin faaliyetleri karşısında Hrıstiyan misyonerler hiçbir şey yapamaz duruma gelmiş, bu ulu kişinin etkin gücü karşısında atıl duruma düşmüşler.

Karacaahmet Sultan bir süre Merdivenköy’de kalmış, daha sonra Üsküdar`a giderek şimdiki türbesinin bulunduğu yerde dergahını kurmuş. Sağlığı döneminde burada aynı zamanda psikolojik rahatsızlıkları olan insanları sağlığına kavuşturmuş. Hacı Bektaş Veli Felsefesi doğrultusunda kurduğu dergâhında inançsal ve sosyal hizmetler vermiş, çoğu zaman da bu dergâh bir nevi tedavi merkezi olmuş. Pek çok ruh hastası Manisa, Akhisar, Afyon ve Üsküdar gibi onun bulunduğu yerlerde şifa bulmuş. Karacaahmet Sultan, gönlündeki coşkun sevgi ile ömrünün sonuna kadar yılmadan çalışmış, âşıkların, sadıkların gönlünü tutuşturmuş, maddi ve manevi ilimlerde büyük zatlar yetiştirmiş, bulunduğu yeri de bir ilim merkezi haline getirmiş.` Denilmektedir ki, Üsküdar`daki dergâhında yetkili bir devlet büyüğünün gözlerindeki hastalığı giderdiği için bu devlet büyüğünün verdiği bir emir ile Karacaahmet Sultan, atına binerek dolaştığı saha içinde olan yer kendisine bağışlanmış. Karacaahmet Sultan `da kendisine verilen bu yerde dergâhını kurmuş, insanlara hizmet etmiş. Bu hizmet, kendisinden sonra da zamanımıza kadar devam etmiş.

Cemevi bir ibadethaneden çok bir sosyal ilişkiler mekânına benziyordu. Lokmalar yeniyor, kitap satış yerleri, cafe gibi mekânlarda insanlar sohbet ediyordu. Cem ayininin yapıldığı ayrı bir bölüm de vardı. Lokma tabiri bizim anladığımız tatlı lokma değildi. Yemek anlamında kullanılıyordu. Eskiden herkes evinden birşeyler getirip ortaya koyar ve yerlermiş. Buna, lokmayı paylaşmak dendiğinden bu yemeklerin adı lokma kalmış. Artık lokma, cemevine yapılan bağışlanan paralarla et, pilav ve ayran olarak cemevi tarafından ikram ediliyor. Buradaki ziyaret kısa kesilerek Merdivenköy semtindeki cemevine doğru otobüs ile haraket edildi. Otobüste grup üyelerine derneğin hazırlamış olduğu kumanyalar ve şıralar dağıtıldı. Otobüs şoförü otobüste yemek yenilmesine otobüsü kirlenir diye karşı çıktı ancak yönetim, şoförü ikna etti.  ilk kez şıra içecektim. Şirketin yakınındaki balık lokantasına sık sık giderdim. Bu lokantaya genellikle esnaflar gelir ve balık yanında şıra içerlerdi. Bu bileşimi  bir türlü anlayamazdım. Ancak kumanya ile şıra iyi gitmişti. Belki de acıkmış olmamın bunda etkisi vardı.

Şahkulu Sultan Dergahına giderken yine aynı arkadaşım ile yan yana oturdum ve arkadaşım camdan dışarı bakmaya devam ediyordu. Yola devam ederken bir taraftan da kumanyalarımızı yedik.  Yönetim gayet güzel organize olmuştu.  Kumanya artıkları büyük çöp torbalarına koyulup toplandı. Şoför endişesinin yersiz olduğunu gördü ve rahatladı.

Merdivenköy semtindeki şahkulu Dergâhına vardığımızda çok sıcak karşılandık. Cem evi büyük bir alana konumlanmıştı. Girişte Sivas Katliamını yapanların davasının zaman aşımı nedeniyle düşmesini protesto eden bir büyük bir pankart göze çarpıyordu.

Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u almasında, Anadolu ve Rumeli Hisarı'nın yapımında, Şahkulu Sultan Dergâhı’nın büyük yararı olmuş. İstanbul, Göztepe Merdivenköy'de kurulu "Şahkulu Sultan Dergâhı". Osmanlı döneminde İstanbul’da kurulu 14 dergahtan sadece birisi. "Horasan erenleri"nden olduğu kabul edilen Şahkulu Sultan da, Bizans'ın son döneminde İstanbul'a gelip dergâhını kuran ve çevresini aydınlatan bilge bir "yol eri" imiş.

Şahkulu Sultan Dergâhı, Düşünce ve kültür hayatımıza Edip Harabi, Neyzen Tevfik, Mehmet Ali Hilmi Dedebaba gibi "batın" ve "zahir" biliminde yetkin kişiler kazandırmış.

Dergâh, 1. Dünya Savaşı'nda İstanbul'u işgal eden emperyalistlerle işbirliği yapan saraya ve uşaklarına karşı, Mustafa Kemal ve Kuvayi Milliye saflarında yer alıp Milli Kurtuluş Savaşı'na büyük destek sağlamış.

Bugün sekiz dönüm arazi üstünde, cemevi, aşevi, konferans salonu, kütüphanesi, idari büroları ve Dedebaba Konağı ile komple bir dergâh ortaya çıkmış.
Geleneksel Alevi töresine göre her gün kazanı kaynayan dergâhta Pazar günleri canları, dedeler eşliğinde yapılan cem, konferans ve bağlama dinletileriyle lokmalar karşılamakta.

Grup dergâha girdiğinde gördükleri manzara şöyleydi. Ortasında büyük bir bahçe vardı. Bahçede birçok insan sohbet ediyordu. Burada da kitap satış mağazası vardı. Grubu bir alevi dedesinin bulunduğu odaya alındılar. Cemevi yönetimi grup'u bekliyordu. Alevi dedesi gruba bir konuşma yaptı. En çok dikkatimi çeken Dede’nin   " öteki tarafta ne olacağını kimse bilemez, her hatanın ve sevabın hesabı bu dünyada görülür"  cümlesi oldu. Bu cümlenin bu kadar açık ve net söylenmesi hoşuma gitmişti. Alevilerin ilginç bir dünya görüşleri olduğu kesindi. Yüz yıllarca zulüm görmelerine rağmen inaçlarından ve bu inaçlarını yaşama tarzlarından vazgeçmemişlerdi.

Dede'nin konuşmasından sonra lokma dağıtımı başladı. Lokma; et pilav ve ayrandan oluşuyordu.

Lokma yendikten sonra cem ayininin yapılacağı bölüme geçildi. İlk kez bir cem ayini seyredecektim. Oturma imkânı bulanlar oturdular, bulamayanlarsa dizleri üzerinde yere çöktüler. Grubun dışından da halk mekâna gelip yere oturuyordu. Ayinin yapılacağı mekânın kapısındaki görevli, gelenlere yardımcı oluyordu. İçeriye ayakkabılar çıkarılarak giriliyordu.

 Cem evine gelen erkekler ve bacılar yanlarında getirdikleri ve "Niyaz" adı verilen çörek, kuru yemiş veya meyve gibi yiyecekleri lokma işiyle görevli hizmet sahibine verdikten sonra yan yana iki el göğüste veya sağ el göğüste, sol el aşağıya alınmış, sağ ayak başparmağı sol ayak üzerine konmuş ve vucut hafifce öne eğilmiş olarak duaya duruyorlar. Buna "dara durmak" veya "permançeye durmak" da deniyor.
Dede ;
"Allah... Allah... Lokmalar kabul ola,Muratlar hasıl ola. Hak Muhammed-Ali kabul eyleye İmam Hasan, Şah Hüseyin, Hünkar Hacı Bektas veli defterine kayid ola.Nûr-i Nebi. Kerem-i Ali , pirimiz hünkarımız Hacı Bektaş veli, Gerçek erenler demine hü" diye dua(hayırlı) veriyor.

Duayı(hayırlıyı) alan eşler, diz üzerine gelerek meydana niyaz ediyorlar. Böylece hem "Adem'e" secde edenlere karışmış oluyorlar, hem de ceme katılmış herkesle niyazlaşmış, görüşmüş oluyorlar. Ayrıca dede ile veya cemde bulunanlarla görüşülmüyor.

 Bundan sonra eşlerden erkekler. Yönü dededen tarafa gelmek üzere, orta yerde büyükce bir boşluk birakarak halka(daire) teşkil edecek biçimde oturuyorlar.
Dede(Mürşid). Cemde görevli her hizmet sahibinin hizmetine başlaması için izin veriyor. Cemde 12 hizmet sahibi var.

1) DEDE: Sercem de deniyor. Cemi yönetiyor.

2) REHBER: Ceme katılanlara yardımcı oluryor. Dikme yol-eri, Mürebbi Baba da deniyor. Dede gelmemişse Cemleri idare ediyor.

3) GÖZCÜ: Cemde düzeni ve sükûneti sağlıyor. Töreye aykırı hareket yapılmamasına bakıyor. İçkiye dayanamayanların gevezeliklerine, biçimsiz hareketlere müsaade etmiyor. Herkesin huyunu suyunu biliyor.

4) ÇIRACI: çıranın uyandırılması(yakılması) meydanın aydınlatılmasıyla görevli.

5) SAZANDAR: Bektaşiler ve Malatya-Tunceli çevresinde buna Zakir diyorlar. Deyiş, Duvaz, miraclama söylüyor. Genellikle üç kişi. Saz çalıp, semahi idare ediyorlar.

6) FERRAS: Bu Carcı veya Süpürgeci adıyla da anılıyor. Selman hizmeti de deniyor. Gerekirse Rehbere yardım ediyor.

7) SAKKA, İbrikci: sakka suyu dağıtıyor. Dolucu da deniyor.

8)SOFRACI, Kurbancı: Kurban ve yemek işlerine bakıyor.

9)PERVANE, Semahcı: Semah yapanlar. Hizmeti dışarıda olduğundan, pervane gibi döndügünden bu ad verilmiş.

10)PEYIK: cemi komşulara haber veriyor. Buna bazı yerlerde ayakcı, davetci, okucu da deniyor.

11)IZNIKCI: Cem evinin temizliğine bakıyor.

12) BEKÇİ: Buna kapıcı da deniyor. Cem evinin kapısında bekliyor. Gireni çıkanı kontrol ediyor. Musahibi kendisine yardım ediyor.

 Dededen başka diğer hizmet sahipleri sağ başta Rehber(Baba) olmak üzere, iki elleri göğüste veya sağ elleri parmakları açık olarak göğüste, sol elleri serbest bırakılmış, sağ ayak başparmağı sol ayak üzerinde, vücud hafifce ileri eğik olarak meydanın ortasinda birlikte dara duruyorlar. Her hizmet sahibi hizmet sırası geldikçe ayrı olarak dara durup duasını alabilirse de genel olarak kural, hizmet sahiplerinin hepsinin birlikte dua almasıymış.
Dardakiler her soruya " Allah eyvallah"diyorlar.

Dede;" Allah-Muhammed-Ali , Hünkar Hacı Bektaş Veli ikrarınızda sabit-kadem eyleye, gerçek erenler demine Hü..." diye dua ediyor.

Dua bitince zakirler sazlarının üstüne hafif eğilerek " Allah.. Allah.." deyip dua istiyorlar. Dede onlara dua veriyor.

Duayı takiben, Ferras(süpürgeci) meydana üç defa süpürge çalıyor. Ve süpürgeyi sol kolunun altına alarak dar'a duruyor.
Dede;" Allah, Allah. Hizmetin kabul ola. Muradın hasıl ola. Seyyid Ferras efendimizin himmeti üzerinde ola. Erenler demine hü..." diye dua veriyor.

Burada söylenen nefesler ve duvaz, bölgelere veya zakirin(ozan, âşık) bilgisine göre degişiyor. Belli bir nefesin veya duvazın söylenmesi zorunluğu yok.

Bir süre sonra hizmete "çerağ" uyarılmasi ile başlanılıyor.

Hazır mum çerağ olarak yakılıyor. Çerağcı çerağ malzemesini dede'nin bulunduğu yere yakın olmak üzere meydana koyup dara duruyor. Cemaatin da duyacağı yüksek sesle, Nur suresinin  "Allah göklerin ve yerin Nur'udur. O'nun Nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam içindedir. Cam ise sanki bir inci gibi parlayan yıldızdır; Bu, ne yalnız doğuda ve ne de yalniz batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Ateş değmese bile, neredeyse yağın kendisi aydınlatacak! Nur üstüne Nurdur. Allah dilediğini Nuruna kavuşturur. O herseyi bilir" mealindeki 35'inci ayeti okuyor.
Sonra eğilip çerağı uyandırır(yakıyor) çerağ yanarken diz üzeri su tercemeni okuyarak cem erenlerini salavat vermeye çağırıyor.

Çerağcı, salavattan sonra , çerağın sağına soluna ve önüne niyaz ettikten sonra ayağa kalkıyor, geri geri çekiliyor, Meydanın orta yerinde dar'a gelip  duvaz okuyor;

Düvaz bitince, dede;" Ber cemal-i Muhammed, Kemal-i İmam Hasan, Sah Hüseyn Al-i ra bülende salavat" diyerek cemde bulunanları salavat vermeye çağırıyor. Cem evinde bulunanların hepsi " Allahümme Salli ala seyyidina Muhammed ve ala Al-i Muhammed"diye salavat veriyor.
Bundan sonra dede dar'a durmakta olan çerağcıya şu dua'yi veriyor;
" Allah, Allah. Hizmetin kabul, muradın hasil ola. Cabir Ensarinin himmeti üzerinde ola. Gerçek Erenler demine Hü..."
çerağcının meydanı terketmesinden sonra zakirler üç duvaz okuyorlar,

Bundan sonra Carcı(Ferras, Süpürgeci) meydana üç defa süpürge çalıyor dar'a duruyor. Dede; "Allah... Allah...Hizmetin kabul muradin hasıl olsun. Seydi Ferras'in yoldaşı olasın. Ellerin dert, gönlün keder görmesin. gerçekler demine Hü.."diye dua ediyor.

Duayı takiben, Saka(ibriktar) bir elinde leğen, diğer elinde ibrik olduğu halde, dede'den başlamak üzere orada bulunanların hepsinin eline su döküyor. Bu daha çok sembolik bir yikama, bir nevi abdesttir. Zira Ceme katılan her can cem evine gelmeden kendi evinde abdest almıştır. Adestsiz ceme katılınmaz. Cemaatin eline su döken ibriktar ve yanında elinde havlu bulunan bir Bacı birlikte dar'a duruyorlar.Dede;

"Allah...Allah... Hizmetleriniz kabul ola. Dileğiniz Hak Muhammed Ali vere. Elleriniz dert görmeye. Gönlünüz incinmeye.Yoluna hizmet ettiginiz Pir'in Himmeti üzerinizde ola.  Dil bizden, nefes Hünkârdan ola. Gerçege Hü.."  diye dua ediyor.

Bundan sonra sira "Tehvide"geliyor. Adından da anlaşılacağı üzere Allah'in birliği zikredilen tehvide taçlama duvazının bir kita arasında, cemaat tümüyle tempo tutarak" La ilahe illallah" diyorlar ve tempoya uyarak iki tarafa vecid ve husu içinde dalgalanıyorlar.
Tevhid her bölgede çekilmektedir, Alevi Bektasi ayinin temel kurallarındanmış.
Zakirler. Dede'den destur isteyerek duvaza başlıyorlar; daha sonra sıra miraca geliyor.

Miraçlama okunurken genellikle bir erkek ve bir bacı semah yapıyorlar. Daha fazla semahcı ile kalabalık olmamasına özen gösteriliyor.
Miraçlama bittikten sonra Semah eden erkek ve bacı yan yana dar'a dururlar. Dede semahcılarla beraber dua beklemekte olan zakirlere de dua veriyor.

Dede duasını bitirdikten sonra zakirler ayrıca bir müsaade beklemeden  "Kırklar semahı"nin ağırlamasını çalmaya başlıyorlar.
Miraçama sırasında"Semah" yapanlar saftaki yerlerine geçip oturuyorlar. Meydanın müsaadesi, genişliği oranında semahcı "Kırklar Semahı" yapmak üzere meydana geliyor. Genellikle altı erkek, altı bacı olmak üzere oniki sayısını tamamlıyorlar. Bulunmadığı takdirde daha az sayıda da olabiliyor.

 Semah ilk önce yavaş yavaş başlıyor daha sonra yürümeyle devam ediyor ve giderek hızlanıyor. Her üç aşamada zakirler ayrı bir semah okuyorlar.

Semahtan sonra semahcılar dua'ya duruyor. Dede dua veriyor;

Semahcılar saftaki yerlerine gidip oturuyorlar. Sıra"Sakka suyuna" geliyor. Rehber; " Edep, erkan" diyor. Herkes diz üzerine geliyor. Sakka, su dolu bir kapla "dar'a" duruyor ve  tercemani yüksek sesle okuyor.

Sakka, elindeki sürahiden küçük bir bardağa birer birer yudumluk su koyarak Dede ile beraber üç kisiye su veriyor. Su verirken yüksek sesle:
"Geçmişiz biz can-u bas'dan erenler aşkına
Can gözü dem be dem Hak'kı görenler aşkına
Kerbela dest-i gamında can verenler aşkına
Gözüm yaşı sebil ettim Şah-î Şehidan aşkına"

diyor.

Bundan sonra Sakka, meydanın çevresinde dolaşarak elindeki sudan az miktarda olmak üzere bütün cemde oturanlara serpiyor. Sakka bundan sonra meydanın ortasında dar'a duruyor. Dede dua veriyor:

Bundan sonra zakirler mersiye okuyorlar;

Mersiye okunmasından sonra, Sofracı elinde ekmek olduğu halde meydanın orta yerinde dara duruyor ve  tercemani okuyor ve Dede dua veriyor. Bundan sonra kurulan sofralarda lokma yeniyor.

Grup daha önce lokma yediği için ayinin bu bölümü uygulanmadı.

Yemekten sonra. "Çarcı" meydana üç defa süpürge çalarak dara duruyor. Dede ;"Allah...Allah... Hayır hizmetinden sefaat bulasın. Seydi Ferrasin himmeti üzerinde olsun gerçege hü.." diye dua veriyor.
Zakirler, üç nefes düvaz söylüyorlar....
Duvazı takiben dede dua veriyor ve cem sona eriyor.

Cemde bulunanlar meydanı niyaz ettikten sonra çekilip evlerine gidiyorlar.

Şahkulu Sultan Dergâhından çıkan grup farklı bir kültürü yaşamanın mutluluğunu duyuyordu.

Bir şehirde yaşamakla o şehri yaşamak farklı şeylerdi. Şehri yaşamalarına vesile olan organizasyonu yapan dernek yöneticilerine bir kez daha teşekkür ederek evlerimizin yolunu tuttuk.

 Erdener ILDIZ

27 Haziran 2012

 
Toplam blog
: 80
: 805
Kayıt tarihi
: 25.09.07
 
 

Elektronik yüksek mühendisiyim. Bilgisayarlı kontrol sistemleri üzerinde doktora yaptım. Bir  şirke..