Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Ekim '11

 
Kategori
Felsefe
 

İnşaî keşif

Keşiften ya da inşâdan öte bir inşâî keşif

Descartes’le paradigmalaşan özne merkezli modern düşünüş, aklı gözlem ve tecrübe ile buluşturarak hakikatin peşine düşmüştür. Bu, bir keşif girişimidir. ‘Ben’ dâhil bütün varolanı nesnelleştiren ve mekanikleştiren bu Kartezyen bakış sayesinde pozitivist bilimsel çabanın yolu açılmış, evrensel ve kesin bilgiye ulaşılabilineceği iyimserliği yakın zamana kadar korunmuştur. Biz bu tavrı, pozitivist keşifçi çizgi olarak kavramlaştıracağız.

Pozitivist keşifçi çizgi, evreni ve insanı mekanik bir yapının içine sıkıştırdığı için, bilinemezci değildir. Bir sistematiği vardır. Mekanik bir saatte olduğu gibi, birleşik işleyen yapılar ve yapılanmalar vardır. Hakikattirler. Gözlemlenebilirler. Deneylenebilirler. Tecrübe edilebilirler. Keşfedilebilirler.§

Modern batının insana dayalı evrensel kesin bilgi algısı, geçen yüzyıldan (20. yy) itibaren ciddi sarsılmalar ve kırılmalar yaşamaktadır. Son zamanlarda öznel insanın biricikliği, nesnellik algısı ve dilin hakikatin taşıyıcısı olduğu inancı evrenselliğini yitirmiş, hakikat olmaktan iyice çıkmış görünmektedir. Hakikat, buharlaştı sanki. Artık araştırılan; hakikatin üstünün mü örtüldüğü, yoksa keşfedilmeyi bekleyen hakikat algısının modern zihniyetin bir yanılgısı mı olduğu? Modernsonrası (postmodern) böylesi bir sorgulamayı, modern zihniyetin bir yanılgı içinde olduğu vargısı ya da yargısı ile bitirir.

Modernsonrası, hakikatin keşfedilebileceğinden umudu kesenlerin hakikati öteleyerek gerçeklikler inşâsına kalkıştığı süreçtir. Bu açılımda evrensel keşifler, genel geçer kesin bilgiler, devri devranın ham hayalidir. Dem, ötekiyle kurulan ilişkide inşâ edilen nisbî gerçekliklerden yanadır artık. Ne kadar ‘ben’ varsa, o kadar da gerçeklik vardır. Ayakları yere basmaz bir çoğulculuk algısı yarattıysa böylesi bir benlik vurgusu, kültürel çevreyi devreye sokarak yaratacağınız epistemik cemaatlere (Arslan 2007: 1) ya da yerelliğe vurgu yapan toplulukları sanal ‘ben’lerinize dayanak yaparak konvansiyonel bir birliğe sıçramanızda mahsur yoktur. Hatta böylesi bir gidiş zorunlu görünür. Ötekileştirme kurtuluştur âdeta. Zira öteki, karşınızda duran seni sana fark ettirerek gerçekliğinize aktığınız kanaldır. Bahusus hareket alanınız bütünlüğe bağlanan evrensel bir zemin değil, parçaları öne çıkaran keyfîliklerdir. Bu akışta her noktanın farklı bir bilinç, sübjektif bir ‘ben’ olarak tezahür etmesi, gayet normal ve doğaldır. Öyleyse ne yapılmalıdır? Önerilen şudur: Ayrılıkları keskinleştiren bir tavırla ateşe verilen hakikatin dumanlarından gerçeklik şekilleri çizmek. Parçalı işaretleri öznel okumalarla bütünlemek ve ‘hakikati’ yeni baştan inşâ etmek. Modern düşünüşe alternatif, dile dolanan bu inşâcı bakış, nasıl bir yol çizmektedir?

İnşacı açılımlar, çoğulculuğu esas alan bir zeminde yürümek istemektedir. Çünkü pek çok kültür vardır. Anlayışlar ve algılayışlar farklı farklıdır. O halde ne olmalıdır hedef? Amaç, her bir kültüre veya geleneğe eşit mesafede durmak; birini diğerine tercih etmeden kendinde bir değer olarak anlamaya çalışmak ve her birine ayrı bir mekân açabilmektir. Ancak ayrışan her bir unsur, kendi içinde kaybolmadan kabuğunu kırıp ötekine uzanabilmelidir. Bir bakıma kendini kendinde değil, ötekinde fark etmelidir. Bu nedenle modern batının bireyselliğe vurgu yapan rasyonelliği, inşâcıya sıkıntı verir. Zira inşâcının nazarında rasyonalite ötekiyle kurulan diyalogda zorunlu olarak açığa çıkan kültürel katılımın basit bir formudur.

Rasyonalite evrensel değildir inşâcı bakışta. Her birim kendi söylemi muvacehesinde rasyonalitesini oluşturmaktadır. Bilim ve bilim adamı da içinde yer aldığı ilmî cemaatin söylemine ve diline uygun olarak ‘var’ olmaktadır. Bilimin evrensel bir değer olmadığına çıkan bu düşünüşte bilimsel rasyonalite, dilin ayrıcalıklı bir tarzda kullanılmasıyla kazanılan bir yerelliktir (Gergen 2004: 8). Lakin dil, kişisel değildir. İnsanlar arasındaki komünikasyonun doğasında varolan bir yan mamuldür (Gergen 2004: 9). Anlam verme ya da anlamlı konuşma, bir bakıma rasyonel olma bir cemaate katılım biçimidir. Bu, bir yalıtma değil, karşılıklı bağımlılığı esas alan bir zorunluluktur.

İnşacı çaba, Descartes’in surda açtığı ‘mukaddes’ deliği kutsayınca, modern yalpalamalara müsavi, kendinde ‘ben’in yalnızlığı ve karanlığıyla yüz yüze kalmıştır. Dipsiz bir uçuruma yuvarlanma endişesiyle de dili ikincil değerde nesnel bir taşıyıcıya dönüştürmüştür. Bu, sübjektif ‘ben’den ‘ben’i öteleyen kolektif cemaate geçebilmenin anlık formülüdür. Elbette dil, anlamlı konuşabilmenin ya da anlam vermenin bir vasıtasıdır. Ancak rasyonelliği keşfi yok sayan bir cemaat bilgeliğine indirgemek, epistemik cemaatler arasındaki sağlıklı iletişimin imkânını dilin doğasını zedeleyen bir kurguda inşâ etmektir. Zira kişisel olmayan dilin kişisel olan rasyonaliteyi ötekine nasıl taşıyabildiği, bu kurguda muğlâktır. Lakin kapalı yapı, hoyrat bir yaratıcı rasyonaliteye dönüşebilmektedir: Göreli rasyonalite.

Nesnel inşâdan sosyal inşâya geçişin dinamiği olan göreli rasyonellik, modern batılı algılayışın peşine düştüğü; orada keşfedilmeyi bekleyen dışarıdaki ‘olan’ dünyayı değil, ‘ne içerde ne de dışarıda’ olanı; dil oyunlarıyla ‘olmayanı’ yaratmaya soyunmaktadır. Maddî dünyadan söz etmek, nedensellik, doğruluğun ya da geçerliliğin; daha da ötesi hakikatin dillendirilmesinde mevzidir. Çünkü dile dökmek ‘ne olduğunu’ ortaya koymak değil, özel kültürel bir çevrede anlaşabilirliği öne çıkararak katılımda bulunmak ve katkı sağlamaktır.

Kavramlar, söylemler, zihinsel süreçler dışarıdaki dünyanın yansımasından daha çok kültürel olarak belirginleşen bir dilsel yapının bileşenleridir. Evrensel mekanizmalarla kurulan yapılar dahi, durumun ‘öyle olduğunu’ vermez. Bu nedenle “hakikat” varsayımı ya da şeffaf bir yapıda doğru olduğuna iman edilenler, cemaatlerin inşâ ettiği gerçekliğin yan ürünüdürler. Hakikatten söz edilecekse, dile bağlı inançların dışında bir ‘hakikat’ yoktur.

Hem içinde hem de dışında olunan bir dilsel gerçeklik, inşâcının dayandığı ana gövdedir. Öyle ki değil manevî yapıların, gözleme ya da deneye dayanarak nesnelliğe tutunan bilimsel açıklamaların bile, verili durumların beyanı olduğu temelsiz bir duruştur. Alışkanlıklarla ve öğrenmeyle rasyonelleştirilen kavramsallaştırmalar, kişilerin içinde ‘var’ oldukları toplumun, kültürün, yapıların ve geleneğin ürünüdür.

İnşacı bakış, kültürel sürecin ürünü olarak gördüğü dilin hakikatten söz etmesinin sözü edilenin ne olduğunun tam olarak ortaya konulması olmadığından emin görünmektedir. Doğru resmin verilmesi değildir yapılıp edilen. Wittgenstein’nın deyimiyle sahneye konan sadece bir ‘dil oyunu’dur (Hadot 2009: 83). Ya nesnellik? Sosyal âdetler yekûnuna ait olmak nesnelliktir. O çevrede onaylananları bir yaşam biçimine dönüştürmektir nesnel olmak. Oyunu kuralına göre oynamaktır.

Hakikati buharlaştıran böylesi oynak bir düşünüş, hem hakikate tutunan maneviyatçıları hem de hakikati maddî dış dünyayla sınırlandıran maddecileri rahatsız edecektir. Maneviyatçı, bütün incelikleriyle kavrayamasa da, kendi gerçekliği dışında mutlak bir hakikatin varlığına inanacak, onun peşine düşerek asıl hakikati keşfedebilmenin umuduyla kurgulanan, inşâ edilen gerçeklikleri yeterli görmeyecektir. Maddeci ise, bir bilinmezin peşinde olmaktan ürkerek, ayaklarının yere daha sağlam bastığına inandığı orda; dışarıda duran dünyanın gerçek olduğundan kuşku duymayacaktır. İnşacının kalmak istediği kaygan zeminden tedirgin olacaktır. Hem maneviyatçıya hem de materyaliste doğrunun, yanlışın, iyinin kötünün, adaletin, haksızlığın vs. sosyal bir inşâ olduğu söylemi, bir yıkım projesi olarak görünecektir.

İnşaî proje, hakikat denilenin hakikat olmadığının zamanla anlaşılması karşısında yaşanan bocalamaya alternatif olarak sunulan ve hakikate sahip olduklarını iddia edenlerin tutarsızlıklarından beslenen bir düşünüş modelidir. Bu nedenle maneviyatçı çevrede hakikatin, materyalist çizgide ise gerçekliğin belirli bir tarifine kesin bir inançla bağlananları sığ görür inşâcı. Hakikati bulandıran batılı değerler dizisi esas alındığında çok da haksız görünmez bu bakış. Zira hakikatin kendinde olduğundan kuşku duymadan batılı Hıristiyan algılayış, kesin gözüyle baktığı her belirlemenin ve sınırlamanın sığlığını fark ettikçe, karşı karşıya kaldığı sınırsızlığın ve belirsizliğin ifşa edilmesiyle yalpalamaya başlamıştır. Öyle ki, dünyanın yuvarlaklığından elipse, ondan da geoide geçen pozitivist bilimci tavır, sosyal inşâcı yaklaşımın karşısında psikolojik bir yerleşik tabana bağlanmaktan başka bir şey yapamaz hâle gelmiştir. İnşacı haklı olarak sorgulamaktadır. Dünün dincisinin hakikati dünyanın düz olduğu idi. Pozitivist bilimcinin gerçekliği de aynı kalmamakta sürekli muhteva değiştirmekte. Hakikat ya da gerçeklik denen dış dünya gerçekten var mı? Bütün haricî âlem kurgudan ibaret olamaz mı? Neden olmasın? Oldukça olası bir yapıdır bu çerçevede öne çıkan. Çünkü gerçekte her bilimsel çevrenin gerçekliği ve rasyonalitesi dıştan içe değil, içten dışa doğru kurulmaktadır. Nedir o halde yapılması gereken? Olanla değil, olması gerekenle meşgul olmak. Nasıl olacak bu? Göreli gerçekliğin içinde kaybolmadan ötekini fark ederek ve ötekinin ışığında özerkleşen dilin yardımıyla kendini kavrayarak.

Kendi adına tutarlıdır inşâcı. Bizce sıkıntı doğuran nokta inşâ sürecinin işleyişi ya da yanlış yolda olduğu değildir. Huzursuzluk, hakikatin izafi okumalarına dayanarak yok sayılması ya da aslında tavır aldığı paradigmadan pek de farklı olmayan bir yerel gerçekliğe indirgenmiş olmasındadır Aslında batılı keşifçi bilimsel tavırla inşâcı yaratıcı yaklaşım arasında dilin dışında bariz bir aykırılık da göze çarpmamaktadır. Fark, sadece söylemdedir.

Pozitivist keşifçi çizgi, dış dünyanın varlığını ve evrenselliğini öne sürerken tabiî ki göreli gerçekliğini aslın yerine geçirmekte, inşâcı olan da haklı olarak ortada mutlak bir hakikatin olmadığından dem vurmaktadır. Bu iki bakış, ifratla tefrit arasında sıkışan iki uç nokta olarak belirmektedir. Oysa her ikisi de aynı düzlemin üzerinde durmakta ve kaptıkları köşelerden aralarını ayırdıklarını düşündükleri uçları sivri bir çubuğu karşılıklı olarak çekiştirmektedirler. Bu süreçte çubuğun kimde kalacağı ya da çubuğu ele geçirenin kendini yaralamayacağı hiç de açık değildir. İnşâcı kedi gerçekliğini yaratırken, aynı zamanda kendi kuyusunu da; ama farkında olmadan kazmakla meşgul olmaktadır. İnşa faaliyeti, bu didişmede görünmeyen bir gizli sorunla içiçedir. Esasen modern süreçle başlayan bu görünmez sorun, kemikleşme yolundadır. Nedir o gizli sorun? O gizli sorun, Descartes’in varlığa öznel bir ben’den hareketle uzanma operasyonuyla çamurlaşan zeminde varlık temelli hakikati kaybeden batılının bilgi temelli bir gerçekliği hakikatin önüne geçirmesidir. Ortaçağın hakikat algısından çok çeken batılı, Rönesanssın ve modern felsefenin bireyselliğe yaptığı vurguya büyülenircesine bağlanmış görünür. Akla ve tecrübeye mutlak güvenin teknik alandaki ilerlemeler ve keşifler ile güç kazanmasıyla da vardığı noktayı eski alışkanlığına muâfık mutlak bir üstünlük ve hakikat olarak görmeye çalışır. Bu kurguda gözden kaçan insanın sınırlı bir varlık olduğudur. İnsanın her şeyin ölçüsü olmadığı, olamayacağıdır. Tabiî olan insanı onama adına yüceltme değil, her şeyi yerli yerine oturtmaktır. Olması gereken ne hakikati yok sayan göreli inşâyı ne de gerçekliğini hakikat sanan pozitivist keşfi öncelemektir.

İnsan sınırlı bir varlıktır. Her şeye gücü yetmez. Her şeyi bilemez. Belirli bir çerçevede baskın çevreye uyum sağlar. Ama hakikat ‘yok değil’ değildir. İnsanı aşan, bir hakikat olmalıdır. Her göreli gerçekliğin, bir süre sonra başkalaşması, daha iyiye doğru evirilmesi kaçınılmazdır. O halde insan dışarıdaki hakikatin peşine düşecek onu keşfe çalışacaktır. Ancak unutmayacaktır ki, her keşif inşâî bir süreci gerektirecektir. Aslında keşif ve inşâ hep içiçe olacak, biri ötekini sürekli açımlayacaktır. Varılan her nokta ise, mevcut imkânlar dâhilinde keşfedilen bir gerçeklik olarak yerini alacaktır. Bu, bizim gerçekliğimizdir. Elimizden gelen budur. Ama en doğrusu değildir. Zira asıl muradın ne olduğunu sadece ‘O’ bilmektedir.
 


§ Pozitivist bilimci çizgi, her şeyi yaratan, idare eden ve bilen bir Tanrısal hakikate bağlanan Müslüman anlayışı rahatsız etmez görünür. Müslümanların ekserisi, belki de bu yüzden yaratıcılığı Tanrı’ya has kılarak, icatçı pozitivist keşifçi anlayıştan yana tavır koymaktadır.

 
Toplam blog
: 51
: 885
Kayıt tarihi
: 27.02.07
 
 

Ben kimim? Kafa kağıdımdaki beyana göre 1969 tarihinde Burdur - Gölhisar'da, doğumuma şahit ala..