Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Aralık '11

 
Kategori
Felsefe
 

İnsan neden ve nasıl aptallaşır?

İnsan neden ve nasıl aptallaşır?
 

Çocuklarımıza onları yetiştirirken birçok şey öğretiriz ama onlara asla öğretmediğimiz bir şey varsa o da düşünmektir. Siz hiç çocuğuna düşünmeyi öğreten bir anne veya baba gördünüz mü? Göremezsiniz! Çünkü düşünmek öğrenilen veya öğretilen bir eylem değildir. Beynimizin nasıl düşündüğünü biliyor muyuz ki çocuklarımıza öğretelim?

Bakmayın siz “düşünüyorum, o halde varım” gibi hamasi sözlere. Düşünen insan değil, insanın bir organı olan beyindir. Bu nedenle de her çocuğun beyni doğuştan düşünebilir ve bizim çocuklarımıza düşünmeyi öğretmemize gerek kalmaz. Sadece biz insanlar mı? Hayır! Beyni olan her canlı, her hayvan düşünmesini bilir. Çünkü onlarında kendiliğinden düşünebilen bir beyinleri vardır. Tilkilerin, farelerin, yunusların, şempanzelerin, hatta ve hatta kuş beyinli olarak aşağıladığımız kargaların bile düşünebildikleri ve ne kadar akıllı ve zeki hayvanlar oldukları bilinen bir gerçekliktir.

Hayvanlar sadece düşünen, akıllı ve zeki hayvanlar değil aynı zamanda da biz insanlardan çok daha normal, rasyonel eylemler, davranışlar sergileyen canlılardır. Siz hiç aptalca bir eylem yapan, davranış bozukluğu gösteren bir hayvana rastladınız mı? Rastlayamazsınız! Hayvanlar asla ve asla aptalca bir davranış sergilemezler. Hayvanların yaptığı her eylemde amaca yönelik bir rasyonellik daima vardır ve bu kuralın tek bir istisnası bile yoktur.  

İnsanların yaklaşık üçte biri davranış bozukluğu gösterir ve psikolojik tedaviye muhtaçtır ama hayvanların ne psikolojik sorunları vardır, ne de biz insanlar gibi davranış bozuklukları gösterirler. İşin en enteresan tarafı rahmetli Aziz Nesin’in de belirttiği gibi insanların % 60’ı aptallarmış. % 60 oranı üzerinde belki tartışabiliriz ama hepimizin de bildiği gibi insanların bir kısmı akıllı bir kısmı da aptal oldukları konusunda kimsenin bir şüphesi yoktur.

Hayvanlar aleminde akıllı hayvan, aptal hayvan farklılığı yoktur. Siz hiç aptal bir tilkiye, fareye, yunusa, şempanzeye veya kargaya rastladınız mı? Rastlayamazsınız! Çünkü bütün hayvanlar kendi türlerine göre farklı gelişmişlik ve farklı akıl düzeylerine sahip olmalarına rağmen aynı hayvan türünün mensupları arasında akıl ve zekâ açısından en ufak bir farklılık yoktur. Örneğin bir tilki ne kadar akıllıysa bütün tilkilerde o kadar akıllıdır. Peki, nasıl oluyor da hayvanlar arasında kendi türleri içinde akıllı, aptal farklılığı yokken, insanlarda aptallık oldukça yaygın şekilde gözlemlenebiliyor?  

Canlılar nasıl doğuştan beyinleri sayesinde düşünebilme yeteneğine sahiplerse aynı şekilde de doğuştan akıl ile donatılmış olarak dünyaya gelirler.  Zaten ufak çocuklara da bakarsanız onların daha okuma yazmayı filan öğrenmeden cin gibi olduklarını görürüz. Çünkü çocuklarda doğuştan akıllıdırlar ve bu nedenle de aklın öğrenilmesi gerekmeyen bir yeti olduğunu kabul etmemiz gerekir.  

Akıl zamanla geliştirilebilen bir yeti değil, doğuştan sahip olunan bir yetenektir ve zaman içinde aklın gelişmesi, daha üst seviyeye çıkması söz konusu değildir. Benzer bir şekilde görme yeteneği de doğuştan sahip olunan bir yetenektir. Kimse görme yeteneği geliştirerek ileri yaşlarda daha iyi, daha net, daha güzel görmez. Aksine çeşitli etkenlere bağlı olarak zamanla görme becerimizde sorunlar yaşamaya örneğin gözlük kullanmaya başlarız. Aklımızla ilgili olarak da aynı sorunu yaşarız. Biz zaman içinde daha akıllı, daha zeki olmayız, aksine zaman içinde sadece ve sadece aptallaşabiliriz.

Biz zannederiz ki insan okudukça, eğitim gördükçe akıllanır, zekileşir. Oysa bu şimdiye kadar bilimsel olarak hiç araştırılmamış, sorgulanmamış, dolayısıyla da doğrulanmamış  bir varsayım, bir hurafedir. İnsan asla doğduğundan daha akıllı ve zeki olamaz, çünkü bu teorik olarak mümkün değildir. İnsan eğitim sürecinde bilgi edinir ama aklını, zekâsını geliştiremez. Eğitim sürecinde yalan yanlış bilgiler ezberleyen bir insanın doğduğundan daha akıllı ve zeki olması mümkün olabilir mi? Hiç düşündünüz mü okumuş cahiller sözü nereden geliyor? İnanmayacaksınız ama okumuş cahiller vardır çünkü eğitim insanı kolaylıkla aptallaştırabilmektedir.

Akıl okuma ve eğitim yoluyla kazanılan bir meleke olsaydı hiç eğitim almayan, kitap okumayan tilkilerin, kargaların aptal olarak dünyaya gelip yine aptal olarak dünyadan gitmeleri gerekmez miydi? İnsan okuma ve eğitim yoluyla akıl ve zekâ geliştirebiliyor olsaydı daha 2-3 yaşındaki çocukların bile cinliklerinden, şeytani zekâlarından bahsedebilir miydik? Ama okumuş cahillerden bahsedebiliyoruz!

Her canlı gibi insanlarda doğuştan akıllı ve zeki varlıklardır. Ancak ne var insanlar yanlış, dünya gerçekliğini çarpıtan eğitim sonucunda zamanla aptallaşırlar ve doğanın onlara armağan ettiği akıl dediğimiz o değerli yeteneği, beceriyi tamamen olmasa bile büyük ölçüde yitirirler. Hayvanlar ise içinde yaşadıkları doğayı sadece duyu organları vasıtasıyla % 100 gerçekçi bir şekilde duyumsadıkları ve algıladıkları ama yalan yanlış bilgilerle eğitilmedikleri için doğdukları andan sonra daha akıllı veya zeki olamazlar ama asla ve asla aptallaşmazlar. Bu nedenle de insanın doğuştan sahip olduğu aklına mukayyet olup olamaması okumak ve eğitim almakla ilgili bir sorun değil okuduğu ve aldığı eğitimin ne oranda dünyanın gerçekliği ile bağdaşıp bağdaşmaması ile ilgili bir sorundur.

İster inanın, ister inanmayın ama yaşarken aptallaşmak hayvanlar aleminde örneği olmayan, sadece ve sadece biz insanlara has bir özelliktir.

Peki, insanlar eğitim yoluyla nasıl aptallaşır?

Akıl insanın sahip olduğu veya olmadığı bilgi birikimi ile alakalı bir sorun değildir. Akıl canlıların ve insanların doğuştan sahip oldukları olaylara bakarak, sebep sonuç ilişkilerinden faydalanarak içinde yaşadığı dünyanın gerçekliğini ve nedenselliğini anlayabilme yeteneğidir. Bu yetenek doğuştan sahip olunduğu için hayvanlar ve çocuklarda çevrelerinde olan bitenlerin farkına vardıkları ilk andan itibaren işlevini yerine getirir ve onlar olayları takip ederek, sebep sonuç ilişkilerinden yararlanarak neyin neden olduğunu anlamaya başlarlar. Ancak ne var biz eğitim sürecinde çocuklarımıza bir takım gerçekle alakası olmayan varsayımlar, hurafelerde öğretiriz. Bu varsayım ve hurafeleri gerçekmiş gibi öğrenen, koşullanan, şartlandırılan çocuklar o gerçek dışı varsayımları gerçekmiş gibi öğrendiklerinde, hatta ezberlediklerinde doğanın gerçek sebep sonuç ilişkisi ile eğitim yoluyla öğrendikleri sebep sonuç ilişkilerini birbirlerine karıştırmaya başlarlar ve bu durumda da akılları onlara yol gösteren bir araç olmaktan çıkar aptalca ve salakça sebep sonuç ilişkileri kurmaya başlarlar. Sonuçta da akıllarında faydalanamamaya başlar ve aptallaşırlar. Diğer bir ifadeyle de öğrendiği, ezberlediği varsayımlar ve hurafeler doğrultusunda gerçeklik algısını yitiren insanların akli dengeleri bozulmaya başlar.

İnsanın gerçeklik algısı neden bozulur?

Hayvanlar içinde yaşadıkları dış dünyalarını sadece duyu organları vasıtasıyla duyumsar ve algılarlar. İnsanlar ise doğumlarından itibaren büyüklerinden duydukları anlatılar doğrultusunda dünyayı anlarlar. Ancak ne var insanların anlatıları büyük ölçüde gerçeklikle hiçbir alakası olmayan varsayımlara, hurafeler dayalıdır. Bu nedenle de kulaktan dolma bilgilerle dünyayı zihninde anlamlandıran ve kavramlaştıran insan ister istemez dünyanın gerçekliğini görmemeye başlar ve içinde yaşadığı gerçek dünyaya yabancılaşır. Bu sürecin sonunda da olayların arkasında yatan nedensellik örüntüsünü çarpıtmaya başlar.

Siz hiç gerçek yaşamda bir şeyin yoktan var olduğunu gördünüz, şahit oldunuz mu? Hayır, göremezsiniz! Ama dini öğretiler doğrultusunda varoluşu anlamaya başlayan insan kolaylıkla tanrının evreni yoktan var ettiği, çamur karıp insanı yarattığı hurafesine inanır. Sonuçta da o insan hiçbir şeyin yoktan var edilmediği dünyada yaratılış palavrasına inanmaya başlar. Dini öğreti gerçekliği çarpıtmış ve insanın varsayımlara dayalı sebep sonuç ilişkileri kurmasına, dünyayı kendi gerçekliğine aykırı bir şekilde anlamlandırmasına neden olmuş, diğer bir ifadeyle de akli dengesini bozmuştur.

Siz hiç haksızlığa maruz kalan bir insanın kendi kendisine ceza verdiğine şahit oldunuz mu? Olamazsınız, çünkü doğal akla sahip hiçbir insan haksızlığa maruz kaldığında kendi kendisini cezalandırmaz. Bu akla, mantığa aykırı bir davranış olurdu. Ama içinde yaşadığı dünyayı edebi eserlerle anlamaya çalışan bir insan, örneğin Ömer Seyfettin’in “Diyet” isimli hikâyesini okuyan, o hikâyeden etkilenen, onu özümseyen bir insan Koca Ali’nin yaptığı gibi patronu Kasap Mehmet’in yaptığı haksızlıklara, aşağılamalara dayanamayıp kendi kolunu kesip onun yüzüne fırlatabilir. İnsanların kendilerini jiletlemeleri, pire için yorgan yakmaları, inandıkları dava uğruna aptalca mücadeleler vermeleri, yeri geldiğinde canlı bomba olmayı bile kabullenip kendileriyle birlikte bir sürü insanın ölümüne sebebiyet vermeleri akılcı bir davranış mıdır? Hayır, elbette ki değil, ama dünyayı, din, edebiyat, sanat adamlarının anlamlandırmalarıyla anlayan, değerlendiren insanlar bütün bu aptallıkları yaparlar. Oysa onlar o öğretileri hiç okumamış, hiç öğrenmemiş olsalar, cahil ama doğuştan sahip oldukları akılları kirletilmemiş, çarpıtılmamış olsaydı bu saydığım davranış bozukluklarının hiçbirini yapmazlardı. Siz hiç ineği kutsal kabul edip inek avlamayan, inek eti yemeyen bir yırtıcı hayvana rastladınız mı? Hayır rastlayamazsınız! Çünkü hiçbir hayvan ineğin kutsallığı veya domuzun haramlığı gibi akıl dışı, mantık dışı saçmalıklara inanmaz. Bütün yırtıcı hayvanlar doğal akıl ile donatıldıkları için avlayabildikleri her hayvanı afiyetle yerler ve tanrıların öğretilerine itibar etmezler.

İnsanlar dünyayı 4 ana disiplin çerçevesinde anlamlandırır ve bu anlamlandırmalar doğrultusunda dünyayı anladıkları, kavradıkları, algıladıkları gibi birbirlerinin dünyayı algılama biçimlerini belirler ve birbirlerini karşılıklı olarak eğitirler. Bu 4 düşünce disiplinin de

1.       Din,

2.       Edebiyat,

3.       Sanat ve

4.       Bilim

disiplinleri olduğunu biliyoruz.

Dinler insanın dünyanın doğaüstü ve her şeye muktedir tanrılar tarafından yaratıldığını esas olarak kabul eden, tamamen kanıtlanamaz, varsayımlara dayalı öğretilerdir. Dinlere göre tanrı tüm evrenin ve canlıların efendisidir ve hayatı tek başına belirler. Dini öğretilerin sebep sonuç ilişkisi ve mantık kurgusu öylesine çelişkilidir ki o öğretilere inanan bir insanın gerçek yaşamın olayları karşısında akılcı değerlendirmeler yapması neredeyse olanaksızdır.

Edebiyat ve sanat ise aslında öğreti değillerdir. Bu disiplinler tamamen yazarın ve sanatçının kendi kişisel dünya anlayışına dayalı his, duygu ve düşünceleriyle oluşturulan kurgulardır. Edebiyatçı ve sanatçı kendi sübjektif bakış açısı doğrultusunda dünyayı, yaşamı anlamlandırır ve onların gerçekçi olmak gibi bir kaygıları da yoktur. Onlar aslında kendilerini anlatıyorlardır. Ancak ne var anlatıları başarılı olduğu ölçüde okuru etkiler ve onun dünya anlayışını da büyük ölçüde belirler.  Vatanları, milletleri, kahramanlıkları yücelten, savaşlara methiyeler düzen bir yazar her ne kadar kendi duygu ve düşüncelerini dile getiriyor olsa da etkilenen okurun da bu duygu ve düşünceleri benimsemesi, özümsemesi doğal bir sonuçtur. Edebiyatçı “bayrakları bayrak yapan kandır, toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” dediği zaman kendince bir bayrak ve vatan tanımı yapmış ve vatan uğrunda ölmeyi de okuruna büyük bir meziyetmiş gibi önermiş olur. “Vatan için ölmek” veya “varlığını Türk varlığına armağan etmek” gibi akla, mantığa, insanlık onuruna aykırı fikir ve duygulara empoze edilerek kişiliğine kavuşan insanın aklını geliştiremeyeceği, aksine var olanın da yitirileceği sanırım ortadadır. Edebiyatçı ve sanatçı objektif olmak zorunda değildir ama sübjektif düşünceleri, fikirleri, değer yargıları en az dinler kadar insanın kişiliğinin inşasında etkili olduğu düşünülecek olursa onların okurlarına herhangi bir şey kazandırmayacağı aksine var olan aklını da başından alıp gideceği muhakkaktır. Koca Ali’nin uğradığı haksızlık karşısında kendi kolunu kesip atması ancak bir edebiyatçının kurguladığı dünyada yaşanabilecek türden bir saçmalık değil midir?

Her gün seyrettiğimiz TV dizileri de muhakkak ki sanat eserleridir. Bu dizileri dikkatle takip ederseniz hemen hepsinin senaryosunda akıl almaz çelişkilerin ve saçmalıkların olduğunu ve onlara dayalı yaşamların sabah akşam izleyicilere sanki gerçekmiş gibi servis edildiğini görmemek mümkün değildir. Bu akıl dışı, çoğu zaman da şiddet içerikli kurguların insanları etkilemediği ve onların kişisel gelişimleri üzerinde olumsuz rol oynamadıklarını ileri sürmek sanırım mümkün değildir. İnsanların bu dizileri zaman zaman gözyaşları içinde seyrettikleri, kötü karakter canlandıran sanatçıların halk tarafından sevilmemesi TV dizilerinin izleyicilerin kişilik yapısı üzerinde ne kadar etkin bir rol oynadığını kanıtlamaz mı?  

İnsanın aklının gerçeklik bilinciyle işlevselliğine kavuşacağı ortadayken sürrealist, gerçeklik dışı kurguların, sanat eserlerinin insanın gelişmesine katkısı olacağı varsayımı bence kanıtlanmadığı müddetçe bir varsayım ve hurafe olmaktan ileri gidemez. Bir şeyin insana veya insanlığa bir yararı dokunuyorsa bu yararın da kanıtlanabilir bir yarar olması gerekmez mi? Sanat ve edebiyat insana zevk verebilen, onun hoş vakit geçirmesini mümkün kılan disiplinlerdir ancak ne var sanat ve edebiyat insana somut, gerçek bilgiler vermez. Bu nedenle de sanat ve edebiyatın insanlığın gelişmesine vesile olduğu varsayımı kocaman bir yalandan başka bir şey değildir. Bu disiplinler elbette ki insana zevk verir, hoşça vakit geçirmelerine olanak sağlar ama yaşanan gerçekliğe aykırı mesajlar vermesi halinde de insanı geliştirmeyeceği aksine aptallaştıracağı muhakkaktır.

İnsana ve insanlığa somut olarak sayısız yararı dokunan bir düşünce disiplini varsa o da muhakkak ki bilimlerdir. Çünkü insanlık din, edebiyat ve sanat yoluyla en ufak bir gelişme sağlayamamış ama bugün gündelik yaşamımızda kullandığımız, faydalandığımız, yararlandığımız her şey bilimler sayesinde keşfedilmiş, icat edilmiş ve geliştirilmiştir.

Bilimsel bilgiler kanıtlanabildikleri, deney yoluyla doğrulabildiği, uygulama yoluyla nesnelleştirilebildikleri için dünyanın gerçeğinden yola çıkarak kazanılmış bilgilerdir. Bu nedenle bilimsel bilgiler insanın içinde yaşadığı gerçekliği kavrayabilmesi açısından güvenilebilecek yegâne bilgi kaynağıdır.  Bilimler insanı muhakkak ki olduğundan daha akıllı, daha zeki kılmaz ve buna da zaten gerek yoktur. Ancak ne var bilimsel bilgiler insanın içinde yaşadığı gerçekliği çarpıtmayan yegâne bilgi türü oldukları için onu hiçbir şekilde aptallaştırmaz. Önemli olanda zaten budur.  Çünkü doğa insanı zaten tüm canlılar gibi akıllı bir varlık olarak var etmiştir ve onun iletişim veya eğitim yoluyla aptallaşmasının önüne geçebilirsek insanlığın tüm sosyal sorunlarını da çözmek önünde en ufak bir engelin kalmayacağı muhakkaktır. Aptallığın kökünün kurutulduğu bir dünyada nasıl hayvanlar milyonlarca yıldır koklaşa koklaşa anlaşabiliyorlarsa insanlar da tarihlerinde ilk defa konuşa konuşa anlaşabilecek ve günümüzde var olan bütün sosyal sorunları kolaylıkla çözeceklerdir.

Mustafa Atilla

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..