Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ağustos '12

 
Kategori
Felsefe
 

Ruh nedir, ruh bedenden ayrılır mı?

Ruh nedir, ruh bedenden ayrılır mı?
 

İnsanlar dünyaya geldikten sonra yemek yemek, yürümek, koşmak, konuşmak, okumak, yazmak, çeşitli aletleri kullanmak, resim yapmak, hesap yapmak gibi birçok şeyi anne ve babalarından, büyüklerinden, hocalarından, çevrelerinden öğrenirler, öğrenerek gelişir, yetişkin birer varlık olurlar. Peki, o çocuklar insan olmanın en önemli becerisi olarak kabul ettiğimiz düşünmeyi kimden, ne zaman ve nasıl öğrenirler? Kimseden, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde!

İnsanlar gerçekten de düşünmeyi kimseden öğrenmezler çünkü düşünmek dediğimiz, erdem olarak kabul ettiğimiz eylem, biz insanların bilinçli olarak yaptığımız, dolayısıyla öğrenebileceğimiz, geliştirebileceğimiz ve başkalarına öğretebileceğimiz bir eylem değildir. Biz düşünmeyi ne öğrenebiliriz nede başkalarına öğretebiliriz çünkü bütün insanlar doğuştan düşünmeyi bilerek dünyaya gelirler.  En eğitimsiz, kör cahil, geri zekâlı insan bile düşünebilir.

İnsan “ruh ve beden” den oluşan bir canlıdır ve onu tam olarak anlayabilmek içinde birbirinin ayrılmaz birer parçası olan “ruh ve beden” in oluşturdukları bütünlük çerçevesinde ne olduklarını ve bunların her birinin neler yaptıklarını anlayabilmemiz ve birbirlerinden ayırt edebilmemiz gerekir. Bu nedenle de ruhun mu yoksa bedenin mi düşündüğü sorusu sorgulanması ve cevaplanması gereken önemli bir sorundur. Hatta daha da önemli olan ruhun mu bedeni yönettiği, yoksa bedenin mi ruhu yönettiği, yönlendirdiği sorusu apayrı bir sorundur.

Ruh da beden de bizim doğuştan sahip olduğumuz, insan olarak tanımladığımız bütünlüğün iki ayrı yarısıdır ve bunların birbirlerinden bağımsız olarak varlıkları söz konusu değildir, düşünülemez. Ne ruhsuz bir beden, ne de bedensiz bir ruh ne görülmüştür ne de görülecektir. Bu nedenle de birbirinden ayrılması mümkün olmayan ruhun ve bedenin işlevlerini göz önüne alarak bunların birbirinden farklılıklarını anlamaya çalışmakta fayda olacaktır.   

Beden olarak tanımladığımız insanın yarısı birbirinden farklı işleve sahip birçok organdan oluşan doğal, elimizle dokunup, gözümüzle görebildiğimiz nesnel bir bütünlük ve sonuç itibariyle de etten, kandan, kemikten müteşekkil bir organizmadır.  Örneğin ciğerlerimizin veya midemizin bütünlük içindeki görevleri birbirlerinden farklıdır ve en önemlisi de her organ neyi ve nasıl yapacağını bilir. Bu nedenle de biz ciğerlerimizin veya midemizin görevini yerine getirirken neler yaptıklarını ne hissedebiliriz ne de bilebiliriz. Bilinçli olarak herhangi bir organımızın işleyiş biçimine müdahale etmek gibi bir şansımız da yoktur.

Düşünmek, bedenimizin bir organı olan beynimizin gerçekleştirdiği sıradan, en ufak bir entelektüalite gerektirmeyen, göreceli olarak basit bir “bilgi işlem” operasyonudur. Bu nedenle beynimizin kendi işlevi çerçevesinde gerçekleştirdiği bu zihinsel aktivitede ruhumuzun, bilincimizin yaptığı ve yapabileceği en ufak bir şey yoktur. Bedenimizin bir organı olan beyin bu “bilgi işlem” operasyonlarını kendiliğinden gerçekleştirir ve gerçekleştirdikçe, yani düşündükçe ruhumuz içinde yaşadığı dış dünyanın farkına varır, bilincine erişerek kendi kimliğine, kişiliğine, varlığına kavuşur. Diğer bir ifadeyle de ruhumuz organik, nesnel, maddi bir varlık değil, düşünen beynin sağladığı farkındalığın oluşturduğu bilinçsel ve bir anlamda da sanal bir varlıktır. Ama netice itibariyle biz ruhumuz, bilincimiz veya aklımız olduğu için düşünmeyiz, aksine beynimiz gerçekleştirdiği “bilgi işlem” operasyonları vasıtasıyla düşünebildiği için bizde pratik anlamda “ruh ve beden” ayrımını yapamadığımız için düşündüğümüzü zanneder ve sonuçta da ruhsal, bilinçsel varlığımıza kavuşuruz.   

Beyin bedenimizin diğer organları gibi doğuştan bütün işlevlerini yerine getirme becerisine sahiptir ve nasıl gözümüzün görmeyi, kulağımızın işitmeyi öğrenmesine gerek olmadığı gibi beyninde düşünmeyi veya diğer fonksiyonlarını gerçekleştirme biçimini öğrenmesine gerek yoktur. Bütün organlarımız gibi beynimizde doğuştan bütün işlevlerini yerine getirebilecek şekilde varlığına kavuştuğu bilinen, gözlemlenebilen bilimsel bir gerçekliktir. Bu nedenle de 1-2 yaşındaki ufacık bebelerin beyinleri bile pekâlâ düşünürler. Sadece bebekler mi? Hayır, bütün merkezi sinir sistemine ve beyne sahip olan hayvanlarda düşünürler, onların da bizler gibi doğuştan akıl ve zekâları vardır. Bu nedenle de “düşünmek” olarak tanımladığımız ve beyinde gerçekleşen “bilgi işlem” operasyonları bedensel işlev oldukları için öğrenilmez, öğretilemez. Görmeyi, işitmeyi, koku almayı öğrenebilir miyiz? Hayır, bunların hiç birisini öğrenemeyiz ve öğrenmemize de gerek yoktur. Bütün bu ve bunlara benzer organlar işlevlerini yerine getirebildikleri için düşünmeyi de öğrenemeyiz, öğrenmemize de zaten gerek yoktur. Görme, işitme veya koku alma gibi örgensel becerileri zamanla geliştirebilir miyiz? Hayır! Ama sağlık sorunlarına paralel olarak zamanla daha az görmemiz, daha az işitmemiz daima söz konusu olabilir. Kısacası zamanla görme veya işitme gibi becerilerimizi geliştiremeyiz ama onları her zaman kısmen veya tamamen yitirebiliriz. Aynı nedenle de beynimizin zamanla daha iyi düşünebilmesini bekleyemeyiz. .

Beyin günde 50-80 bin civarında “bilgi işlem” operasyonu gerçekleştirerek bedenin bütün fonksiyonlarını koordine eden, yöneten otomatik bir kumanda merkezi gibi son derece önemli bir organdır. Beyin olmasaydı hiçbir organımız işlevini yerine getiremezdi. Sapa sağlam gözlere ve kulaklara sahip olmamıza rağmen ne görebilir, ne işitebilirdik. Çünkü bu organlar dış dünyanın seslerini ve görüntülerini toplayacak ve beyne iletecek şekilde evrimsel süreçlerini tamamlamış ve varlıklarına kavuşmuşlardır. Gözümüz kendi başına görmez, kulağımız işitmez. Bu organlar dış dünyanın optik ve akustik fiziki verilerini toplar ve beyne iletirler. O seslerin ve görüntülerin işitilir ve görünür olması, dolayısıyla dış dünyamızın kafatasımızda canlanması beyin sayesinde gerçekleştirilir ve ancak bütün bu işlemlerin sonunda da ruhumuz söz konusu o seslerin ve görüntülerin bilincine varır. Kısacası gözümüz görmez ama beynimiz gözden gelen verileri toplar, görüntü haline çevirir ve en nihayetinde de ruhumuz görüntünün bilincine erişir. Gözümüz sağlık sorunları nedeniyle işlevini yerine getiremediğinde de ruhumuz hiçbir şeyi görememiş olur. 

Büyük ölçüde dinler, filozoflar, düşünürler, aydınlar, yazarlar tarafından belirlenen kültürlerimiz binlerce yıldan beri en ufak bir dayanağı olmamasına rağmen ruhun ölüm sonrasında bedenden ayrıldığını ve ruhlar âlemine göç edip daha ileri bir zamanda yeniden bir bedene girerek ruhsal yaşamını sürdürdüğünü, yeniden canlandığını ileri sürerler. Oysa bu varsayımın en ufak bir dayanağı yoktur ve beden ölüp toprağa gömüldüğünde ruhsal yaşamda sona erer. Beyin ölümü gerçekleştiğinde dünyaya ilişkin farkındalığımız da sona erer. Yukarıda da belirtildiği gibi gözünü, kulağını ve en önemliside beynini yitiren ruh kör sağır, beyinsiz bir varlık olur ki ona da artık varlık bile demek mümkün olmaz.  

Beynimiz olmasaydı veya işlevini yerine getiremeseydi hiçbir duyu organına sahip olmayan ruhumuz yaşadığı dış dünyanın farkına varamazdı. Zaten beyin ölümü gerçekleştiğinde her şeyin bittiği de bilinen bir gerçekliktir. Örneğin alzheimer hastalığı ruhsal değil bedensel, beyinsel bir hastalıktır ve Alzheimer hastalarının yaşadıkları çoğu şeyi unutmaları, geçmişte yaşadıkları anılarını hatırlayamamaları ruhun ve bedenin işlevleri daha iyi anlayabilmek açısından son derece açıklayıcı bir örnektir.

Hatırlama olarak tanımladığımız zihinsel eylem tamamen beyinde gerçekleşen bir eylemdir. Beyin hatırlar ve ruhumuzda beynin hatırladıklarının bilincine varır. Beynin unuttuğu bir şeyi ruhun hatırlaması söz konusu değildir. Bu nedenle de beyin Alzheimer hastası olduysa ruhumuz da dolaylı olarak Alzheimer hastalığının unutmak veya hatırlayamamak gibi etkilerinden nasibi alır. Oysa eğer ruh gerçekten varsayıldığı gibi tek başına varlığını sürdürebilir ve “ölümsüz” olsaydı Alzheimer hastalığından etkilenmemesi, dolayısıyla da her şeyi hatırlayabilmesi gerekmez miydi?

Eğer ruh ve beden ayrılığı mümkün olsaydı bedenden ve onun bütün organlarından yoksun bir ruh kör, sağır, dilsiz ve her şeyden önemlisi de beyinsiz, dolayısıyla hiçbir şey bilmeyen, hatırlamayan, düşünemeyen bir varlık olmaz mıydı? Dinler ölüm sonrasında ruhumuzun cennete veya cehenneme gideceğini ve orada tanrıya geçmiş yaşamlarında yaptıklarının hesabını vereceğini iddia ederler. Oysa ruhun beden ölümü gerçekleştikten sonra herhangi bir yere gitmesi söz konusu olamaz. Kaldı ki bedeni toprak altında çürümeye terk edilen ruh varlığını sürdürse bile gözleri, kulakları ve en önemlisi de beyni olmayacağı, dolayısıyla kör, sağır, dilsiz ve de beyinsiz bir ruh olacağı için hiçbir şey hatırlayamayan, düşünemeyen bilinçsiz bir varlık olurdu. Öbür dünyaya giden ama artık hiçbir şeyi hatırlamayan ruh o dünyada neyin hesabını verebilirdi?

Beyin duyu organları vasıtasıyla dış dünyasından aldığı verileri toplamak, onları değerlendirmek ve bedeni yönetmek ile kalmaz bütün bunların yanı sıra ileride yapacağı “bilgi işlem” operasyonlarında kullanmak üzere “bilgi” selleştirir ve bunları sayıları milyarları bulan hücrelerine kaydeder. Biz hangi bilgimizin nerede kayıtlı olduğunu, bu bilgilerin nasıl kaydedildiğini veya beynin gerektiğinde o bilgilere nasıl erişip, onlar vasıtasıyla nasıl düşündüğünü, bilgi işlem operasyonları yaptığını bilmeyiz. Bu nedenle de bilinçli olarak beynimize müdahale edip onun işleyiş biçimini etkilemek ve özellikle de “bilgi” oluşturmak biçimini belirlemek, geliştirmek gibi bir şansımız yoktur.

Beynin “bilgi” oluşturmak, bunları kaydetmek, düşünmek ve bütün organları yönetmek dışında en önemli işlevlerinden biride “duygu” ları belirlemektir. Aynı düşünce biçimimizde de olduğu gibi duygularımızın kendimiz, bilincimiz tarafından belirlendiğini varsayarız. Oysa buda bir yanılgıdır. Çünkü biz hiçbir şeyi istediğimiz için sevmez, ondan korkmaz veya nefret etmeyiz, iğrenmeyiz, öfkelenmeyiz. Duygusal yaşamımızın bütün çeşitliliği de düşüncelerimiz gibi beyin tarafından belirlenir ve ruhsal bir varlık olan bizler de beyin tarafından belirlenen söz konusu duygusallık haline gireriz. Hatta daha da ötesi içinde bulunduğumuz duygusallık hali bizim istencimiz dışında beden dilimize de yansır ki duygusallığın beden diline yansımasını hayvanlarda çok daha belirgin bir şekilde gözlemlemek mümkündür. Örneğin kedinin veya köpeğin şekilden şekle giren kuyrukları, yüz ifadeleri onların belli koşularda ne tür bir duygusal ortamda bulundukları hakkında bize ipuçları verirler.

İnsanlarda da duygusal yaşam farklı değildir. Beyin tarafından belirlenen duygularımız yine beyin tarafından üretilen hormonlar vasıtasıyla beden dilimimize yansır ve hatta çoğunlukla da duygularımızı gizlemek amacıyla beden dilimizi bastırmaya, gizlemeye çalışırız. Bütün bu nedenlerle de duygularımızın beyin tarafından belirlenen ve tüm bedene yayılan çeşitli durumlar karşısında gösterilen, gösterilmesi gereken “tepki” ler olarak kabul etmemiz gerekir. Değişik bir ifadeyle de duygularımızın beyin ile beden arasındaki gösterilmesi gereken tepkileri iletmeye yarayan bir tür “iletişim dili” olduğunu söylemek mümkündür. Örneğin beyin bedene sözlü bir ifadeyle “öfkelen!” şeklinde bir mesaj veya talimat vermez ama salgıladığı hormonlarla bedeni öfke havasına sokar ve yönettiği kişinin öfkelenmesini sağlamış olur. Sonunda da insan beyin tarafından itildiği duygusal ortamın gereğini yapar. Sevmesi gerekiyorsa sever, öfkelenmesi gerekiyorsa da yakar, yıkar ama sonuçta da her ne yapıyorsa yapsın “akıl” devreye girmediği müddetçe beyin tarafından belirlenen duygusallığı doğrultusunda ve çerçevesinde yapar. Ama netice olarak duyguların belirlendiği kaynak insanın ruhu değil beynidir ama beynin midemizin, işkembemizin, ciğerimizin ve bütün diğer organlarımızda da olduğu gibi ne yazık ki aklı yoktur.  

Beyin bütün meziyetlerine karşılık kendiliğinden “bilgi” üreten bir organ değildir. Beyin dış dünyadan duyumsadığı verileri “bilgi” selleştirir, bu “bilgi” leri ileride yapacağı “bilgi işlem” operasyonlarında kullanmak üzere gri hücrelerinde kaydeder. Yeri ve zamanı geldiğinde de bu “bilgi” lerden yararlanarak çeşitli olaylar ve olgular karşısında verilmesi gereken “tepki” leri belirler ve en nihayetinde de söz konusu “tepki” lerin fiziki, bedensel eylemlere dönüşebilmesi için “duygu” ları tetikleyerek insanı harekete geçirir. Kısacası beyin içinde yaşadığı dış dünyayı duyumsayan, onu “bilgi” selleştiren, bu “bilgi” lere dayanarak “bilgi işlem” operasyonları yapan, düşünce ve “duygu” lar yoluyla bedeni kendince rasyonel tepkiler verecek şekilde yöneten ama bu arada da ruhu bilinçlendiren bir tür otomatik kumanda merkezidir.

Beyin muhakkak ki doğanın günümüze kadar var ettiği en karmaşık ama en mükemmel organlardan birisidir ancak ne var beynin iletişim yoluyla dış dünyasından duyduğu söylemlerin yaşanan “gerçek” liği hangi oranda ifade ettiği konusunda büyük bir sorunu vardır. Şöyle ki beyin nasıl gördüğü görüntüleri veya sesleri “gerçek” olarak kabul edip “bilgi” selleştiriyorsa aynı şekilde diğer insanlardan çoğu zaman duyduğu söylemleri de “gerçek” olarak kabul ederek “bilgi” selleştirir. Oysa insanların iletişim yoluyla birbirlerine ifade ettikleri söylemlerin önemli bir bölümü yaşanan “gerçek” liği ifade etmeyen, hayal ürünü, varsayımlara dayalı hatta uydurulmuş söylemlerdir. Örneğin bizim için sıradan bir canlı hayvan olan inek veya fare gibi canlılar milyonlarca insan için kutsallıklarına inanılan canlı varlıklardır. Oysa söz konusu kutsallıkların yaşamın, doğanın gerçekliği ile ilgili en ufak bir dayanağı yoktur. Ama beyin duyduğu söylemlerin “gerçek” olup olmadıklarını sorgulayamadığı için o coğrafyalarda yetişen insanlar da beyinlerinin yönlendirmesi doğrultusunda varsayılan kutsallıklara inanır ve bu “gerçek” lik dışı inançlar üzerine kurulu “ezberci” yaşam biçimleri sergilerler. Benzer şekilde Müslümanlarda domuz gibi milyarlarca insanın afiyetle tükettiği bir başka doğal canlı varlığın etinin yenmesini haram ve günah olarak kabul eder ve domuzdan iğrenerek yaşarlar. Oysa doğada var olan hiçbir varlık ne kutsaldır ne de haram. Çünkü gerek kutsallık ve gerekse de haramlık yaşamın gerçekliğinin bir ifadesi değil insanların kendi akıllarınca bazı varlıklara yükledikleri ama en ufak bir dayanağı olmayan, “gerçek” lik dışı, uydurulmuş, anlamsız özelliklerdir. Diğer taraftan domuzun milyarlarca insan tarafından sempatik, Müslümanlar tarafından ise iğrenç bir hayvan olarak kabul edilmesi ve “algı” lanması da insanların duygusal yaşamlarının içinde yetiştikleri kültürel dünyaları tarafından belirlendiğinin açık ve net bir göstergesi olarak kabul edilmelidir.   

Beynin ineğin, farenin kutsallığı veya domuzun haramlığı örneğinde olduğu gibi yaşamın “gerçek” liği ile en ufak bir ilgisi olmayan varsayımları da “bilgi” selleştirip insanı bilinçlendirmesi ruhun en önemli sorunlarından birisidir. Çünkü beyin dış dünyadan aldığı verileri “bilgi” selleştirme sürecinde bu verilerin “gerçek” olup olmadıklarını sorgulayamadığı için “gerçek” olan ile olmayanı ayırt edemez ve zorunlu olarak da gri hücrelerine kaydettiği her “bilgi” yi “gerçek” olarak kabul eder. Sonuçta da organik de olsa bir “bilgi işlem” aygıtından başka bir şey olmayan beyin tarafından yönetilen, bilinçlendirilen ruh “gerçek” lik dışı, sahte, yalan yanlış, uydurulmuş “bilgi”lerle bilinçlendirilmiş ve ister istemez içinde yaşadığı “gerçek” doğaya, yaşama yabancılaştırılmış olur. Ruhun içinde yaşadığı “gerçek” doğaya ve yaşama yabancılaşması ise insanlık adına kelimenin tam anlamıyla bir felakettir.

İnsanlar ile hayvanları karşılaştırdığımızda evrim sürecinde insan adına pek de hoş sayılmayacak bazı olumsuzlukların ortaya çıktıklarını görmemek mümkün değildir. Örneğin hayvanlar ne yaparsa yapsınlar asla davranış bozukluğu olarak tanımlanabilecek davranışlar sergilemezler. Hayvan davranışları daima yaşamsal bir amaca yönelik ve rasyonel, akılcı davranışlardır. Buna karşılık insanların giderek artan bir şekilde davranış bozuklukları göstermeleri ve ciddi bir şekilde ruhsal, psikolojik sorunlar yaşamaları bilinen, gözlemlenebilen realitelerdir. İnsanlar her geçen gün artan bir şekilde psikolojik tedaviye muhtaç hale gelmeye başlamışlardır. Hayvanlar yaşamsal bir zorunluluk yoksa örneğin zevk için şiddet uygulamazlar. Oysa sadizm veya mazoşizm gibi sapkınlıklara insanlarda sıkça rastlanır. Hayvanlar ve özellikle de dişiler kendi doğurdukları yavrularına asla şiddet uygulamazlar ama başta anneler olmak üzere tüm insanlar yavrularına şiddet uygulamakta bir sakınca görmedikler gibi “dayak cennetten çıkmadır” veya “kızını dövmeyen dizini döver” gibi “akıl” dışı uydurulmuş kültürel bilgelikler göstererek çocuklarına karşı uyguladıkları şiddete meşruiyet kazandırırlar. İnsanlarda nesiller arası anlaşmazlıklar ve çatışmalar her geçen gün büyüyen bir sorun haline gelmiştir. En önemlisi de hayvanlar doğal olarak kısıtlı, duyu organlarıyla geliştirebildikleri kadarıyla “bilgi” birikimine sahiptirler ama her hayvan kendi türünün diğer mensupları kadar “akıl” lıdır. Çünkü canlıların sahip oldukları “bilgi” birikimi ile “akıl” düzeyleri arasında hiçbir bağlantı yoktur. Örneğin tilki, fare, karga, yunus, şempanze gibi birçok hayvan türünün ne kadar “akıl” lı varlıklar olduklarını muhakkak ki herkes bilir veya gözlemlemiştir. Buna karşılık hayvanlarda aynı türün mensupları arasında “aptal” hayvan örneğine rastlanmaz. Örneğin zeki yaratıklar oldukları bilinen bir tilki veya bir fare ne kadar akıllı ve zeki ise diğer hemcinsleri de o kadar akıllı ve zekidir. Her hayvan, türünün bütün diğer mensuplarıyla aynı düzeyde akıllıdır veya diğer bir ifadeyle de aynı türün mensupları arasında “akıl” düzeyleri açısından farklılık bulunmamaktadır. Daha açık bir ifadeyle aptal bir hayvana rastlamak mümkün değildir. Çünkü sadece duyu organlarıyla dış dünyasını duyumsayan hayvan dış dünyasını % 100 gerçekçi bir şekilde algıladığı ve varsayımlara dayalı öğrenilmiş, koşullandırılmış davranışları olmadığı için asla “aptal” laşmaz.

İnsanlarda ise durum çok farklıdır ve örneğin Aziz Nesin’in de ifade ettiği gibi Türklerin % 60 oranında aptal oldukları söylenmektedir. Ancak ne var, Aziz Nesin’in belirttiği yüzde oranının “gerçek” liği tartışmaya açık bir konu olsa da sadece Türklerin değil bütün insanlığın önemli bir bölümünün çok da “akıl” lı olmadıkları genel olarak bilinmektedir. İster inanalım ister inanmayalım ama insanlar canlılar âleminin “aptal” laşabilen yegâne varlıklarıdır ve yeryüzünde insandan başka “aptal” laşan bir canlı örneği göstermek mümkün değildir.

“Akıl”olaylar ve olgular arasında gerçekçi bir şekilde “sebep-sonuç” ilişkileri kurabilme becerisidir. İnsan başta olmak üzere tüm canlılar “akılcılık” olarak tanımladığımız “nedensellik” örüntüsünü kurabilme becerisiyle dünyaya gelirler ve normal şartlar altında bu beceri sayesinde de “ne yapıldığında ne olduğu, ne olacağı” gerçeğini deneyimleyerek görürler. Ancak ne var insanlar tarafından uydurulmuş varsayımlara dayalı kültürlerimizi öğrendikçe de yaşamın gerçekliği ile en ufak bir ilişkisi olmayan hayali, uydurulmuş, varsayımsal “sebep-sonuç” ilişkileri ile tanışır, onlarla koşullandırılır, yaşamın olayları ve olguları arasında  “gerçek” lik dışı “nedensellik” örüntüleri kurmaya başlarlar. Örneğin Hintli ineği kutsal olarak öğrenir onun etinden faydalanacağına o kutsallığından habersiz hayvana ibadet eder ve Müslüman’da domuzu haram olarak kabul eder, etinden faydalanmaz hatta o günahsız hayvandan iğrenir. Her iki örnekte de kültürler tarafından domuz ve inek gibi doğal varlıklara “gerçek” lik dışı anlamlar yüklenmiş, “gerçek” lik çarpıtılmış, dolaylı olarak da o kültürlerde yetişenler doğaya ve dünyaya yabancılaştırılmış, iyiyi kötüden, yararlıyı zararlıdan, gerçeği gerçek dışından ayırt edemez bir hale sokulmuştur. Bütün dindarlar tanrıya ibadet ettiklerinde, tanrının emir ve talimatları doğrultusunda yaşadıklarında öldükten sonra cennete gidip, tanrı tarafından mükâfatlandırılacaklarına inanırlar. Oysa evrenin milyarlarca ışık yılı derinliklerini bile gözlemleyebilen sofistike teleskoplar öldükten sonra insanoğlunun gidebileceği bir “öbür dünya” ya rastlayamamıştır. Ama atalarının geliştirdiği “gerçek” lik dışı kültürler ile şartlandırılan, koşullandırılan milyarlarca insan günümüzde “bilgi” çağında bile “öbür dünya” varsayımlarına, hiçbir dayanağı olmayan benzer palavralara, hurafelere inanır. Hiçbir canlının hiçbir zaman gidemeyeceği, hiçbir kimsenin nerede olduğunu bilemediği, söyleyemediği bir “öbür dünya” da yaşanacağı varsayılan “sonsuz” bir ruhsal yaşam hayali muhakkak ki insanın binlerce yıllık kültürleri vasıtasıyla doğa “gerçek” liğine ne kadar yabancılaşabileceğinin basit bir göstergesidir. Basit bir karşılaştırma yapacak olursak ineğin kutsallığına inanan bir insan ile o ineğin sıradan bir canlı varlık olduğuna inanan başka bir insanın aynı “akıl” düzeyine sahip olamayacağını göz önüne aldığımızda kültürlerin saçma sapan anlamlandırmalar yoluyla halklarını ne kadar doğaya yabancılaştırıp, insanlarını “aptal” laştırabilecekleri kendiliğinden ortaya çıkar.

İnsanın en büyük sorunu hiç şüphesiz ki onun doğuştan bedensel anlamda mükemmel bir “bilgi işlem” organı olan bir beyin ve ruhsal anlamda da “akıl” ile donatılmış olarak dünyaya gelmesine karşılık binlerce yıllık hurafeler, varsayımlar ile doğaya yabancılaştırılmış kültürleri hazır bulması, o kültürler doğrultusunda da “eğitim” adı altında şartlandırılması, koşullandırılmasıdır. Bu sorunun beyin tarafından çözülmesi olanaksızdır çünkü daha önce de belirtildiği gibi beyin dış dünyasından duyumlar yoluyla aldığı bütün verileri “gerçek” olarak kabul ederek bunları en ufak bir sorgulama işlemine tabi tutmaksızın, niteliğine bakmaksızın “bilgi” olarak içselleştirir. Kısacası beyin işini mükemmel bir şekilde yapan bir organdır ve bu organın geliştirilmesi,  işini daha iyi yapar bir hale getirilmesi mümkün değildir. Bu nedenle de biz beyinden gri hücrelerine kaydedeceği “bilgi” leri nitelikleri açısından kontrol etmesini bekleyemeyiz. Ancak ne var doğuştan “akıl” ile donatılan ve zaman içinde beyin tarafından bilincine eriştirilen ruhun eğitim yoluyla geliştirilmesi, dolayısıyla da beyin tarafından “bilgi işlem” operasyonlarında kullanılmak üzere kaydedilen “bilgi” birikimini sorgulayan, denetleyen bir hale getirilmesi kolaylıkla mümkündür. Çünkü beyin kulaktan dolma söylemlere dayanarak “bilgi” selleştirdiği varsayımların “gerçek” çi olup olmadıklarını sorgulayamaz ama ruh bu sorgulama eylemini pekâlâ yapabilir ve hatta daha da ötesi ruhun asıl görevi de zaten bu sorgulama görevini gerçekleştirmekten başka bir şey de değildir. Aksi takdirde, bu sorgulamayı yapmadığında insanın beyninin haricinde “akıl” ile donatılmış bir ruhunun olmasının en ufak bir gerekçesi olmaz ve o ruh dediğimiz yüce varlık beynin “bilgi işlem” operasyonları peşinde koşturan ezberci, kişiliksiz ve zavallı bir varlık olurdu. 

Normal şartlar altında beyin tarafından bilincine kavuşturulan ruh kendisini var eden kendi beynine ve onun gri hücrelerinde kayıtlı “bilgi” birikiminin niteliğine karşı şüphe duymaz. Doğal olarak da beyin tarafından belirlenen ama sonuçta da bildiği ve inandığı her şeyin “doğru ve gerçek” olduğunu zanneder.  Kültürlerimizde zaten körü körüne inanmaya odaklı eğitim sistemleri tarafından nesilden nesile aktarıldığı için o kültürel birikimlerin sorgulanmasını değil aksine olduğu gibi kabul edilmesini öngörür. Oysa ruhun kendisini geliştirebilmesi için kendi beyninde kayıtlı olan kültürel birikimi sorgulayıp, o “bilgi” birikimi içindeki olası “yanlış ve gerçeklik dışı” olanları ortaya çıkarıp beyni çelişkiye düşürmesi ve daha önceki kayıtlarını güncellemeye sevk etmesi gerekir. Beyin bu eylemi kendiliğinden yapamaz ama ruh tarafından çelişkiye düşürülmeye karşı da tepkisiz kalamaz ve mutlaka da gereken tepkiyi verir.   

Doğada, doğal yaşamda olağanüstü bir uyum ve harmoni vardır. Yaşamın tamamı “nedensellik” yasaları tarafından belirlendiği için doğal yaşamda uyumsuzluk asla söz konusu değildir. Evrenin herhangi bir yerinde doğada uyumsuz, akla mantığa aykırı bir oluşuma rastlanamaz. Ancak ne var biz insanların, toplumların doğayı “bilgi” selleştiriş, kültürleştiriş şeklimiz büyük ölçüde varsayımlara ve hurafelere dayalı olduğu için gerek kişisel “bilgi” birikimlerimiz ve gerekse de kültürlerimiz çelişkilerle doludur. Çünkü birinin “ak” dediğine başka birisi kolaylıkla “kara” diyebilmekte ve bu çelişkili tespitler kültürel çelişkilere neden olabilmektedir. Çelişkinin olduğu yerde ise uyum ve harmoni asla söz konusu olamaz. Bu nedenle de “akıllı” bir ruh beyinde kayıtlı “bilgi”birikimi içinde mutlaka birçok çelişkili varsayımı ve hurafeyi bulabilir, ortaya çıkarabilir, beyni söz konusu çelişkiler ile karşı karşıya getirebilir.

Doğal yaşamda çelişki bir olanaksızlık halidir ve çelişkinin söz konusu olabileceği bir ortamda mutlak bir şekilde yeni bir sentez yapılacak ve yaşam çelişkisiz bir şekilde devam edecektir. Bu sadece olaylar ve olgular için geçerli değil, aynı zamanda bu olay ve olguların sözel tanımlamalarından başka bir şey olmayan “bilgi” ler için de geçerli bir durumdur. Bu nedenle de “bilgi” lerin çelişkisi halinde söz konusu çelişkili “bilgi” ler yeni bir sentez oluşturacak ve “bilgi” nin güncellenmesi sağlanacaktır.

Sentez yoluyla oluşturulan yeni “bilgi” lerin “gerçek ve doğru” olacağının bir garantisi elbette ki yoktur ancak ne var “yanlış bilgi” nin işlevini yitirmesi ve öyle veya böyle güncellenmeye başlanması onun “gerçek ve doğru” ya gidecek olan uzun yolun ilk ve en önemli adımı olacak, arkası da muhakkak gelecektir. Burada önemli olan sonuç itibariyle birer “tez” olarak kabul edebileceğimiz beynin gerçekleştirdiği “bilgi işlem” operasyonlarının ruh tarafından bir “antitez” ile karşı karşıya getirilip yine beyin tarafından yaşamın gelişmesine vesile olacak bir “sentez” in oluşturulabilmesidir. Sorma ve sorgulama becerisi olmayan beyin kendi “tez” lerinin “antitez” lerini geliştiremez ama her zaman daha iyiyi, daha mükemmelli arama becerisini geliştiren bir ruh bunu kolaylıkla yapabilir. Buradaki bütün sorun, insanları varsayımlara körü körüne inanmaya, kabullenmeye, boyun eğmeye koşullandıran kültürlerimizin temelden değiştirilip kültürel anlamda gelişmeyi, mükemmeliyetçiliği yaşamın temel düsturu haline getiren yeni bir kültürü, yeni bir dünya anlayışının geliştirilebilmesidir. Çünkü yaşamda başta örf, adet ve geleneklerimiz olmak üzere hiçbir şey yüce veya kutsal değildir ve insanın her şeyin daha iyisini, daha güzelini araması onun en doğal hakkıdır. Bu nedenle de bizim sorgusuz sualsiz öğrenmeye, hatta ezberlemeye yönelik eğitim anlayışımızın değiştirilip, güncellenip her şeyin sorgulanmasını esas kabul eden yeni bir eğitim anlayışının geliştirilmesi gerekecektir. Çünkü evet,biz insana, onun beynine düşünmeyi öğretemeyiz ama insanın ruhsal yanına beyninin düşündüklerinin, vardığı sonuçların, geliştirdiği değer yargılarının “akıl” cılığını sorgulamayı kolaylıkla öğretebiliriz ve yapmamız gereken de zaten budur.

İnsanlık sayılamayacak kadar çok sosyal sorunlarla karşı karşıyadır ve hepimizin bildiği bu sosyal sorunların “hiç biriside” çözümlememektedir, hatta sosyal bilimlerde bu sorunlara çözüm üretmek konusunda çaresiz kalmaktadır. Ne yazık ki sosyal bilimler sayesinde çözümlenmiş tek bir sorun yoktur ve örneği de maalesef gösterilemez. Sosyal sorunların çözümlenememesinin en önemli nedeni bana göre insanların neredeyse tamamının kendi beyinleri tarafından üretilen çoğu “akıl” dışı duygu ve düşünceler tarafından yönlendirilmeleri ve buna karşılık doğuştan “akıl” ile donatılmış ruhlarının kötüye gidişi sorgulamayıp, engelleyememeleridir. Teknolojiyi, sanayideki gelişmeleri bir kenara koyacak olursak yaşamın neredeyse tamamı duygusal düşünceler üreten beyinler, yani bedenler tarafından belirlenirken her geçen gün aptallaşan ruhların bu kötüye gidiş karşısında çaresiz kalmaları sanırım uzun bir süre daha yüzyılımızın da en büyük sorunu olmaya devam edecektir.

Mustafa Atilla  

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..