Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Nisan '11

 
Kategori
Futbol
 

İşkencede de Trabzonspor! İnadına!

İşkencede de Trabzonspor! İnadına!
 

Bize Her Yer Trabzon! İşkencehaneler Bile!


Aşağıdaki yazının karamsar ve karanlık girişi ve başlık yanıltmasın, bu bir aşk yazısı. Futbol ve Trabzonspor aşkı. Trabzonspor sevdasının, diğer takımlara olan tutkudan farkını ortaya koyan binlerce örnekten sadece biri. Siyasetçilerin kulağına küpe olması dileğiyle… 

1980 yılıydı. Ülkede âdeta bir iç savaş hüküm sürüyordu. Her gün 20-30 kadar genç çatışmalarda hayatını kaybediyor, kara toprağa düşüyordu. 

Fazla geçmeden akan kana sözümona dur demek isteyenler ülke yönetimine el koydu. Ancak öyle bir şiddet uyguladılar, gençliğin tepesine öyle bir balyoz indirdiler ki, dönemin gençliği ancak 2000’li yıllarda kendisini toparlamaya, sindiği kabuğundan kafasını çıkarıp etrafta neler oluyor diye bakmaya başladı. 

İşte o şiddet döneminde bir kuşluk vakti “abdestimizi alıp kaza namazına” durmuşken evimizin kapısı çalındı. Gelenler kolumuzdan tutup, birinci sınıf muameleye tabi tutmak için Birinci Şubeye götürdüler ve daha önce hiç tatmadığımız lezzetler sundular bize… Elektriğin ne b..ktan bir icat olduğunu orada öğrendim. Tabanın altına isabet eden bir cop darbesinin insana feleğini nasıl şaşırttığını da, açlığın ve susuzluğun nasıl felaketler olduğunu da. Tanrının bazı yerlerde bulunmadığına, bulunsa da onun bile bazen eli kolu bağlı ve biçare kaldığına da… 

Sorguya alınışımın ilk günüydü. Tabanlarım nazardan(!) patlamıştı, cinsel organıma yapılan elektrik direği muamelesinden dolayı idrarımdan kan geliyordu. Yürüyemeyecek hâldeydim. Hücremdeki arkadaşlarımın yardımıyla tuvalete gittim. İşte orada çaresiz kaldım. Kendi başıma işimi görmek istiyordum ama ayakta durmam ne mümkün! Arkadaşlarımdan biri bu durumun farkına vardı, çıkıştı: 

"Ne o?" dedi. "Polis amcalarına gösteriyorsun da, bizden mi utanıyorsun?" 

Kıramadım, bir kez de ona gösterdim… 

Çişimi yaparken, iki arkadaşım baston gibi kolumun altında kaldı. Hücreye geri dönerken karşı­dan gelen bir adam çarptı gözüme. Gözlüğüm olmadığı için tam olarak seçemiyordum. 

"Vay Hilmi, sen ha!" diye haykırdı. Ses yabancı gelmiyordu, ancak dibime gelince tanıya­bildim. 

"Sen miydin Kudret?" dedim. 

Üniversitede görevli polisti. Oradan tanışıyorduk. Hemşerimdi ve bir polisten beklenmeyecek kadar cana yakın ve insancıl birisiydi. Okuldayken sık sık görüşürdük. O da benim gibi Trabzonsporluydu. Ayrı cephelerde olsak da bu payda bile dayanışma için yeterliydi. Belime sarıldı. 

"Ne yaptılar sana, kardeşim benim?" dedi. 

Uzun uzun sohbet ettik. Başımdan geçenleri anlattım. 

"Bunların hiç vicdanı yoktur, " dedi. "Sana şu yaptıklarına bak." 

Oturduğu yerde çay demleniyordu. Bir bardak doldurdu, bana uzattı. Sonra cebinden sigara paketini çıkardı, "Yak bir ta­ne!" dedi. 

"Sağ ol, ben kullanmıyorum" diye karşılık verdim. 

Saati sordum, gece onu geçmişti. 

"Yahu bir de hangi günde olduğumuzu söylesen?" dedim, güldü... Beraber bir saat kadar oturduk. Üniversiteyi ve Trabzonspor'u konuştuk. 

"Bu sene de biz şampiyon olacağız, " dedi. O zamanlar öyle konuşurduk. Öyle çeyrek asır ara vermek yoktu kitabımızda. 

"Sen şuradan kurtul, ilk maça birlikte gidelim." 

Sonra hücreme geri götürdü beni. Uzun günler sonra görevden alındığını öğrenecektim. Bana gösterdiği insaniyetliğin bedeli olarak... 

Sonraki günlerde yine devam etti sorgular. Cevap veremeyeceğim sorular soruyorlardı. Dava arkadaşlarımın isimlerini, kaldıkları yerleri, örgütsel hiyerarşimizi… O güne kadar gözaltına alınanlardan biraz farklı işlem uygulanıyordu. Ya cüsseme ancak böylesi layıktır diye düşündüklerinden ya da beni çok sevdiklerinden hiç hücreye indirmiyorlar, neredeyse hep ellerinin altında tutuyorlar ve yirmi dört saat aralıksız sorguluyorlardı. Bir ekip bırakıyor, sonraki devralıyordu nöbeti. 

Sordukları yüzlerce sorunun hiçbirinin cevabı yoktu bende, bu yüzden “bilmiyorum” diye yanıtlıyordum. Sanırım onuncu güne gelmiştik. On gün boyunca ağzıma lokma girmemişti. Çok da hissetmiyordum açlığı ama susuzluk perişan ediyordu. Hani derler ya, Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin. Etsin! Açlık ne ki! Sonraki aylarda bir dönem tam 19 gün ağzımdan lokma girmedi, çok da bir şey olmadı. Ancak susuzluk yok mu, işte bir canlının başına gelebilecek en beter felakettir. Delirtir insanı. Damarlarınızın çatladığını, boğazınızdan alevler çıktığını, derinizin kupkuru olduğunu sanırsınız… 

Neyse… Günlerden pazardı. Yeni bir ekip sorguya aldı beni. Nasıl sorgu ama! Sanırsınız memleketin tüm elektriği gövdemde tüketiliyor, bu yüzden her yerde ciddi kesintiler meydana geliyor. Aradan ne kadar geçti binmiyorum. Epey uzun sürdüğünü tahmin ediyordum. Manyetoyu söküp helaya götürdüler. Birisi eline hortumu aldı, hayvanat bahçesinde filleri serinletir gibi basınçlı suyu üzerime sıkmaya başladı. Dışarıdaki soğuk hava ve karın etkisiyle buz gibiydi su. Donacağımı sandım bir an. Buna rağmen yüzüme gelen sudan içip susuzluğumu gider­meye çalıştım. 

Su o kadar basınçlı geliyordu ki, gözbağım birden çözülüp çıktı gözümden. Görülmeye değer bir manzaraydı o an. Açılan gözlerim sanki bir mitralyöz olmuş da önümdekileri tarayacakmış gibi bir hisse kapılıp sağa, sola, yerlere attı o cesur insanlar kendilerini. Yazık! Benim yüzümden üstleri başları sırılsıklam oldu. 

Kaçmaya fırsat bulamayanlarsa elleriyle yüzlerini kapattılar. Manzara karşısında neredeyse altıma ediyordum için için gülmekten. Neyse ki, en yiğit olanı kendini fedakârca siper edip gözbağımı yerine bağladı. Çırılçıplak da olsam, bu yürekli(!) insanla­rın halini gördüğümde, gülmekten uluorta çiş yapmak zorunda kalsaydım, o güne kadar almış olduğum terbiyeye yazık etmiş olacaktım. 

Gözlerimin renginden bu kadar çekinen o kahramanlara(!), bana ve diğer­lerine verilen elektriğin binde biri değseydi, ne halle­re düşebileceğini hep merak etmişimdir. 

Islak vücuduma yeniden elektrik vermeye başladılar. Çok ge­zenin, çok okuyandan fazla bildiği doğruymuş. Suyun, elektrik­teki iletkenliği bu kadar çok artırabileceğini saatlerce anlatsalar, kafama girmezdi. Fakat bir saat bile sürmeyen bu test çarçabuk öğretti her şeyi. Meslek liselerindeki elektrik derslerinde, kalın kafalılara bu tür bir uygulamanın yapılmasında sonsuz faydalar olduğuna inandım o gün. 

Çıplak ve ıslak vücutta elektriğin iletkenliği testi epey sürdü. Orada zamanı tahmin etmek mümkün değildi ama başladıklarında, radyoda naklen maç yayını veriliyordu. İkinci yarılar henüz başlamıştı. Kulağımı kabartarak Trabzonspor'un maçını dinlemeye çalıştıysam da, beceremedim. Çığlık­larım engel oluyordu buna. Lanet olası sesimi durduramıyordum. 

Yeniden karatahtaya kelepçelendiğimde değişik bir şey dene­meye çalıştıklarını gördüm. Bir tür kobay fare gözüyle bakıyor­lardı bana. Bulunduğum yerin camlarını sonuna kadar açtılar. Böylece soğuktan “titreyecek ve kendime gelecektim." 

Gariptir, o soğuğa ve çırılçıplak olmama rağmen hiç üşüme­dim. Az önceki titremelerim durmuş, hatta ateş basmıştı nere­deyse. Gizli bir el yardım ediyordu sanki, belki de Tanrı gizliden gösteriyordu varlığını. 

Soğuktan ne kadar etkilendiğimi görmek için sorguculardan biri yanıma geldi. "Sen neden korkarsın Hilmi?" diye sordu damdan düşer gibi. Durup dururken böyle bir sorunun anlamı ne olabilirdi? Ni­ye hobilerim değil de fobilerim? Mutlaka bir şeyler vardı bunun arkasında. Nelerden korkmazdım ki? Hangi birini saysam? Elektrik, falaka, basınçlı su, küfür, yumruk, tekme, kısaca neye başvurmuşlarsa hepsi. Fakat o uyanık ya, bunlar yetmezmiş gi­bi başka şeyler de öğrenmek istiyor. 

Zaten bunları her duydu­ğumda üç buçuk atmama yetiyordu, bir de başkasını söyler miydim? Nereden aklıma geldiyse, "Kırık not almaktan... Sevip de sevilmemekten... Kara sevdaya düşmekten..." dedim. 

Beklediği kadar angut olmadığımı anladı. Konuyu değiş­tirdi. 

“Ezdirme kendini. Konuş artık. Sana verdiğimiz elektriğin onda birini vermedik başkalarına. Biyonik Adam gibisin.” 

Biyonik Adam o sıralar televizyonda oynayan bir dizi film kahramanıydı. Hatırladığım kadarıyla elektrik düğmesini bile açmaktan acizdi, nasıl bir benzetme yaptıklarını kestiremedim. 

Sorgucu eğer insafa gelmediyse, zorla yapamadığını tatlı dille kotarmaya çalışıyordu. 

"Bir isteğin var mı?" diye sordu aniden. 

Haftalardır tek bir vahası olmayan çölde kalmış gibiydim. 

"Su, su istiyorum." 

"Tamam!” dedi sevinçle. “Birazdan helaya götürürüm, içersin? Ya başka?" 

Yemek, dememi de ister gibiydi. Demedim. Aklıma gelmedi. Hiç ama hiç acıkmamıştım. Onun yerine çok daha önemli bir istediğim vardı: 

"Trabzon'un maçı kaç kaç bitti, onu da öğrenirsen, başka şey istemem." 

Cevap vermeden ayrıldı yanımdan. Giderken söyleniyordu: "Herife bak! Burada bile maç derdine düşmüş." 

Başkaları anlamaz, bilmez, akıl sır erdiremez. Böyledir işte Trabzonspor sevdası. Bedeniniz paramparçadır, ama kırık dökük yüreğiniz onun için çarpar… 

Siz onu seversiniz ölesiye, onun umurunda bile olmaz, sizin farkınıza varmaz. Sizden başka milyonlarca sevdalısı vardır çünkü… 

En çok onunla sevinirsiniz. Kızınca ona küfredersiniz. Sanki alyuvarlarını saymış gibi futbolcularını kansızlıkla suçlar, yöneticilerini istifaya davet edersiniz. O ise tenezzül edip “Si…tir git ulan!” bile demez size; adam yerine koymadığını düşünür, daha da köpürürsünüz. 

Tutkudur Trabzonspor. Başka takımların sevdasına benzemez. Onlarınki sadece spordur, Trabzonspor’unki ise her şey… 

İsyandır. Anadolu’nun, bölgesel ayrımcılığa ve haksızlığa karşı başkaldırısıdır. 

Güzel ülkemin Spartaküs’üdür. Gelse de üstüne Roma’nın tüm orduları, gene de pes etmez. 

Dirençtir! 

Diz çökmemektir! 

Gayri yeterdir! 

Berekettir! 

İbadettir! 

Ya kısmettir!… 

Lezzettir Trabzonspor. Aşure mesela. Sağı da, solu da, dindarı da aynı kaptadır; sofusu, Turancısı, ulusalcısı, beynamazı da. Doksan dakika sarmaş dolaş, yekvücut olurlar; maç biter, yedi gün sıkarlar birbirinin gırtlağını, krikoyu eline alan patlatır öbürünün kafasını. Bir dahaki maça kadar… 

Kültürdür. Bazen bir tiyatro oyunudur. Bazen de kemençe olur horona kaldırır insanı, kâh uzun hava olur döktürür gözyaşı. 

Fikir birliğidir. Her görüşten insanın uzlaştığı tek noktadır. Sağı solu yoktur, sağı da tutkuludur ona, solu da. Bu yüzden ayrım yapmaz hücumlarında. Bir sağdan bindiriyorsa, bir de soldan geliştirir atağını. 

Deredir, ırmaktır, nehirdir… Karadeniz’in bütün akarsuları kesse de akışını… Yukarı aksa da bütün suları, gene de yemyeşil kalır ormanları. Ama Trabzonspor bir kez tökezlemeye görsün, işte o zaman kurur Karadeniz, çöle döner Anadolu. 

Gözyaşıdır. Çeyrek asır akıtırsınız, gene de kurumaz gözlerinizin pınarları. 

Umuttur! Bu sene olmadı, ama seneye mutlaka dedirtir size. 

Aşktır Trabzonspor. Vatan aşkı kadar olmasa da, ona yakındır kutsiyeti… 

 

Not: Tarafımdan kaleme alınan bu yazı “Kuzeyli Yazılar-Bordo Mavi Sevdaluk” adlı kitapta yayınlamıştır. 

 
Toplam blog
: 173
: 2173
Kayıt tarihi
: 03.10.07
 
 

1958 Trabzon doğumlu. Darüşşafaka Lisesi ve M.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi mezunu. Yazdığı kitapla..