Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Eylül '06

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

İstanbul - Bodrum yat seyahati

İstanbul - Bodrum yat seyahati
 

Yine uzun bir kış boyunca içimizde büyümüş olan seyahat tutkusunun o dayanılmaz çağrısıyla, bir arkadaş davetine fazla düşünmeden olumlu cevap vermiş ve sonucunda, bir Mayıs ayı başı sabahında daha şafakla birlikte; Kalamış marinasından – kanalizasyon karışmış deniz suyuna halatları değdirmemeye gayret göstererek – palamar çözmüştük...

< vira="" bismillah=""> ile, Marmara denizine 240 derece yol verdik.
Teknede üç arkadaştık.
Yolculuğu iki tekne birlikte yapıyorduk. Diğer teknenin skipper’i ve mürettebatı bu yolculuğu yıllardır yapa gelmiş tecrübeli denizciler olduğundan ve tekneleri daha donanımlı olduğundan (fazladan radar ve GPS vardı) bize onlar kılavuzluk yapıyorlardı.

Teknemiz 13 metre boyunda fiber bir yelkenliydi. 50 beygir gücünde Perkins motoru ve donanım olarak oto pilot sistemi, hız, derinlik, seyir ve rüzgar sürati göstergeleri mevcuttu. Aşağıda üç kamarası, mutfağı ve geniş bir oturma mahalli vardı.

Hava kış günlerini andırır şekilde karanlık ve pusluydu.

Sahilden bir mil açıkta, hafif bir karayel esintisi bulunca, yelken açtık. Bu kadar hafif bir rüzgar bile, aynı süratte seyrederken, motor devrini düşürmeye, yani yakıt ekonomisine fayda sağlıyordu.
Açıklara doğru, yunus balıkları neşeyle geldiler; teknenin önünde sırtlarını göstererek bize denize hoş geldin dediler.!

Gün boyunca, görüş mesafesi kısa, kasvetli bir denizde seyahat ettikten sonra; Asmalı ada feneri hizasında hız kestik. Bir saat kadar sonra Marmara adası mendireği ağzına yaklaşmıştık.
Diğer tekneden bir bağırış çağırış olduğunu gördüm, martılara doğru el sallayıp kışaladılar.

Mendirek tenha idi, bu nedenle rahatça iki tekneyi de bordadan yanaşarak bağladık.
< neden="" bağırıştınız?=""> diye sorduk: Açık denizde yorgun, uçmaktan bitap düşmüş bir florya kuşu, kendini tekneye atmış ve sahile kadar tekneyle birlikte gelmiş. Tam sahile geldiklerinde ise karaya uçmak istemiş ama, uçuşunda bir acayiplik olduğunu fark eden martılar o saniyede üzerine gelerek kuşu avlamışlar. Bağırışları martıları kovalamak içinmiş!


Adada hava açıktı, akşam güneşi bile ısıtıyordu. Marmara adasının güney yüzünde iklim, sanki Akdeniz gibi ılıktı. Sıcak iklimler insana hep hoşluk verirdi.
Zaten hiç kış yaşanmayan tropik adalar hayal etmez miydik, zaman zaman.!

O gece komşu tekne Samba’nın kıç güvertesinde toplandık, tatlı bir sohbete daldık.
Sezon öncesi olduğu için mendirek karanlıktı. Yine de kenardan ara sıra yürüyüp gelen meraklı gözlerden korunmak için olacak teknede ışık yakılmamıştı; ancak ortamızdaki pusula küresi, büyülü bir ışıkla fosfor yeşili parlamaktaydı.
Ben ve Mustafa dışındaki diğerleri, ellili yaşların sonlarında olmalarına rağmen, içlerindeki delikanlı ruh, fiziklerine de yansımış olan sporcu görünüşlü insanlardı.
Sohbet içtendi; herkes birbirini tanıdığı için, kimsenin diğerlerini etkilemeye çalışması gibi bir durum yoktu, zaten yanılıp birisi bu yönde davransa bile, güçlü karakter sahibi birisi tarafından yüzüne vurulacağı kesindi!

Eski yolculuklardan konuşuldu.
Bunca yıldır konuşmuşlar, konular henüz tükenmemiş..!

Laf lafı açtıkça, kişilerden bahis geçtikçe; sözü geçen insanları hiç kınamadan, yargılamadan, sadece ilişkilerdeki espriyi bulup çıkarıyorlardı.
Olumsuz insanları, düşman gözleri geride karada bırakmışlardı.
Grup; çoğumuzun kaybettiği o lise çağının çoşkusunu, zeka ve akılla birleştirmişti. Neşe ve samimiyet gerçekti...

Onlarla birlikte olmakla; geride bıraktığım iş ortamlarındaki bütün o dedikodu, kıskançlık ve husumet karabasanlarının geride, İstanbul’da kaldığını fark ediyordum.

Zaten bir sürü kötülüğün, içten pazarlığın kaynağı güvensizlik değil miydi?
Marmara adası mendireği içinde, yaz akşamlarının hoşluğu içinde geçirdiğimiz o gece; özgüven ve samimiyetin dengeli bir harmonisini bulmuş kişilerin içinde, işte bunları düşündüm.
Hikayelerde bahsi geçen kişilerin de, özellikli insanlar olduğu anlaşılıyordu.
Abartmaları için bir neden yoktu. O kişileri tanımıyorduk ve rastlaşma olasılığımız yoktu.
Bu ortamı her zaman yaşayabilmek için, yat sporuna başlamak arzusu geçti içimden..!

Ertesi gün sabah altıda adadan ayrıldık. Bir saat sonrası güneş, adanın arkasından doğarken, henüz aydınlığa alışmamış olan gözlerimizi ağrıtıyordu.!
Çanakkale Boğazına doğru, 252 derece istikamet verdik. Bugün kendiliğinden çalışmaya başlayan sürat göstergesinde, hızımız 8,2 deniz miliyken, motor göstergesi dakikada 2300 devir gösteriyordu.

Gittiğimiz yöne doğru sis yoğunlaşıyordu. Bir kaç mil sonra da deniz kabardı.
Bu dalgalar başka denizlerin dalgasıydı, çünkü bulunduğumuz sisin içinde rüzgarın en ufak bir esintisi bile yoktu.
Aynı zamanda dalgaların genliği öyle bir ölçüdeydi ki; oto-pilot gerekli düzeltmeleri yapamaz oldu.

Biz bunu fark ettiğimiz esnada, telsizden uyarı geldi:
< çok="" yalpalıyorsunuz,="" oto-pilot="" ayarınız="" nedir?=""> diye soruldu.
Bunun üzerine trim ayarını onarlı skaladan, birerli seviyeye düşürdük.
Oto-pilot, açık deniz yatçılığında çok faydalı bir seyir yardımcısıydı. Dümeninizi belirlediğiniz bir pusula istikametinde sabitledikten sonra, oto-pilotu devreye sokuyordunuz. Böylece dümenin esiri olmaktan kurtuluyordunuz.

Ancak bu demek değildi ki, siz uzanıp kestirebilirsiniz.! Gözünüz yine pruvada, işlek deniz trafiğinde, bir şilebin yoluna düşmemeye veya serbestçe yüzen bir balıkçı ağı parçasının uskura sarmamasına dikkat etmek zorundaydınız.
Bunların yanı sıra, rüzgar ve akıntılar sizi usul usul rotanızdan çıkarabileceği için; küpeşte ile sırtınızın arasına bir minder sıkıştırıp, gözünüz kah pusulada, kah denizde; gerektikçe uzaktan kumanda ile trim vererek seyir yapıyordunuz. Eski zaman denizcileri gibi ayakta, dümene sıkı sıkı yapışmış şekilde tekne kullanılmıyordu yani.!

Öğle saatlerinde, deniz trafiği artık iyice yoğunlaştığından, Çanakkale boğazına yaklaştığımızı anladık. Sis yüzünden karayı ancak Gelibolu hizalarında görebildik...
Sonra yavaştan bir rüzgar çıktı, sis tümden kayboldu. Fırsat diyerek, hemen cenova yelkenini açtık.
Ancak Eceabat önlerinde rüzgar pruvaya dirse edince, bocurgat yardımıyla olmakla birlikte, yine de zahmetle yelkeni topladık.
Önce su geçirmezlerden başlayarak, teker teker üzerimizdeki bütün giysileri attık sıcaktan!

Sanki aniden kış bitmiş ve yaz başlamıştı!

Anıtı ve Seddülbahir’i sağımızda gördükten sonra, Ege denizine kavuştuk.
Boğazdan açık denize doğru ilerledikçe, denizin renginin griden maviye ve en sonra laciverde dönüşümünü keyifle izledik!

Akşama doğru, Samba önden biz arkadan, Bozcaada mendireğine girmiştik.
Limanın ortasında, diğer teknenin demir atmasını beklemeye başladık.
Onlar bizden usta ya; bekliyoruz önce onlar bağlansın, sonra biz onların yaptığı gibi yanlarına demir atalım.
Bu iş, yani limana ulaşınca bağlanma işi, denizciliğin en zor ve stresli yanıydı.
İskele yönünde sahil kahvelerinin önünde, Alman bayraklı bir yelkenli, burundan demir salmış, kıçtan uzun halatları çaprazlama kıyıdaki babalara bağlanmıştı.
Neden onun paraleline geçmiyoruz diye düşünürken, ne düşündüğümüzü anlamış gibi o anda Tansel kaptanın babacan sesi telsizden gürledi:
< içerisi="" çok="" sığ="" yavrum!="" biz="" buraya="" bağlanıyoruz.="">

Teknesini limanın ortalarına kadar getirmesini izledik. Çıpayı iyi tutunsun diye uzun saldıktan sonra, mendireğin ağzına yakın yerde geri geri giderek iyice sağlamladılar. Sonra kıçtan çapraz halatlarla kıyıdaki kayalara bağlandılar.
Sonra biz de onların elli metre kadar iç taraflarında, aynı işlemi yaparak demir attık, bağlandık.

Mustafa ile birlikte adaya çıktık. Ali:
diyerek teknede kalmayı tercih etmişti.
Limanın en iç kısımında, profesyonel balıkçılar geceye hazırlık yapıyordu. Kara, iğde çiçeği kokuyordu.

Kasabayı çevreleyen tepeleri, yöresel mimariye tezat, beş altı katlı kooperatif evleri benzeri lojman binalarıyla doldurmuşlar, ama hiç ağaçlandırma yapmamışlardı. Bu mimari idrak seviyesi adaya hiç yakışmıyordu...
Kaleye tırmanıp, burçlardan aşağıya baktık.
Limandaki Samba, tekrar demir tazeliyordu. Sonra aşağı indik, kale dibindeki çayhanelerden birisine oturduk.

Köşede televizyon başında dünkü maçların özetini izleyen iki gençten başka kimse yoktu. Kafa tembeli bir garson geldi;
< burası="" aileye="" ayrılmış="" yerdir.!=""> dedi.
Tövbe, tövbe.!
Mustafa, soğukkanlı: < biz="" aile="" insanına="" benzemiyormuyuz="" yoksa=""> deyince, sesini kesti. Adaçayı ısmarladık.
Teknelerin bağlı olduğu yerin hizasında iki kişi görüyorduk.
Kır saçlı ve yabancı olanı, hararetli el işaretleriyle bizim teknelerin kayalara bağlı halatlarını işaret ediyordu.
Bu bağlanma yöntemini eleştirdiği belliydi.
Doğrusuya, dışı yumuşacık pamuk örgülü halatın, kayalarda sürtünmeyle örselenmesi, oynayarak gevşemesi ihtimali vardı. Bizimkilerin yaptıkları iş, bana da pek doğru gelmiyordu.
Ama burada acemi olan, misafir olan bizdik. Her ne kadar sağduyumuz farklı düşünse de, bize susmak düşerdi.

Toplanan yağmur bulutları, birden bire akşamı getirdi, düşen bir kaç damla yağmurla birlikte tekneye döndük.
Yemek hazırlamakla uğraştık, yemek sonrası bir süre güvertede oturduk, geceyi dinledik.
Uykuya ineceğimiz zaman, hava yükselmiş gibiydi, yıldızlar görülüyordu.
Uykumdan, şap şap su sesi ve rüzgarın ıslığı ile uyandım. Güvertede koşuşturmalar vardı.
Sonradan öğrendiğim, vakit gece yarısıydı.
Dışarı çıkınca, fırtına ile yüz yüze geldim. Ani bir hava kaçağı ile karşılaşmıştık.
Yüksek dalgalar, mendireğin açık ağzından doğru, bordamıza vuruyordu.
Arka ipleri çözdük, bıraktık; motoru çalıştırıp, demir topladık. Bu esnada Sambanın, mendireğin kayalarına doğru sürüklenmiş olduğunu görebiliyorduk.
Teknemizi gemi iskelesinin önlerine alıp, güvenli suya çektik.
Samba sanki kayalara oturmuş gibiydi. Durumu anlamak için, Ali zodyak bota binip oraya gitti.

Döndüğünde: ‘daha ilk kabaran dalga ile birlikte sürüklenip, kayalara oturmuş olduklarını’ söyledi.
dedi.
Teknemizle onlara doğru gittik, zodiak botla halat verdik.
Motorumuzun tam gücüyle Samba’yı çekmeye çalıştık.
Mendirekte patlayan her dalgayla birlikte tekne kayaların içinde yükseliyor, sonra tekrar alçaldığında ise neredeyse kayalara çarparak parçalanacakmış gibi geliyordu.
Değişik yönlerden çekmeyi denedik, olmadı. Dalga yükseltince denedik; nafile!
Bu esnada, halat fırtına içinde bile duyulan keskin bir kamçı sesiyle boşandı, yılan gibi havada kıvranarak geldi; yanı başımızda denize çarptı! Buz gibi terlediğimi hissettim...

Yük altındayken kopan bir halat, kılıç gibi keskin olur, çarptığı yeri keser atardı. Tekneye ve herhangi birimize çapmamış olmakla birlikte, şanslı sayılırdık.
Diğer teknede anlaşılan birisi halatı zayıf bağlamış olmalıydı. Dalga serpintileri içinde bağrışan, hesaplaşan insanlar görüyorduk. Tansel kaptan telsizden bize ulaştı: < bir="" sakatlık="" yaratmayalım,="" bize="" daha="" güçlü="" bir="" tekne="" gerekli!=""> dedi.
Biz oradan ayrılıp, feribot iskelesine döndük; bordadan bağlandık.
Liman reisi olduğunu zannettiğimiz bir görevli geldi:
< iki="" balıkçı="" teknesini="" yönlendirdiğini,="" onların="" bu="" işin="" üstesinden="" geleceğini=""> söyledi.
demeyi de ihmal etmemekle birlikte yine de, bu fırtınada korunaklı iskeleye sığınmamıza müsaade etmesi olumlu bir şeydi.

Uzaklarda, yarı karanlıkta; çapraz halatla iki güçlü balıkçı motorunun çektiği diğer teknenin burnunun, önce suya daldığını sonra da aniden takıldığı yerden kurtulup, sanki suyun üzerine doğru fırladığını gördük.
Kurtulduktan sonra tekne önce liman ağzına doğru gittiler; herhalde, karadan uzaklaşmayı düşünüyor olacaklardı..
Telsizden yer gösterdik, Samba geri döndü, yanımıza geldi bağlandı.
diye seslendik.
<şu anda="" görünürde="" bir="" su="" gelişi="" yok,="" salmanın="" üzerinde="" oturuyorduk,="" gövdeyi="" vurmadık="" herhalde!=""> denildi.
Fırtına da bu esnada duruldu, aynen geldiği gibi birdenbire sona erdi.
Zor gece, bitmişti...

Kaptanlar, liman reisi ile konuşurlarken; biz de yorgunluktan, uyumak üzere kendimizi kamaralarımıza attık.
Ertesi sabah uyandığımızda, baktık ki komşu tekne sahipleri şnorkelle dalıp, teknenin altında hasar taraması yapmışlardı bile. Metal takviyeli kevlar komposit malzemesinden yapılmış salma yapısı onca darbeye karşın, biraz çizik dışında önemli bir hasar görmemişti. Ayrıca akşamdan işaretlenen sintine suyu seviyesinde de, bir artış görülmüyordu.

Tansel rahatlamış görünüyordu: diye endişe ettiğini söyledi.
Hasarlarımızı gözden geçirdik; bizde kablonun ezdiği bir seyir lambası kırığı vardı. Zodyak botumuz gece sahile bağlandığı sırada batmıştı. Tatlı su ile yıkayıp kuruttuğumuz dıştan takma motor, (hayrettir!) çalışıyordu.
Diğer teknede ise, dün geceki koşuşturma esnasında açık bırakılmış bir hatch kapağından, içeriye biri düşmüştü- o kişi bizim verdiğimiz halatı sağlam bağlayamayan, Zodyak botumuzu batıran zayıf halkaydı!- ve bu sabah ortalarda görülmemekle birlikte, kırık çıkık veya yaralanma olmadığı söylendi.

< yolculuk="" devam="" ediyor="" mu?="">
diye onayladı, Tansel.
Dün Alman denizcinin ikazlarına burun kıvırışını hatırladım.
Onca titizlenmesine karşın tekneyi bağlamasında bir yanlışlık olduğunu biz bile hissetmiştik. Ama şimdi bunu başkalarına söylemenin bir anlamı yoktu.
Bununla birlikte, sağduyumu keşfetmenin mutluluğunu duydum.

Yine yollardaydık.

Güney’e, Baba Burnuna doğru rota tutturmuştuk.
Rüzgar Lodos’tu, pruvadan alıyorduk.
Dalgalar büyüdükçe, soğuk soğuk ıslanmaya başladığımızdan, tulum yağmurluğumu giymek için kamaraya inmemle birlikte; aniden deniz tuttu. Dar kamaranın içinde bir iki yalpalama yetti, deniz tutması için.
Ter boşandı, midem ağzıma geldi, dışarıya küpeşteye zor yetiştim..
Uzanmışım, denize kusuyorum. Düşmeyeyim diye, Mustafa ayaklarıma oturuyordu.

Deniz tutması, duyulacak en berbat hislerden biri olmalıydı ki; çoğu baba yiğit, bunu tattıktan sonra bir daha denize çıkmaya tövbe ederdi!
Tek çaresi açık hava olduğu için, muşambanın altındaki kıyafetimin terden su gibi ıslanmış olmasına aldırmadan, sert tahta üzerinde – deniz suyu gelince minderler kaldırılmıştı!- bir güzel uyku çektim.
Baba Burnuna gelirken uyandığımda, üzerimde hiç rahatsızlık kalmamıştı.
Tatlı su hortumunu bularak, yüzümü ve tuz ile kaplanmış gözlüklerimi yıkadım, keyfim yerine geldi.

Artık hava yükselmiş, güneş de açmıştı. Kıyıya yakın seyrediyorduk.
Burun, devamlı sert rüzgarlara maruz kalıyor olmalıydı ki; ağaçların ve makiliklerin, rüzgar yönünde sanki taranmış gibi eğik yetiştikleri gözüküyordu.
Baba Burnunu döndükten sonra, Midilli’yi teğet geçecek bir rota çizdik.
Hava ve deniz aniden duruldu, adanın Kuzey sahillerine yaklaştığımızda ise neredeyse yakıcı bir sıcağa dönüştü.!
Üstümüzdekileri soyunup, kıyafetlerimizi kuruması için kenarlara astık. Teknelerimiz, Çinli göçmenlerin teknesine benzemişti.!
Müsellim kayaları üzerinde, bir süredir diğer tekne hareketsiz duruyordu. Yanlarından geçerken baktık ki, mürettebat denize giriyordu.

Telsizin çağrı bandı olan 16. kanalda, bir genç kadın sesi durmaksızın Grek lisanında konuşuyordu. Melodik bir sesle, cilveli, telefon sohbeti yapar gibi uzun uzun, sanki aşığıyla sohbet ediyor gibiydi.
Grek fantazilere daldım, kulağımda Rembetiko müzikler duymaya başladım. Kafamda, daha önceden varlığından haberdar olmadığım Yunanca kelimeler uçuşmaya başladı.!

İkindi zamanı, dar bir kanaldan, Ayvalık körfezine giriyorduk.
Karşı yönden, bütün yelkenlerini şişirmiş bir tekne, hızla üzerimize doğru geldi. Şamandıralarla işaretlendirmiş dar kanal, bu sürat için uygun olmadığından; kanal dışındaki sığ suda teknelerini, dibi zemine sürtmesin diye rüzgarla iyice yatırmış olarak yanımızdan geçerlerken; diye hayretle baktık!

Amerikan bayraklı teknenin dümeninde, 70 li yaşlarında bir adam duruyordu. Yine aynı yaşlarda bir kadın ise, yanımızdan geçerlerken; teknenin ön tarafına doğru, sanki bir genç kızın enerjik vücut hareketiyle ilerliyordu. (*)
Ayvalık körfezine girerken, Cunda adası önlerinde, çiçek kokuları karşılıyordu bizi.
Sancak tarafındaki adacığın üzerinde küçük bir kilise kalıntısı görülüyordu. Define avcılarımıydı bilemiyorum, adacıkta kazı yapan iki adam gördüm.
Karşımızda Ayvalık muhteşem bir panaromik görüntü oluşturmaktaydı. Ama, ah bir de, estetik özürlüler; karşı tepenin en üzerine, yüksek çok katlı, hastane benzeri bir yapı kondurmasalarmış, iyi olurmuş!!

Ayvalık’ta yakıt ve su ikmali yaptıktan sonra, Alibey adasına yöneldik.
Önceden geleceğimizden haberli tanış balıkçılar, iskelede misafire özel geniş yer açmışlardı. Bu nedenle kolaylıkla, hem de bordadan iskeleye bağlandık.
Grup maç seyretmek için kahvelerden birisine girdi. Bense sahil boyu, lokantaların önünden yürüdüm.

Ada yaşamlarına has, tatlı titreşimlerle dolu bir akşamdı. İnsanlar akşam yürüyüşlerine çıkmışlardı.
Turizm sezonu henüz gelmediğinden, birbiriyle tanış yerli halk, durup ayaküstü sohbetler yapıyorlardı.
Sokak içlerine doğru saptım; ilk kez geldiğim 70 li yıllara kıyasla, evler daha bakımlı idi.
O gece sahilde bir lokantada hep beraber oturduk, yemek yedik.
Girit mutfağının bol yeşillikli, zeytinyağlı yemeklerinden ısmarladım. Sarımsaklı sirke ve zeytinyağı ile marine edilmiş deniz börülcesini, ilk defa o akşam tattım. Deniz ürünlerinden, ana yemek olan karagöz ızgarasının yanında, sübye kalamar salatası yedim.

Ertesi gün, güneşin doğuşunu yine denizde gördük.
Çıplak Ada feneri önüne gelince, haritayı açtık; cetvel tutarak, Midilli Akra burnuna doğru 170 derece rota belirledik...

Açık ve mutedil bir havada, seyir yaptık. Midilli önlerinde, karaya doğru yarım mil kadar sokulduk, kasabayı seyrettik. 60 lı yılların, henüz ruhsuz yapılaşma saldırısına uğramamış, Pendik veya Kartal’ını andırıyordu.
Akra burnuna doğru, tepelerde dev rüzgar türbinleri vardı.
Körfezin açıklığını geçince; sırasıyla, Karaburun feneri, Eğrilman ve Çeşme boğazlarından geçtik. Yarımadanın Güney yüzüne döndük. Yerleşim olmayan sahiller boyu seyrettikten sonra; akşam saatlerinde nihayet; isimsiz, dışarıdan fark edilmeyen dar bir halicin içine girdik.

Nehir gibi dar ama derin, gizli sığınağın sonuna kadar yaklaşık bir deniz mili gittik. Sonunda 10 metre derinlik bulduğumuz yerde; sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesi misali, aşırı titizlikle teknesini bağlama uğraşısı gösteren Tansel’e yardım ettik.

Bu işler bittikten sonra, Mustafa ile birlikte Zodiak bota atlayarak, balık avlamaya çıktık. Rölanti devrinde ağır ağır seyrederken, kaşık oltası salladık. Halicin ağzına yaklaşırken, iri bir Barrüküda avladık.
İnce uzun boyda, sivri dişli yırtıcı bir balıktı. Aslında sıcak denizlerin balığı olmasına rağmen, küresel ısınma sonucu artık Çanakkale boğazına kadar olan denizlerimizde bile sıklıkla rastlanabiliyordu.

Gece indi, geri döndük.

Bu korsan sığınağı koyda, gecenin inanılmaz bir güzelliği vardı. Çevrede gökyüzüne ışığını yansıtacak hiç bir yerleşim birimi olmadığından, havanın açık olmasından ve ay olmamasından; gökyüzünde sanki yıldız şenliği vardı. Yıldızlar başka yerde görmediğimiz kadar aydınlık ve çoktu. Gökyüzünün sularda yansımasını, ara sıra sıçrayan bir balık bozuyordu. Peşindeki yırtıcı barüküdadan kaçmak isteyen balıkların kendilerini can havliyle karaya attıklarını, sonra tekrar çırpınarak geri düştüklerini görüyorduk.

Toplam iki saat uyku uyumamıştık ki, vakit gece yarısını az geçe uyandırıldık. Tekrar Aganta!
Ertesi gün esecek fırtına benzeri rüzgarın rasatını almışlardı.
Gecenin durgunluğunda, Kuşadası körfezinin açık sularını geçmeyi planlıyorlardı. Sabaha karşı, Doğu sahillerinde Kuşadasını gördük, şıkır şıkır ışıklar içindeydi..
Şafakla birlikte başlayan lodos rüzgarı ise güneşin doğuşuyla birlikte iyice kuvvetlendi.

diye, Sisam adasına iyice sokularak seyrettik..
Rüzgar o derece sertti ki; Yunan bayrağını göndere çekmeye çalışırken, elimden kaçtı gitti!

Yanından geçerken bir balıkçıya < kalimera=""> diye seslendim, o da karşılık verdi; böylece arkadaşlarımı biraz şaşırtmış oldum.!
Dilek Boğazını geçince, dalgaların boyu daha da büyüdü. Rüzgar hızını, göstergede bir ara 30 mil okuduk.
Bu kaba denizlerde seyrederken, bu sınıf yelkenlilerin aslında ne kadar denizci olduklarını da görüyorduk. Tekne denizle uyumlu; batıyor, çıkıyor ama kararlı bir dengeyle seyire devam ediyordu.

Sallantıdan, kamaralarda bağlı olmayan hiçbir şeyin yerinde durmasına olanak yoktu. Bizse oraya buraya savrulurken, eğer sıkıca tutunacak bir yer bulamazsak, sağa sola çarpıp vücudumuzu çürütüyorduk.
Çoğunlukla bulunduğumuz, kıç havuz güvertede otururken, ürkütücü şekilde dalganın üzeri ile çukuru arasında, sanki lunaparkta gondola binmiş gibi yükselip alçalıyorduk. Eski denizci takvimlerinde bu havaya ‘çiçek fırtınası’ denmişti.
Gün boyu diğer tekneyi görmedik. Telsiz bağlantısı kesilmişti. Önceki günlerde olduğu gibi, birbirine takılan çağrılar yapılmıyordu. Herkes içine kapanmıştı.
Sonunda akşama doğru, yorgun argın, Bodrum’un Kuzeyindeki korunaklı Güvercinlik koyuna ulaştık.

Güvenli bir yere demir attığımızda, baktık ki; gönderdeki bayrak bile, rüzgardan tiftik tiftik olmuştu.

Bizim yorgunluk ve uykusuzluğumuz ise telafi edilebilirdi. Fırsat olduğunda, böyle yolculukları tekrarlamamıza engel olacak türden değildi..!

Cengiz Özder 1997/1999

(*) Bu karşılaşmadan bir yıl sonra, gazetelerde Kızıldeniz’de bir fırtına sırasında kaybolup ta, kendilerinden 10 günden fazla süredir haber alınamamış yaşlı bir çiftin hikayesini izlemiştim. Daha da sonrasında bir dergide o teknenin resmini de görünce, bu kanalda bizim yanımızdan hışımla geçip giden tekne olduğunu hatırladım..

 
Toplam blog
: 22
: 13682
Kayıt tarihi
: 25.08.06
 
 

Amaç hasbıhal. Sohbetinden uzak kaldığım dostlarla ve yazılarımı beğenen okurlarla görüşlerimi payla..