Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Hakan Karaduman (Akdenizli)

http://blog.milliyet.com.tr/akdenizli

07 Kasım '09

 
Kategori
Kitap
 

İstanbul (Düşeyazmak adlı romanımdan)

İstanbul (Düşeyazmak adlı romanımdan)
 

Seksenlerin ortaları, bir cumartesi günü ikindi saatlerinin telaşsız koşuşturmalarındaydı Eminönü. Balık ekmek satanların çevrelerinde toplanmış onlarca insan, tekneler sallanırken içinde pişirilen palamutlar, kıyıda kocaman bir tepside doğranmış soğanlar, limonlar, yarım ekmeği yanlamasına açıp içine kızgın yağdan yeni çıkarılan balık dilimini koyup kıyıda bekleşenlere uzatan balıkçılar mis gibi nostalji kokar; yanlarından geçti Oğuz. Galata köprüsüne girerken sağ tarafta köprünün hemen altında başlayan lokantalar, balıkçı malzemeleri satan dükkanlar, telaşsız bağırtılar, müzik sesleri, doğu ve batının tam ortasında fingirdek deniz baş döndürücüydü. İnsanın ve denizin dayanılmaz enerjik uyumu dünyanın başka neresinde böyle barış dolu yaşanabilirdi.

Oğuz, köprünün ortalarına doğru yürüdü. Haliç’e bakan karşı yöne geçti. “Yalnızlığımın şımarık kontesi İstanbul; Can Yücel’in yalnızlığından çalıp geldim yine sana, ” dedi köprünün yüz yıllık kalabalık, işlemeli demir korkuluklarına yaslarken bedenini. Aşağıda şarkılar.

“Köprüden aşağıya bakıyorum, Kemancı’da coşkun kalabalık. Fıçı biraların üzerine yuvarlak kontraplaklardan kondurulmuş masalar, üzerileri örtüsüz. Güneşlik mavi muşambadan, yer yer yırtık, beşerden on tane dolu bira bardağını saplarından tutmuş self servis garsonlar, patates cipsleri, üzerilerine bolca acılı ketçap, gitarlardan ritimlerle Yeni Türkü, nargile içenler merdiven altı, bizim ressam henüz kafayı bulmamış, tuvalinde İstanbul var. ‘Rakı susuz içilmeli’ diyen bir İngiliz turist, dubaların üzerinde sallanan özgürlük… Vakit ikindiye gelmekte; içerisi depolitize olmakla olmamak arasında gidip gelen insanlar.

‘Körfezdeki dalgın suya bir bak...’(ikindi şarkısı) radyoda…

Dünyanın en güzel gün batımı yaşanacak Süleymaniye’de, Sinan’ın dev eserinin üzerinde. Ne çok severdim kaçışlarımda seyretmeyi, ” diye düşünürken Karaköy’e doğru yürümeye başladı.

“80 sonrası gençlik diye isimlendirilen bizler Galata da rahatlar, arkadaşlarımızla buluşup şarkılar söyler, aşklarımızı yaşardık. Gitarlarımız " Venseremos’tan " başlar, " Telli telli’lerden" çıkar, Flamenkolarla şenlenirdi o yıllar.

Beyazıt, sahaflar, kapalı çarşı, Eminönü, balık ekmek ve Galata köprüsü.

Bir bekçi elinde copla dolaşırdı ara sıra aramızda. Küçük İskender son şiirini okurdu herkese veya hiç kimseye orada. Hayatı tartışırdık, sulu biralarla keyiflenirdik. Kavga da ettik, ama en çok aşkı yaşadık. Üçer biralık keyiften sonra el ele yürümenin keyfiydi İstanbul. Gün batımı sonrası gecesinde şarkılarla mutluyuz; tuvaletinde birlikte sıralanıp, birlikte seramoni tuttuk Haliç’e düşen idrarlarımızla. Sloganımızdı: ben işerim işerim bana bir şey olmaz, ama bir kadeh içtim mi o bişim olurum Galata’da!

Köprü dubaların üzerinde olduğundan sürekli sallanır, biranın içindeki fazla suyu bira yapardı sallantı. Yukarıdan geçen büyük kamyonların gürültüleri yüzünden bağırarak konuşmak zorunda kalırdık. O yüzden şarkılarımızı da çok yüksek sesle söyleme özgürlüğümüz vardı. Haliç çok pis kokardı ama kokuyla değildi işimiz; duymak ve görmekti, bir de hissetmek tenini sevgilinin, gitardaki şarkının.

O zamanlar İstanbul'da;

Topkapı'nın (sarayın) parka bakan kısmı hüzün kokardı, Rumeli Kavağı balık ve kahkaha... Emirgan Koruluğundaki o ağaçlar, tatlı tatlı gülümseyişini anımsarım o turist kadının.

Adalarda hüzün ve sınıf farkı,

Kadıköy de özgürlük ve Moda sineması, kitaplar, 33’lük plaklar, İrion Maden, ud yapan ustalar...

Topkapı'da köyden gelen umut tazeleyicisi saflar. El ele tutuşup korku içinde karşıdan karşıya geçmeye çalışan iki yurdum insanı koşarlar.

Bakırköy, cami avlusuna bırakılmış bir çocuk gibi öksüz, daha yüz yıl öncesine kadar yazları dinlenmek için İstanbulluların geldiği yer.

Büyükçekmece çıkış. Engin buğday tarlaları ve ‘saçları saman sarısı’ kızlara doğru giden yolun üzerinde.

Küçükyalı, Göztepe tiren demek, az sonra vapura bineceğiz.

Surlar İstanbul’un ‘kız verilmeyen’ insanlarının yaşadığı yer. Çingene delikanlıları sevmez o yüzden ağızlarda çiğnenen "Çingene" kelimesini. Martılardan sonra gelmişlerdi İstanbul’a onlar. Surlara yasladılar bedenlerini. Şimdi, yaşadıkları yerlerden sökülüp atılırlarken, en zayıf yönleriydi sevgiye güvenmeleri.

Kadırga denince öğrenci dostlar gelir aklıma. Baba solcular orada kalırlardı. ‘İki gündür ortalıkta yoktun’ dediğimde, ‘Polisler özlemiş, ’ diyerek Samsun sigarasını tüttüren ama o sırada gururlu gülümsemesini eksik etmeyenler. Yokuştu yolları.

İstanbul, alışması zor şehir, alışanı yiyen şehir. Açlığındaki oburluk doymuş olmalı, yollarda feri sönmüş gözler dolaşır.

Hepimizi birer çirkin kurbağaydık, ağzımız açık seksenlerde. Kaç kez kaptı bizi korkularımızdaki yılanlar. İşkenceler efsanelere karışırdı, akşam evine giderken çocuklarına gofret alan işkenceciler, değmeden yanımdan geçerler. Kaçan kaçmış, daha güzel bir gelecek diyenler içerdeler. Hayaller zeminlerde bir yerdeler. Elektrikler verilirken apış aralarına, krallar uyandılar bin yıllık karanlık uykularından. Meğer ne çokmuş bu kentin kralları, biri Asyalı biri Avrupalı. Paylaşırlarken eşkıya dünyaya hükümdar olmaz derlerdi özgürlüğü zincirlenmişler. On yıl yeter dedi büyük birader, eylülcüler kapkara yağmurlarıyla zehirlerini döktüler.

Yürüyorum Karaköy’e doğru, vapurlarda daha gencecikmiş Burhan pazarlama. Koşarak geldiğini hatırlar mı yanımıza, bugünün dününde Kadıköy’den dönerken biz. Uzunca sözlerle anlatmıştı ilk gazeteye haber oluşunu. ‘Beni yazmışlar bir kıza, hiç suçum yokken, ’ dediydi. Vapurdan bir adım geride kalmayayım diye hızlı hızlı anlatırken derdini, sanki tüm hikayeyi biz biliyormuşçasına hızlıca konuşmasını anımsarım.

Kendimle karşılaşmak korkum. Ne Kemancı’ya indim, belki oradayım gün cumartesi vakit ikindi, Kadıköy vapurundan da inmedim. Yürüyorum, diğer vapur kalkacak, genç bir kadın baş parmağının içiyle adamın göz yaşlarının henüz yerinden çıkıp, üşüyüp ürpermemiş damlalarını yerinden söküp aldı parmak ucuyla. Damlalar yapıştılar kadının sıcak parmağına. Adam sarılınca kadına, kucakladı yanaklarından. Kulak memesine sakladı gözlerini, saçları yakaladı kadının; göz kapaklarına sakladığı birkaç damla göz yaşını, vedalaştılar. Yürüyorum, kalabalıkların tam içinde, benden habersizler, içlerinden geçiyorum bir bir.

Kitaplar satar bir palyaço. İnsanların en yoğun geçtikleri yere serilmiş kitapları. Bir elinde kitap, insanlara konuşur, hitabet tonunda sesi:

“Kaçıp gitmek istediğinizde anlamaz mısınız onu(yani kendinizi)? Oturup yayılmak istediğinizde peki? Veya kendiniz olmamayı anlar mıydınız? Çocuk olmak istemek gibi bir şey hani. Utançlarınızı örneğin, anlayışla karşılar mısınız? Veya hiçbir şey hissetmeyen hislerinizi? İçtiğiniz suyun tadını mı unuttunuz? Çok meşgul olmalısınız. Gözünüz mü kaydı görmemeniz gerekene? Anlayabildiniz mi gözlerinizi? Sıkılmış olmasın aynı şeylere bakmaya. Denizin rengi mesela, size sıkıcı gelmiyor değil mi? Gözlerinize sıkıcı gelmiş olmalı. Çünkü atmadınız kendinizi denize. Vapur yanaştığında martıların gagasından simit çalmakta mı istemediniz siz? Dengelisiniz anlaşılan. Yürüdüğünüz ipe rüzgar değmesin. Teniniz rüzgar çekmiş olamaz mı örneğin? Terinizi silecek bir meltem ne iyi olurdu değil mi. Anlıyor olmalı sizi bedeniniz. Kabullenmiş olmalı her gün verdiğiniz cezaya, alışkanlıklarınıza bakılırsa. Dengede kaldıkça ne zararı var ki. Anlıyor sizi bedeniniz. Çaresizlik mi? O kelime burada pek yer bulamaz, biz anlaştık. Yok yok, hayır! Siz alışmamalısınız yalnızlığa. Anlaşmak dedimse ‘yalnızlıkla anlaşmak’ en güzeli olmalı. Alışmak değil midir yitip gitmeler. Siz! Ey önümden akıp giden yalnız ruhlar! Evet, siz! Size çeşit çeşit kitaplarım var. Hey, siz! Çok mu yürürsünüz sahiller boyu vapur iskelesinde? Size Sait Faik öneririm, eğer İstanbul’u severseniz. Hey, güzel bayan! Size Marquez öneririm, anlaşılan yüzyıldır yalnızsınız. Hey, tatlı ihtiyar, ihtiyar balıkçım var! Alır mısınız? Genç kardeşim, siz! Orhan Kemal ister misiniz? …”

Sen güzel palyaço, satacağın her kitap gittiği yerde bir mum olacak aydınlığa. Her yazar maliyetine verse kitaplarından bir miktar bu insanlara, şehrin renklerine en ışıltılı aydınlık olurlardı çoğala çoğala. Yürekli sevgi korsanları gelir, hırsızları giderdi.

Yürüyorum, Karaköy sırtlarına tırmanırken arkamda kaldı iskele. Kafamda canlanıyor: YAZIYOR! Yıl 1945, savaşın bittiğini yazıyor!! diye bağırırken gazete satan bir çocuk, Sait Faik geçmiş bu sokaklardan.

Kalabalıklar bir aşağı bir yukarı şuursuzca akıyor önüm sıra. Bu yıllarda iyi planlansaydı her şey, acaba İstanbul kurtulur muydu betonların altına gömülmekten? İnsanlar öbek öbek koşarak geldiler bu kente; gelmekteler. Süreli yayınlar gibi kopyalanmış yaşamlarımızın çemberi kafamıza çarptığında anlarız; yığın hareket etti ve dışında kalmak üzereyiz. Koca çember, koca yığınla hareket ederken, senkronize olmayı, düşünmeden onaylamayı, şuursuz kabul etmeyi size söylemişlerken; belki bir dalgınlık, belki bir “neden?” sorusuyla biz, yürüyen çember ve duran siz; çemberin bir kenarı kafanıza çarptığında gruba katılırsınız; çoğu zaman.

Bir fırça darbesinin renkleriyiz. Aynı payda da duruyor zaman.

Ayrıca: bir sonraya iterek geçiririz zamanı, zaman da bizi.
Zaman bir ileride bir geride, bir iter bir çeker bizi. An; zaman yanımızdan geçerken yaşanır.

İçimdeki karamsarlıktan çıkıyorum. Seksenlerin canım İstanbul’u.

Osmanlı bankasını geçtim, bayılırım maviye çalan kahverengi binalara. Oysa hiç içine girmişliğim yoktur. Her birinin duvarlarında kitabeler dolaşır, geçmişin aynasında kalan yüzünde.

Yürürüm Karaköy’den yukarı, tarihte benimle yürür. Osmanlının banka ve finans merkeziyken şimdilerde küçük işletmeler yoğunlukta. Osmanlı bankası tarihi binasının yanından geçerken durup bakıyorum, ne heybetli uzatmış gagasını, gözleri Karaköy iskelesine bakar. …

Eskiden İstanbul sokaklarında yürürken Arnavut kaldırımlarına tutunurdum. Şimdilerde yerlerini parke taşlar almış. Voyvoda caddesinden yüz elli metre kadar yürüdükten sonra sağ tarafta kalan merdivenleri takip ederek Galata kulesi meydanına, oradan da yüksek kaldırım sokağına çıkarak tünel meydanına ulaşacağım, tabana kuvvet.”

Oğuz sevdiği kenti yeniden ama farklı bir gözle inceliyordu. Caddeler, insanlar, araçlar, sesler sanki artmış, döndüğünden bu yana kente alışmasını zorlaştırmıştı. “Oradaki kısacık huzur bile beni etkisine almış. Yaşadığım kentin bu denli hareketli olabileceğini unutturmuş bana, ” diye düşündü içinden. Geç kalma uyarısı gelince aklına, mazi ve İstanbul’u hızlı adımlarla tüketerek tünele doğru yürüdü.

Tünele ulaşıp bir aydır kapalıyken bakımdan yeni çıktığını öğrenince, “Bizde adettir; en küçük bir işi uzatabildiğimiz kadar uzatır, küçük bir arıza dahi olsa tüm yolu devre dışı bırakmayı severiz. Bugünün işini yarına bırakma huyumuzdan kaynaklanan, ‘bugün git yarın gel’ sözü kara bir mizah bizi anlatan, ” diye düşündü. Tünel ilk yapıldığı yıllarda insanlar ilgi göstermemişler. Alışkanlıkların verdiği bildik güven havasını bırakıp yeni olana yönelmek Osmanlı toplumun oldukça zor olmuş. İmparatorluğun gerileyerek yıkılmasındaki en büyük etken bu anlayış kaynaklanır: alışkanlıklar en güvenlisidir.

Bir yazar, İstanbul’u anlamanın Yüksekkaldırım’ı anlamakla olabileceğini söylemesi boşuna değil aslında. Caddelerdeki kalabalığa bakılınca Beyoğlu nüfusunun 1900’lerden bu yana neredeyse aynı kaldığını öğrenmek şaşırtıcı. Bu bölge İstanbul’un başkenti olabilecek nitelikte. Milyonlarca insanın yaşadığı bu şehir birçok etnik unsurun barış içinde yaşayabildiği bir ülkeye benzer. İstanbul’un Roma’sı bu bölge olmalı. Şehrin suyunun dağıldığı (taksim edildiği) Taksim’e kadar yol boyunca size tarihten bilgiler anlatır sağlı sollu binalar....

DÜŞEYAZMAK, sayfa 108...

Basım: 2008, cinius y.

***

not: bugünlerde kitap fuarında kulağım. malum, mesleğim kıpırdamama izin vermiyor. ah, ah benim az satan kitaplarım. sizleri seviyorum. başkaları anlamasa bile, bilirim değerinizi. örneğin, düşeyazmak, yedi santimetreden düşen bir damlanın yere çarptığı ana kadar geçen sürede yaşananları anlatır. var mıdır bu kadar kısa sürede geçen bir roman? sahi matematikçiler, yedi santimetreden düşen bir cisim ne kadar sürede yere ulaşır? binde 22 saniye?

 
Toplam blog
: 470
: 551
Kayıt tarihi
: 28.08.06
 
 

Ateşten denizleri mumdan gemilerle geçmeye" benzer hayatımız. Mutlaka mavi gökyüzü görünecektir. Gid..