Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Kasım '08

 
Kategori
Kent Yaşamı
 

İstanbul'u en ucuz, en çabuk, en kısa zamanda tanıma kılavuzu

İstanbul'u en ucuz, en çabuk, en kısa zamanda tanıma kılavuzu
 

Bir "Harem" düşü ile çizilmiş resim.


İçinde doğup büyüdüğüm bu İstanbul şehridir ki, binlerce yıldır dünyanın her şehrinde doğup büyüyen insanların düşlerini süslemiştir. O halde biz İstanbul'da yaşayanlar kendimizi şanslı saymalıyız. Çünkü, dünyanın başka şehirlerinde doğup da İstanbul'u sisli düşler içinde görenlerin büyük bir kısmı ne yazık ki bu şehri görmeden yaşamlarını südürüyorlar. Fakat, bir kısmı var ki, onlar ne yapıp edip mutlaka İstanbul'u görmeye geliyorlar.

Yıllar yıllar önce henüz hava ulaşımı bulunmamışken, karayolu ulaşmında ise tekerlekli ve benzinli yani motorlu arabalar icat edilmemişken, denizyollarında gemiler yüzüyordu. Çünkü, gemilerde insan gücü vardı, gemilerde rüzgâr gücü vardı. İşte bu nedenle de İstanbul'a gelen ve bugün kitapları eski İstanbul'u anlatan Batılı gezginlerin araçları gemilerdir. Çoğu, Marmara Denizi'ne girdikten sonra büyük bir heyecanla İstanbul'u ya da kendi yazışlarıyla Constantinopolis'i bir an önce görmenin heyecanına kapılırlar. Ve saatler sonra içlerinde bulundukları gemilerin hızına göre İstanbul'u bir hayal şehri gibi görmeye başlarlar. O gemiler ki ya rüzgâra muhtaç yelkenlilerdir, ya insan gücüne bağlı olanlarıdır ya da yeni yeni kullanılmaya başlanan buharlı motor gücüne bağlı ahşap omurgalı, ahşap iskeletli yani ahşaptan yapılmış gemilerdir. Ama, bu gemilerle İstanbul'a gelen gezginlerin yazmış olduğu kitaplar Batılı için öylesine çekici gelmiştir ki herkes Doğu'nun ve oryantalizmin başkenti olarak İstanbul'u görmeye başlamıştır. Bir de bu gezginlere resim sanatçıları eklenip de bunlar İstanbul'u gravür olarak resme dökünce, merak daha da artmıştır. Fakat, bugün gravürleri incelediğimizde bazı sanatçıların gezginlerin kitaplarını okuyarak İstanbul'u resmettiklerini de görüyoruz. Bu gravürler gerçeküstü İstanbul halkını ve İstanbul mekânlarını gösterdiklerinden hemen kendilerini ele veriyorlar.

Dilerseniz İstanbul'u gravürlerine döken şu sanatçıları analım. Analım ki onların sayesinde bizler eski İstanbul hakkında birçok bilgiye ulaştığımızın hakkını yine onlara verelim. Gerçekten eski İstanbul'un mekânları, gündelik yaşamı ve yaşamın içindeki mahalle oluşumu, seyyar satıcıları, halkın kılık ve kıyafetleri hep bu gravürlerde saklıdır.

Gravür 15.yy'dan sonra ortaya çıktığı için elbette çoğunlukla gezginlerin kitaplarını süsleyen gravürler de bu tarihten başlamaktadır.

İşte size bir zamanlar İstanbul'u en güzel biçimde gravürlerine taşımış ve günümüze getirmiş en tanınmış sanatçılar:

Thomas Allom. 1804 yılında doğmuş ve 1874 yılında ölmüştür. 1836 ilâ 1838 yılları arasında mimarlık kültürünü arttırmak için çıktığı gezilerde özellikle İstanbul ve Anadolu'nun bazı şehirlerini çok ustaca gravürledi.

William Henry Bartlett. 1809 yılında doğdu ve 1854 yılında öldü. Aslen peyzaj ressamı olan Bartlett 1834 ilâ 1853 yılları arasında üç kez Doğu'ya gezi yaptı. Anadolu'yu ve Ortadoğu'yu gravürlerine taşıdı. 1835 yılında ise İstanbul'a geldi ve bu şehrin gravürlerini yaptı. Yaptığı gravürleri yine kendi gezgin kitabında yayınladı.

Giovanni Brindesi. Adında da anlaşılacağı gibi İtalyan ressamdır. 19. yüzyılda İstanbul'a gelen bu sanatçıya bizler görsel açıdan ve görsel açıdan verdiği bilgiler bakımından çok şey borçluyuz. Çünkü, bu sanatçı sayesinde bizler bir dönemin yani Sultan Abdülmecit döneminin en ayrıntılı İstanbul yaşamını bir belgesel filim izler gibi izleyebiliyoruz.

Comeille Le Bruyn. Hollandalı ressamdır ve 17. yüzyılda yaşamıştır. Yakındoğuya geziler yapmış ve gördüklerini gravürlerine kazımıştır.

Eugéne Napoleon Flandin. 1809 yılında doğmuş 1876 yılında ölmüştür. Bir arkeoloji ressamı olan Flandin Fransa'nın İran elçisi olarak görev yapmıştı. 1844 yılında Anadolu'yu, İstanbul'u ve İzmir'i gezen sanatçı gördüklerini taşbaskı olarak üç cilt halinde yayınladı.

Sevgili dostlar, yukarıda adlarını saydığım gezgin sanatçıların gravür eserlerini Kültür Bakanlığı 1996 yılında üç cilt halinde ve gerçekten kaliteli bir baskı olarak bizlere ulaştırdı. İlk baskıları 2000 adet olan bu değerli kitaplar hemen tükendi. Bir daha da baskıları yapılmadı. "Gravürlerle Türkiye" adlı bu kitapların İstanbul'a ait üç cildi var. Diğer ciltler Anadolu şehirleri ve gündelik yaşama dair. Ancak, büyük ilgiyi elbette üç cilt olan İstanbul gravürleri topladı ve bugünden "Antika" ya da "Nadir" kitaplar arasında yerini aldı.

Elbette İstanbul'u yalnız ressamlar gezmedi. Bir de romancılar, yazarlar vardı bu gezginler arasında. Onlar da Küçük Asya ve İstanbul tarafına yaptıkları gezileri birer anı halinde ya da birer gezi anlatı türü halinde okurlara sundular. İşte bu yazarların kitaplarının büyük çoğunu da gravür sanatçılarının gravürleri süsledi. Bu aşamaya gelindiğinde ise yazı ile gravür birleşip de okurun eline ulaşınca İstanbul şehri uzaktaki Batılılar için bütün dünya şehirlerinden çok daha gizemli ve çekici gelmeye başladı. Çünkü Batılı okur bambaşka bir dünya şehri ile karşı karşıyaydı. Sokaklarda dolaşan onlarca kedi, etrafda rahatlıkla gezen ve halktan beslenen onlarca köpek, sokak ortalarında ve bir sırığa geçirilmiş büyükbaş hayvanların iç organları yani ciğerciler ya da bugünkü söyleyişimizle sakadatçılar, kahvede hem nargile içen hem de sakal traşı olan İstanbullular, sedirlere kurulup oturmuş ve seyyar kahveciden kahve bekleyen insanlar, başındaki tepside çörek satan satıcılar, küfeyle sebze meyve satan seyyar manavlar... Bunun yanında İstanbul'un dar sokakları, dar sokaklarında dolaşan Doğulu ve çekici kadınlar; cami avlularında serinleyen insanlar; ahşaptan yapılmış ve cumbalı, kafesli pencereleriyle Batılıya buram buram oryantalizmi koklatan evler ve illâki harem öyküleri, harem gravürleri... Aslına bakarsanız Osmanlı padişahının haremine girmek kolay değildi. Belki de hiç olası değildi. Ancak, etrafta harem üzerine anlatılan o kadar çok efsane vardı ki birçok ressam bu anlatılardan yola çıkarak Osmanlı'nın haremini resmettiler ya da gravüre kazıdılar. Evet, hamamda yıkanmakta olan ve dönemine göre çok açık olan ve bir kadının her yanına cüretkârca çizen Osmanlı ressamları da vardı, fakat Batılı ressamlar ve gravür sanatçıları Osmanlı'nın haremini gözler önüne seriyordu. Harem'de çırılçıplak yığılmış bir sürü güzel kadın! Gören de Osmanlı hareminde kadınlar bütün gün böyle kendilerini padişaha ya da padişah analarına sergiliyor sandı. Dünyanın her yerinde ve her zamanında vaz geçilmez bir insan duygusu olan cinsellik ve erotizm bu ressimler sayesinde Osmanlı haremi hakkında binbir öykü yaratılmasına da neden oldu.

Yüzyıllar önce İstanbul'u görmek için olmadık zorluklara katlanan insanlar vardı. İnsan merakı değişmedi. Öğrenme ve bilgi edinme aşkı özellikle Batılılar da hâlâ sürüyor. Fakat, artık ulaşım araçları değişti ve bir yerden bir yerlere gitmek kolaylaştı. Artık uçaklar en uzak mesafeleri bile yakın ediyor. Dev gemiler o ulaşılması zor İstanbul limanlarını hemen hergün dolduyor. Fakat değişmeyen bir şey varsa o da İstanbul'u ilk görme heyecanı. Bugün dev gemilerle Marmara Denizi'ne giren günümüz gezginleri ile yüzlerce yıl önce buhar gücü ya da rüzgâr gücü ile Marmara'ya giren gemide bulunan gezgin arasında heyecan bakımından bir fark yok. Günümüz gezginleri kâğıt ve kalemlerini hazırlamıyor ama, fotoğraf makinelerini ya da filim çekme kameralarını hazırlayıp, gemide İstanbul'u en güzel görebilecekleri yerlere çıkıyorlar.

Ben inanıyorum ki, İstanbul'a Batı'dan gelen günümüz gezginleri, 1874 yılında yayınladığı kitabında İstanbul'u en güzel biçimde anlatan, fakat bazı yerleri sansürlenen kitabının "Varış" bölümündeki anlatımıyla Edmondo De Amicis kadar heyecanlanmaktadırlar. Bu kitabı bulursanız okumanızı önerirken, Amicis'in o "Varış" bölümünü de birlekte okuyalım diye düşündüm: "İstanbul'a girerken duyduğum heyecan Messina boğazından İstanbul boğazına kadar süren on günlük deniz yolculuğunda gördüğüm herşeyi neredeyse unutturdu bana. Bir göl gibi durgun ve mavi İon denizi, güneşin ilk ışıklarıyla pembeleşmiş uzak Mora dağları, gün batışıyla yaldızlaşmış Ege, Atina sahillilleri, Selânik körfezi, Limni, Bozcaada, Çanakkale boğazı, yolculuk boyunca beni meşgul eden herkes ve herşey, Altınboynuz'u gördükten sonra, zihnimde öyle karıştı ki, bunları şimdi tasvir etmeye kalksaydım, hatırımda kalanlardan ziyade hayalen yazmaya mecbur olacaktım. Kitabımın ilk sayfasının canlı olabilmesi için, gemi süvarisinin benimle arkadaşım Yunk'a yaklaşıp : "Beyler! yarın sabah, gün ağırırken, İstanbul'un ilk minarelerini göreceğiz!" dediği andan, Marmara denizinin ortasındaki son geceden başlamam gerekecek." ( Costantinopoli-Edmondo de Amicis 1874-Çeviri Prof. Dr. Beynun Akyavaş II. Baskı Aralık 1986-Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 382).

Şimdi geçmiş ve gelecek Batılı gezginleri bir yana bırakalım gelelim bizim gezginlerimize. İstanbul, diğer büyük şehirler gibi Anadolu'nun birçok yerinden göç almaktadır. Fakat, göç alma bakamından elbette birinci şehirdir. Bunun ilk nedeni iş alanlarının çok olmasıdır. Eğer İstnabul şehrinin nüfusunun artış hızına bakarsak bu göçün ne kadar vahim sonuçlar doğurduğunu anlamamız da zor olmayacaktır. Nüfus bakımından bütün yıllarda Türkiye birincisi olan İstanbul'un insan sayısının değişimi ve artışı şöyledir: 1927 nüfus 794.444

1935 nüfus 883.599

1940 nüfus 991.237

1945 nüfus 1.078.399

1950 nüfus 1.166.477

1955 nüfus 1.533.822

1960 nüfus 1.882.092

1965 nüfus 2.293.823

1970 nüfus 3.019.032

1975 nüfus 3.904.588

1980 nüfus 4.741.890

1985 nüfus 5.842.985

1990 nüfus 7.195.773

2000 nüfus 10.018.735

Bugünlere geldiğimizde ve teknolojinin bu kadar geliştiği bir dönemde ne yazık ki İstanbul nüfusunu tam olarak vermek olası değildir. Çünkü, bir kurum 12.000.000 diyor, bir başka kurum 17.000.000 kişi diyor. Muhtarlık kayıtlarına göre 23.000.000 kişi çıktı diyenler de var. Biz bunları ortalaması alalım ve en iyi niyetle İstanbul'un nüfusu bugün 15.000.000 kişi diyelim.

On beş milyon insanın yaşadığı bu devasa şehirde henüz denizi bile görmemiş insanlar varken, bizim Türk gezginlerden söz etmemiz elbette komik kaçacaktır. Fakat, İstanbul'da yaşamak İstanbul'u sevmekle başlar. İnsanlar, eğer akli dengelerinde bir bozukluk yoksa sevdiği şeylere zarar vermez. O nedenle İstanbul'u sevenlerin de İstanbul'a zarar veremeyeceklerini düşünerek bu şehri tanımalarını ısrarla öneriyorum. Bunu önerirken aslında Osmanlı'dan beri İstanbul'da yaşamayanların İstanbul'a büyük bir kinle baktıklarını da bilmiyor değilim. Çünkü, İstanbul, Osmanlı'nın ve Türkiye Cumhuriyeti'nin, her zaman Avrupası olmuştur. Fakat, yine de içimdeki iyimserlikle, Anadolu'nun çok değişik coğraflarından İstanbul'umuza gelen insanları bu şehri tanımaya davet ediyorum. Biliyorum, İstanbul bir günde gezilecek şehir değildir. Fakat, İstanbul'u tanımak ve sevmek için illa da karış karış gezmek gerekmemektedir. Ben size bunun en kolay, en ucuz ve en kısa zamanda yolunu tarif edeceğim. Bu yazımı internetten okuyamayan İstanbul'u en kolay, en çabuk ve en ucuz tarafından öğrenmeye, tanımaya ve sevmeye meraklı dostlarınıza ya da komşularınıza bu yazıyı kâğıda döküp lütfen verin. On kişiye İstanbul'umuzu sevdirirsek, bu şehirden on kişinin zarar görmesini de önlemiş oluruz.

İşte size İstanbul şehrini en ucuz, en çabuk ve en kısa sürede tanıma ve tanıdıktan sonra da sevme kılavuzu.

Bugün nerede oturuyorsanız oturun Kadıköy'de ya da Eminönü'nde, Karaköy'de, Beşiktaş'da, Kabataş'da bulunan vapur iskelelerine gelmek için en fazla iki araç kullanırsınız. Bu üç araç bile olsa İstanbul Belediyesi'nin halk otobüsleri sizlere büyük kolaylık sağlayacaktır. Akbil gibi kullanım kolaylığı ve ücretlendirmede ucuzluğu olan bir ödeme aracınız varsa yol parası sizin için daha da ucuzlayacaktır. Bilindiği gibi ilk kullanımdan sonraki kullanımlarda akbil % 50'lere varan indirimle sizlere yolculuk yaptırıyor. Bugün için akbil belediyenin bütün araçlarında 1.35 YTL. Üç araca binseniz bu indirimlerden dolayı 2.85 YTL yapar. Yukarıda adlarını saydığım iskelelerden birine geldiğinizi varsayalım. Şimdi vapura binip İstanbul'un karşı tarafına geçeceksiniz. İster Avrupa'dan Asya'ya, ister Asya'dan Avrupa'ya geçin fark etmez, aşağıdaki anlattıklarım geçerlidir. Ben, Kadıköy'den vapura binip Avrupa yakasına geçenlere göre İstanbul'un tarihi mekânlarını anlatacağım. Kadıköy'den doğrudan geçenler bu kılavuzdan zaten yararlanacaklar. Ancak, Avrupa'dan Asya'ya geçenler için anlatımım ters gelebilir. Onlar da Kadıköy'den dönüş için vapura bindiklerinde kılavuzuma dikkatle baksınlar.

Şimdi en fazla üç araçla iskelelere geldik mi? Geldik. Akbili bir daha kullanın ve yine indirimden yararlanın. Turnikeden geçin. Kadıköy'den Eminönü, Karaköy ya da Beşiktaş vapuruna binin. Hava çok soğuk değilse vapurun güvertesine çıkın. Hava çok soğuksa vapurun kıç tarafındaki arka bahçesine çıkın. En üste "üst güverte" benim arka bahçe dediğim yere "kıç güverte" ya da "arka güverte" diyenler de var. Onlardan birine havanın durumuna göre çıkın. Vapurun kalkış saatini bekleyin. Bu arada gemilerde sağ ve sol terimleri yoktur. Bunun yerine bütün gemilerde sol yerine "İskele", sağ tarafa ise "Sancak" denir. İskele, yani sol taraf "kırmızı" renkle gösterilir, sağ taraf yani sancak ise "yeşil" ile gösterilir. Aklınızda daha çabuk kalması için şöyle bir siyasi benzetme de yapabiliriz: Bütün dünyada sol örgütler kendilerini kırmızı ile tanıtırlar, bütün sağ örgütler ise yeşille tanıtırlar. İskele ve sancak'ın önemi deniz trafiği için önemlidir. Çünkü geçiş üstünlüğü her zaman "sancak" gemidedir.

İstanbul'da, deniz içinde ve dolayısı ile gemilerle iç içe yaşayan insanların bilmesi gerektiğini sandığım için bu kısacık iskele-sancak ikilisini anlatırken, sanırım vapurun kalkış saati de gelmiştir. Vapur, Kadıköy iskelesinden yavaş yavaş kalkar. Şimdi dikkatle etrafnıza bakın, çünkü İstanbul'u tanımaya başladık bile. Siz yüzünüzü vapurun gidiş yönüne doğru çevirin. Vapur kalktıktan biraz sonra sağ tarafınızda Haydardaşa Garı'nı göreceksiniz.

(Haydarpaşa Garı: 1908 yılında yapımı tamamlanmıştır. İstanbul'un Anadolu'ya açılan kapısıdır. Türkiye'nin en büyük garıdır. Gar binasının mimarları Otto Ritter ev Helmuth Cuno'dur. Sirkeci Garı'ından 18 yıl sonra açılmıştır.O dönemde Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit'tir. Haydar Paşa adını III. Selim'in paşalarından birinin adıdır. İtalyan taş ustalarının elinden çıkmış mimari açıdan pek hoş olmamakla birlikte İstanbul'un sembolü haline gelmiştir.)

Pardon, vapurumuz yavaş yavaş Haydarpaşa'dan uzaklaşıyor. Bulunduğunuzdan yerden ayrılmayın, biraz sonra Haydarpaşa Gümrüğü'nün tepelerinde kale gibi bir yapıyı göreceğiz. İşte bakın, kale gibi dörtgen planlı bir yapı gözüktü. Oraya Selimiye Kışlası derler.

(Selimiye Kışlası: Üsküdar'ın Selimiye semtindedir. Osmanlı Sultanı III. Selim tarafından 1803 yılında yaptırılmıştır. Mimarı ünlü Balyan ailesinden Kirkor Amira Balyan'dır. Ancak, bu ilk yapı yanmıştır ve yerine Osmanlı Sultan'ı II. Mahmut taş yapının yapımına başlamış, fakat bu taş yapı Abdülmecid tarafından tamamlanmıştır. Kırım savaşında ünlü Florence Nihgtingale buraya gelerek yaralı İngiliz askerleri tedavi etmiştir.) Bugün de bu yapı İstanbul 1. Ordu Komutanlığı tarafından Selimiye Kışlası adı ile kullanılmaktadır.)

Vapurumuz Haydarpaşa'yı ve Selimiye Kışlası'nı geçti. Şimdi dikkat edin ve geminin gidiş yönüne doğru sol tarafına oturun. Yüzünüzü yine kaptan köşküne dönün. Çünkü, Selimiye Kışlası'nı geçtikten sonra o tarafta görmeniz gereken Salacak açıklarında Kız Kulesi var.

(Kız Kulesi: Deniz kayaları üzerinde duran ve çok değişik efsanelere konu olmuş kule. Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenos (1120-1180) tarihinde yaptırılmıştır. Boğaziçi'ni düşman gemilerinden korumak amacı ile yapıldığı sanılmaktadır. İlk yapımı ahşap olan kule yanınca Osmanlı Sadrazamı Nevşehirli İbrahim Paşa tarafından taş olarak yeniden yapılmıştır. Kızlar Ağası Beşir Ağa 1749'da, Osmanlı Sadrazamı Hekimoğlu Ali Paşa 1755'de bu kuleye hapsedilmişlerdir. Bugün restore edildi ve lokanta olarak kullanılıyor.)

Siz başınızı çevirip Kız Kulesi'ni tanıdığınızda vapurun gidiş yönüne doğru sol tarafında Tarihi Yarımada iyice ortaya çıktı.

Orada önce tarihi surları göreceğiz. O surlar ki kara surları ve deniz surları olarak tanınırlar. 22 km uzunluğundadırlar. Üzerinde şehre giriş çıkışı sağlayan 36 kapı vardır ki bunlardan 7 tanesi ünlüdür. Hattâ bulundukları semte adlarını bile vermişlerdir. Altın kapı, Yedikule, Belgrad, Silivri, Mevlana, Topkapı, Edirne, Eğri, Kumkapı gibi kapılar ilk akla gelen tarihi kapılardır. MS 413 yılında yani günümüzden 1600 yıl önce II. Theodosius tarafından kara surları olarak yapımına başlanmıştır. Bu surların önünden bugün Kenedi Caddesi geçmekle birlikte, 1950'li yıllara kadar yani bu cadde yapılmadan önce denizin dalgaları bu surları dövüyordu.

Hiç yerimizden kalkmadan başımızı surlardan yukarıya kaydıralım. Tarihi Yarımada dediğimiz Suriçi bölgesine bu adın yakışmasına neden olan bütün tarihi eserlerle bir anda karşılaşacağız. Dikkat edin, surlar günümüzden 1600 yıl öncesine ait dedim. O sırlara bakarken 1600 yıl öncesine baktığınızı unutmayın.

İstanbul'u tanımayı ve sevmeyi sürdürelim: Tarihi Yarımada dediğimiz yerini batıdan doğuya doğru izleyelim. Önce Sultan Ahmet Camisi'ni göreceğiz. 6 minaresiyle hemen dikkatimizi çekecektir. Sultanahmet Meydanı'ndadır. Osmanlı Padişahı I. Ahmet (1590-1917) Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa'ya yaptırmıştır bu camiyi. Kubbe çapı 33, 60 metredir. Kubbe yüksekliği ise 43 metredir. Minarelerinde 14 şerefe oluşu değişik yorumlara neden olmuştur. I. Ahmet 14 yaşında padişah olmuştur. 14 yıl padişahlık yapmıştır ve şerefe sayısının iki katı yani 14x2=28 yaşında ölmüştür. Elbette bunlar birer efsanedir, ancak Osmanlı mimarisinde bu tür şifrelere başka yapılarda da rastlıyoruz. (Bu konuda MB başka yazım var). Bütün dünya bizim Sultan Ahmet Camisi'ni içindeki mavi çinilerden dolayı "Mavi Cami" olarak bilir.

Sultan Ahmet Camisi'nden doğuya doğru kayarsak bu kez Ayasofya'yı göreceğiz. Bizans İmparatoru I. Justinianus (492-565) kendi kesesinden verdiği 361 milyon altına yaptırdığı döneminin muhteşem kilisesini görüyorsunuz. Bizans İmparatorluğu'nun kuruluşundan batışına ve günümüze gelmiş geçmiş en büyük, en önemli, en güzel ve mozaik bakımından en zengin yapısıdır Ayasofya. Kubbe çapı 31 metredir, kubbenin yüksekliği 55, 60 metredir. Hagia Sophia, Kutsal Hikmet anlamına gelmektedir. Mimarları Aydınlı Antonios ve Miletoslu İsidor'dur. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'daki ilk cuma namazını burada kılmıştır. 916 yıl kilise, 482 yıl cami ve 1935 yılından bugüne Mustafa Kemal'in isteği doğrultusunda müze olarak ziyaret edilmektedir.

Sultan Ahmet ve Ayasofya'yı gördük ve kısaca tanıdık. Ayasofya'nın hemen yanında kubbesi gözüken bir yapı daha var ki onun adı da Aya İrini'dir. Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından yaptırılmış bir kilisedir (537). Camiye çevrilmemiştir. 1846-1940 yılları arasında Askeri Müze olarak kullanılmıştır. Şimdi çeşitli sanat etkinliklerinde hoş bir mekan olarak kullanılmaktadır.

Ve geldik Topkapı Sarayı'na. Osmanlı'nın değişiyle Yeni Saray'a. Topkapı Sarayı, Osmanlı Padişahı Fatih sultan Mehmet (1432-1481), Sultan Abdülmecid (1823-1861) arasında 25 Osmanlı Padişahı'nın 400 yıl çeşitli eklemelerle yatırdıkları adına "Saray" denen ama düşlerimizdeki saraylara hiç benzemeyen çok mütevazı bir yapıdır. Sanırım, bugün çevreci kuruluşlar o tepeye bir saray yapsalardı, ancak bu kadarını yaparlardı. Çevreye hiç zarar vermeyen, tarihi dokuyu bozmayan, yeşillikler arasında görüntüyü bozmayan bir mimarı unsur. 700 dönümlük bir araziyi kaplayan bu saray Vatikan'dan büyüktür. Monako olarak bildiğimiz Prensliğin topraklarının ise yarısı kadardır. 11 Osmanlı Sultanı eceli ile bu sarayda ölmüş, 3 padişah, 2 padişah eşi, yüzlerce şehzade, 4 sadrazam bu sarayda cellatlar tarafından öldürülmüştür.

Vapurumuz Topkapı Sarayı'nın gölgesi düşen sularından akıp Eminönü tarafına dönmeye başlarken, eğer biraz Gülhane'ye yakın geçerse o burunda bir Atatürk heykeli göreceksiniz. 1926 yılındaki bu ilk Atatürk heykeli yüzünü Doğu'ya çevirmiş ve mazlum ülkelerin bir güneş gibi doğacağını beklemektedir.

İşte vapurumuz Haliç'in ağzını oluşturan sulara girdi. Bir tarafımızda Sarayburnu, önümüzde Eminönü, sağ tarafımızda Karaköy, Galata... Sarayburnu'nda Atatürk'ümüzün ilk yapılan heykelini gördük. Eminönü'ne yakın yakın ve yine sahilde tabiki eski sahil köşklerden biri duruyor: Sepetçiler Kasrı. Sadrazam Koca Sinan Paşa tarafından Mimar Davud Ağa'ya yaptırılmış XVI. yüzyıl sahil köşkü. Yapımı sırasında saray bahçevanlarından Sepetçiler'in burada çalışmasından dolayı bu adı almıştır. Bugün Uluslararası Basın Merkezi olarak kullanılmaktadır. Fakat, Sepetçiler Kasrı'nı öğrendikten sonra karşınıza "Kasr'ı Âli" ya da "İncili" ya da "Sinan Paşa Köşkü" diye anılan bu yapıyı görürseniz şaşırmayın, çünkü bu üç isim de aynı yapı için kullanılmaktadır.

Vapur Eminönü'ne yaklaşırken Yeni Cami'yi kıyıya en yakın cami olarak göreceğiz. Aslında Yeni Cami'nin temelleri Marmara Denizi'nin suları içindeymiş, fakat yol açmak için sahil dolduruldukça, çok içerde kalan ve belki de deniz kıyısında olması nedeniyle çok ilginç bir cami olacak olan Yeni Cami bu ilginçliği yitirmiştir. Yapımına 1590 yılında başlanan ve 1663 yılında bitirilen bu cami yapımı en uzun süren Osmanlı camisi olarak da dikkat çekicidir. Planlarını Mimar Davut Ağa çizmiş, o ölünce Mimar Mustafa Ağa yapıma devam etmiştir. Mimarları arasında Dalgıç Ahmet Ağa'nın da bulunması caminin sularda yapılmış olduğunu göstermektedir.

Yeni Cami'nin hemen sağ tarafında bir giriş kapısı olan fakat asıl yapının Yeni Cami'nin arkasında kalan Mısır Çarşısı'nı göreceğiz vapurdan inmeden. Osmanlı Padişahı IV. Mehmet'in annesi Turhan Hatice Sultan'ın yaptırmış olduğu ve Yeni Cami'ye vakıf olarak yapılmış İstanbul'un Kapalıçarşı'dan sonraki en tanınmış çarşısıdır. 1660 yılında bitirilmiştir.

Vapurdan inmeden önce siz Yeni Cami'yi tanırken bu caminin solunda ilginç bir cami kubbesini görürsünüz. Bu caminin tamamı vapurdan gözükmez. Tamamını görmeniz için Nimet Abla piyango bayilerinin önünden geçip, bugünkü Ticaret Odası'nın arkasına gitmeniz gerekecek. O cami Hidayet Cami'dir ve 1809 yılında yaptırılmıştır. Mimarisi ile, pencere ve örtü sistemiyle diğer İstanbul camilerinden farklı bambaşka çok şirin bir camidir. Bugün içinde yalnız mihrap kısmında ayetler yazan çini bordür vardır. Ama, bir kıyıya sıkışmış olan bu camiden bir çok İstanbullu'nun haberi yoktur. Yolunuz düşerse mutlaka dışardan inceleyin. Çünkü, içerde ilginizi çekecek bir şey kalmamış.

Biz vapur yolculuğuna devam edelim. Çünkü, hâlâ vapurdayız. Vapurumuz yanaşmak üzere. Yeni Cami'yi gördük, Mısır Çarşısı'nın bir giriş kapısını gördük. Yine sağa doğru gözlerimiz kaydığında dış mimarisi sıradan bir camiye gözlerimiz takıldı. Bu hangi cami? Elbette Rüstem Paşa Camisi. Sadrazam Rüstem Paşa (1500-1561) tarafından Mimar Sinan'a yaptırılmış küçük bir camidir. İçindeki çini süslemelerini dışarıdan göremeyeceğiniz için çok şanssızsınız. Çünkü, bu camideki çiniler Türkiye'nin en muhteşem çinileridir. Eğer, çini müzesini gezmek istiyorsanız, bu camiyi mutlaka gezin. Caminin yapım tarihi 1560'dır.

Evet, şimdi vapur yanaştı. Yolcular telaşla inerken siz acele etmeyin. Vapurun boşalması uzun sürer. Siz bu arada Rüstem Paşa Camisi'nden yukarıya başını kaldırın ve Muhteşem Süleyman'a yapılmış Muhteşem Süleymaniye Camisi'ni görün. Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan'a yaptırılmıştır. 1550-1557 yılları arasında yapılmıştır. Mimar Sinan'ın depreme dayanıklı cami yapımı araştırmaları nedeniyle yapımı uzun sürmüştür. Dört minaresi ve bu minarelerde bulunan 10 şerefesi vardır. Dört minare Kanuni Sultan Süleyman'ın İstanbul'daki dördüncü padişah olduğunu, on şerefe ise Kanuni'nin Osmanlı'nın onuncu padişahı olduğunu gösterir.

Hadi bakalım, vapur iyice boşaldı. Bir vapurla İstanbul'un bir çok tarihi eserini uzaktan da olsa gördük, tanıdık. Elbette bu, tarihte yolculukda bir kaşık tat.

Vapurdan inince sahile doğru dönün. Karaköy sırtlarında, Galata'da Galata Kulesi'ni göreceksiniz. Bu kule Cenevizli'ler tarafından 1384 yılında yapılmıştır. Yani bu kule yapıldığında karşı taraf henüz Bizans İmparatorluğu idi. Denizden yüksekliği 140 metre olan bu kulenin kendi yüksekliği 61 metredir. Hezarfen Ahmet Çelebi'nin bu kuleden kanat takıp Üsküdar-Doğancılar'a kadar uçtuğunu bilmeyenimiz yoktur sanırım.

Bir vapurla tarh yolculuğumuz bitti. Bu yazıyı cebinizde taşıyın. Her vapura bindiğinizde bir yeri tarihi mekanı öğrenin. Öğrenin ki İstanbul'u tanıyın, tanıyın ki İstanbul'u sevin, sevin ki İstanbul'u koruyun.

 
Toplam blog
: 278
: 3275
Kayıt tarihi
: 26.05.07
 
 

İstanbul'un Kadıköy ilçesinde doğdum. Bir daha da Kadıköy'den ayrılmadım. İstanbul Üniversitesi, Ede..