Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Haziran '12

 
Kategori
Sosyoloji
 

İstanbul Yedi Tepe değil artık

İstanbul Yedi Tepe değil artık
 

Çevresindeki bütün yeşil alanları yiyip bitiren İstanbul kentleşmesi bu işte!


Hazar Prensesi Çiçek Hatun'un oğlu  Leo Hazar beş yıl Bizans İmparatorluğunu yönetir

KONSTANTİNİYE ya da İSTANBUL Osman Beyin torunlarınca yaklaşık (150) yıl içerisinde kent surları içerisine çekilmek zorunda kalan muhteşem Doğu Roma İmparatorluğu'nun Bizans İmparatorluğu adı da verilen bir devletin başkenti. 

O Bİzans ki kendisine bağlılarına karşı adil davranmadığı, başta Ermeniler olmak üzere değişik Türk boylarını göçe zorlamak yanında aşırı vergiler ile toplumu yıldırdığı, Hristiyanlaştırma ve ikonlar konusundaki baskılar ve içinde nice 'Bizans entrikaları' da bulunan taht kavgaları ile giderek köhneleşmiş, çürümüş, askeri gücü de zayıflamış ve sonunda 1071 Malazgirt Savaşı ile Türkler karşısında yıldan yıla küçülmeye, erimeye başlamıştır. (Kaynaklar: Prof. Dr. Mehlika Aktok KASGARLI : Kilikya Ermeni Baronluğu - Prof. Dr. Yaşar YÜCEL ile Prof. Dr. Ali SEVİM: Türkiye Tarihi).

Kaldı ki Bizans İmparatorluğu daha MS 700'lü yıllar ile birlikte Hazar İmparatorluğu tarafından Doğu'dan ve Batı'dan bir hilalin ucuna takılı bir biçimde kıskaca alınmış gibi kuşatılmıştır.  O çağlarda devletler arasındaki saldırıları en aza indirebilmek için devlet yöneticileri arasında kurulan akrabalıklar ile prenslerin karşılıklı olarak belirli bir süre o ülkelerde bulundurulması gereğince 'III. Leo, oğlu V. Konstantin'i Hazar Kağanı Bihar'ın (sonradan İrene adıyla vaftiz edilecek) kızı olan Tzitzak "Çiçek" ile evlendirmiştir.' Bu evlilikten doğan Çiçek Hatun'un oğlu  'Leo Hazar' adı ile '25 Mart 775'te tahta çıkmış ' ve 780 yılına kadar da  IV. Leo Hazar' adı ile hüküm sürmüştür.' (Kaynak : Wikipedia.org). 

Hazarlar dinlere ve inançlara karşı ilk hoşgörülü imparatorluktur

Bu konudaki bazı gelişmeler yanında kendi çağdaşlarına göre laik bir yapılanma gösteren güçlü Hazar İmparatorluğunun değişik tavır alış biçimleri için ayrıca Macar Arthur Koestler (1905-1983)'in 13 Kabile: Hazar İmparatorluğunun Mirası adlı eserine bakılabilir. Hazar İmparatorluğu'nun 'laik bir yapılanma' içinde olduğunu bir kanıtı olarak aşağıdaki açıklama da ilginç gelebilir sanırım:

'O dönem Batı Avrupa'sının aksine, zorlama yoktu ve din değiştirene hoşgörü gösteriliyordu. Araplar'ın Herodot'u olarak ünlenen tarihçi El Masudi'ye (896-956) göre, Hazar başkenti İtil'de yedi yargıç vardı. Bu yargıçların biri Şamanist (belki de Putperest), ikisi Müslüman, ikisi Hıristiyan, ve ikisi de Musevi'ydi.' (Kaynak : Wilipedia.org'dan alıntıdır).

Hz. MUHAMMED: 'Kostantiniye muhakkak feth edilecektir...’

Bu süreçler sonunda Asya'daki Bizans topraklarının yarıdan çoğu Selçuklu Devleti'nin eline geçer. 1300 yılında Kayı Beyi Ertuğrul Gazi'nin oğlu Osman Bey tarafından Osmanlı Devleti'nin doğmaya başlaması ile birlikte Bizans İmparatorluğu yıldan yıla küçülme sürecine girer.

Bilindiği gibi Peygamberimizin (s.a) İstanbul'un Hristiyan Bizans'tan alınması ile ilgili olarak söylemiş olduğu sözler tarihi bilgiler arasındaki yerini bugün bile korumaktadır. Buna göre 'Muhammed bin Ebî Seybe Zeyd bin el-Hubâb’dan o da Velid bin Mugire el-Meâfirî’den işitmiş Velid bin Mugîre Abdullah bin Bisr el-Has’amî’den o da babasından isittiğine göre' Peygamber Efendimiz (s.a.) söyle buyurmustur:

'Kostantiniye muhakkak feth edilecektir. Onu fetheden emir ne güzel emir; onu fetheden ordu ne güzel ordudur.' (Alıntıdır.)

Ne mutlu bize ki O'nun bu kutlu sözü gereğince Sultan 2. Murat'ın oğlu genç Sultan Mehmet üstün bir zeka ve o güne kadar denenmeyen değişik askeri yollar kullanarak Bizans'ın yüksek surlar içerisine kapanmış olan başkenti Konstantiniye kentini feth eder. Bu yüzden kendisine Fatih ünvanı yakıştırılır. Bizans'ın Konstaniye adlı büyük kenti değişik adlandırmalara rağmen yine de Yunanca bileşik bir isim olan İstanbul olarak bilinmektedir.

Yedi Tepeli İstanbul

29 Mayıs 1453 günü en çok seksen bin (80.000) kişi barındıran Konstantiniye; bugün ülkemizin en büyük ticaret, turizm, dış alım, dış satım, eğitim, bankacılık, uluslararası toplantılar ve sanayi kenti İstanbul olarak on üç milyon (13.000.000)'u aşkın bir nüfusa sahip bulunuyor. 

Bilindiği gibi İstanbul Bizans İmparatorluğunun yüksek kent sur içinde kalan Yedi Yepe üzerine kurulmuştur. Bugün içlerindeki eski anıt eserleri ile birlikte modern beton yapılar ve içinden yoğun bir araç selinin akmakta olduğu bu tepelerin adları şunlardır:

'Topkapı Sarayı Tepesi

Edirnekapı Tepesi

Kocamustafapaşa Tepesi

Çemberlitaş Tepesi

Fatih Tepesi

Beyazıt Tepesi

Yavuzselim Tepesi' (Alıntıdır).

Bir başka kaynakta bu tepeler kısaca aşağıdaki gibi de açıklanıyor:

'1. Topkapı Sarayı, Sarayburnu, Ayasofya

2. Çemberlitaş, Nurosmaniye Camisi, Cağaloğlu

3. Beyazıt Camisi, Üniversite, Süleymaniye Camisi

4. Fatih Camisi, Zeyrek Kilise Camisi

5. Yavuz Selim Camisi, Rum Lisesi, Fener

6. Edirnekapı, Mihrimah Camisi, Tekfur Sarayı

'İstanbul’un en yüksek tepesi…Mihrimah Sultan Camii’nin, Bizans’ın Blakherna Sarayı’ndan kalan tek yapı olan Tekfur Sarayı ve Kariye Müzesinin de bulunduğu yer.' (Alıntıdır).

7. Çapa, Cerrahpaşa, Haseki Külliyesi, Samatya'

İstanbul 'esrarlı güzellikleri' ile bir ömre bedeldir

Yahya Kemal BEYATLI'nın 'Başka Bir Tepeden' başlığı ile kedi sesinden dinlediğim ancak  Aziz İstanbul adı ile tanınmakta olan şiirinde anlatıkan İstanbul; bir kaç büyük kent görmüş olsam da bende de içinde nice gizemler taşıyan büyük bir etki bırakmaktadır. Onun bu şiirini birlikte okuyalım.

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!

Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.

Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!

Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

 

Nice revnaklı şehirler görünür dünyada,

Lakin esrarlı güzellikleri sensin yaratan.

Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada

Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.'

İstanbul eski kent dokusu yanında çevresindeki yeşil alanları ile yine talan ediliyor

İlk olarak 1968'de bir liseli olarak gidip gördüğüm İstanbul doğal güzellikleri, anıt eserleri, iktisadi gücü yanında mesleğim ve içinde bulunan akrabalarım ile arkadaşlarım bakımından da benim için de önemli bir merkez. İstanbul'a en az iki yüz kez gitmiş ve aylarca 'İstanbul kazan ben kepçe' dolaşmışımdır içinde.

Yaklaşık on yıl sonra yeniden on gün önce gördüğüm İSTANBUL artık elden avuçtan çıkmış bence. Bir de Hükümet'in üç ay kadar önce yürürlüğe koyduğu; kısaca 2B Kanunu gereğince Hazineye para kazandırmak ve işgalci, çevirmeci, arazi mafyası ve gecekonducu gibi kimilerini de 'cari fiyatlar üzerinden' mal sahibi yapmak için hızla uygulanmakta olan ticari ve siyası yatırım işlemleri bakalım İSTANBUL için ne gibi kazanımlar ya da yıkımlar oraya koyacaktır. Kentleşmenin yaygınlaştırılması anlamında  'Kentsel Dönüşüm' adlı kulağa güzel gelen bir uygulama süreci kapsamında yalan yanlış nelerin yaşanmakta olduğunu Ankara örneklerinde az çok gözlemlemiş olduğum için kentleşe konusundaki çarpılıklar yine eskiden olduğu gibi devam edecek sanırım.

Konuttaki malzemeler iyi denetlenmeli ve konutun kullanım izni de geniş katılımlı bir tutanakla verilmelidir

Bu kapsamda tapu kadastro, kent planlaması, yolların ve hizmet birimlerinin konuşlandırılması, yapı denetimleri, kullanılam malzemelrin stardartlara uygunluğu, su ve elektrik tüketimlerindeki hırsızlıkların önlenmesi, geçmişi ne olur ise olsun müteaahitlerin sıkı denetimi yanında yapı işçilerinin sigortalılık durumları, çevre düzenlemesi, çevre gürültüsü, çalışanların Hizmet Sözleşmeleri ile iş güvenlikleri gibi konular artık köklü çözümler bekleyen 'en bakir alanlar' olarak varlığını sürdürecek ise tutarlı ve sağlıklı bir kentleşme için en az yirmi yıl daha beklemek gerekecek gibi görülüyor. Bu nedenle bütün kentleşme çabaları yanında İstanbul için de geçerli olan bu sorunlu konuların ivedilikle çözülmesi gerekmektedir. Yoksa her konut sahibi birer tadilat kolik olup çıkacak ve kalitesi tartışmalı nice malzemelerin arızaları ile uğraşıp duracaktır.

Bence bir konut TOKİ Konutlarında olduğu gibi noksansız olarak bitirilmeden sahiplerine teslim olunmamalıdır. Bu teslim işi bir aracın satın alınırken denenmesi gibi, bir kaç tanık ve yetkililer önünde gerçekleştirlmelidir. Yoksa bir anda apartmana geliverip giden kimi yapı denetimi ve sıhhi tesisat denetimi yetkililerinin ilgili belgeleri imzalamış olmaları (!) ile bu işlerin bitmediğini altı yıl önce yaşadım. Bir de kimi Belediye İmar Müdürlüğü yetkililerinin oturma ve kullanma izni belgelerinin yine söz konusu bir apartmanın hiç bir yetkilisi ile söz konusu apartmanın  en az 1/3 oranındaki temsilcileri önünde  olası bir yönetmelik uyarınca hazırlanacak bir tutanak ile imzalanması; bu konudaki her türlü suistimali önleyecek tek çözümdür.

Bu nedenle İkinci Cumhuriyetçiler ile Yeni Osmanlıcılar çok sempati duydukları kimi iktidarlarca delik deşik olunmasına göz yumulan GÖKDELENLİ, YAMALI İSTANBUL'umuza bir de bu yönden baksınlar. 

İstanbul'da kentlileşmek 

ATALARIMIZIN mirası İSTANBUL ne Roma ne Bizans ne Osmanlı ne de Cumhuriyet'in ilk yapılandırmaları ile görüntüsü bozulmayacak bir biçimde korunabilirdi. Nüfus yanında hizmet alanları ile üretim alanlarının artışı karşısında değişik çözümler bulunacağına 'tıkış tıkış bir kentleşme' anlayışı ile İstanbul boğulmuştur. Sorunun içine bir de yoğun 'köyden kente göç' içerikli sorun ile birlikte ortaya çıkan eğitimsizlik ve kentlileşememe olguları girince İstanbul'da ateş bacayı sarmış bulunmaktadır. Çünkü İstanbul'da yaşamaya başlayan toplum kesimleri gerekli idari tedbirlerden başka toplumsal ve kültürel tedbirler ile yerleşme bakımından başı boş bırakıldıklarından ne kentlileşme ne de kentleşme gerektiği gibi yoluna girebilmiş değildir.

Bu kapsamda uygar olmak, kişilikli olmak, bilgili olmak, karşılıklı sevgi saygı yanında karşılıklı etkileşime açık olmak gibi özellikler İstanbulluların toplumsal ve ruhsal yapılarını yıpratmaya başlamıştır, denilebilir. Bu konuda Milliyet Blog yazarı iletişimci Erol GEZEROĞLU'nun  İstanbullulaştıramadıklarımızdan mısınız? başlıklı yazısında bulunan aşağıdaki tespitlerine katılmamak mümkün değil:

'Herkes bir yerden gelmişti buraya. Belki de hiç İstanbullu biriyle karşılaşmamıştı hayatında.

Son zamanlarda İstanbullu olanlar da İstanbullu olduklarını söylememeye, gizlemeye başlamışlardı. İstanbul’a göçle gelen bizim insanımıza göre birisi “İstanbulluyum” derse o mutlaka Rumdur. Çünkü İstanbul'un yerlileri onlardır.

Zavallı İstanbullular şehrin merkezinde sıkışıp kaldıkları yetmiyormuş gibi, artık kendi memleketlerinde de azınlıkta kalıp kimliklerini gizlemeye başladılar.

Yetmişli yılların başında kadar İstanbul’a göç edenler şehrin gerçek sakinleriyle temas kurabiliyor komşuluk edebiliyorlardı. Bu da gelenlerin şehre uyumuna katkıda bulunuyordu. Şehrin merkezi dolup, gelenler artık kendi mahallelerini yaratmaya başlayınca bu mahallelerde yaşayanların şehrin merkezi ile teması kesildi. Hemşehri mahalleleri kuruldu her yanda. Ardından il, ilçe, köy dernekleri. Belli günlerde hemşehriler toplanıp gurbette köylerini kasabalarını hasretle anıyorlar.

İstanbul’da kendini gurbette hisseden insanımız bir türlü İstanbullu, kentli olamıyor.'

(Alıntı yeri : http://www.milliyetblog.com/istanbullulastiramadiklarimizdan-misiniz-/Blog/?BlogNo=361954

Türkiye'de gelişen  yozlaşmak ve  yabancılaşmak

Erol Gezeroğlu'na göre ‘İstanbul’daki ilköğretim okullarında, lise ve üniversitelerde mutlaka İstanbul dersi olmalı. Belediyeler rant yaratma ve inşaat işlerinden başlarını biraz kaldırıp, İstanbul halkına kent kültürü ve yaşamı ile ilgili uygulamalı programlar yapmalıdırlar.' Bu kapsamda ek olarak şu da söylenebilir: Özellikle lise düzeyindeki gençlerimiz ile mevsimlik işçi olarak bulundukları erlerden sık sık başka yerlere bir kaç aylığına gitmekte olan işçilerimize ve ustalarımıza da 'kentleşme ve kentlileşme', 'çağdaşlaşma', 'uygarlık ve uygarlaşma', 'kültür ve kültürleşme' , 'kent suçları ve suç dökümleri' konularında dersler verilmeli. Bu konuda Milli Eğitim Bakanlığı'na büyük görevler düşmektedir. Çünkü biliyoruz ki eğitim süreçlerinde de uygulandığı gibi 'ağaç yaş iken eğilir'.

Bu süreçte gençlerimize ve kimi yetişkinlerimize gerekli davranış ve düşünüş değişiklikleri için gerekli dersler ve kurslar verilmelidir. Bu kapsamda bence kentleşme olgusu içerisinde yer alan pek çok davranış kalıbı yanında içine girilen yeni üretim ilişkileri sürecinde yaşanılan yozlaşma ve yabancılaşma olguları insanımızı derinden etkilemektedir. Kişiler köken olarak geldikleri yörelere bir süre sonra gittiklerinde ya değişik tepkiler almakta ya da kendileri oradaki kimi davranışlar ile ilişkiler bağlamında çelişkiye düşmektedirler.

Bu etkileşim aile içinde olduğu kadar eğitim süreçleri ve iş ilişkileri boyunca da etkilerini göstererek kimi ruhsal bozukluklar ile suç işlemeye kadar uzanan bir dizi uyumsuzluklara ve çatışmalara da yol açmaktadır. Bu tür sorunların çözümü için öncelikle örgün eğitimde gerekli çalışmaların uygulanmaya konulması gerekmektedir. Kaldı ki iş yeri eğitimlerinde de kişilere nerede nasıl davranılacağı, kişisel hukuki hakları yanında temel İnsan Hakları konularında da gerekli yol göstericilik çabaları harcanmalıdır.’

İstanbul 2B ile başına yetecektir 

Bence Anavatan Partisi'nin başlattığı 'küreselci' siyasi başlangıç Anadolu ve Avrupa yakaları ile birlikte İSTANBUL; kimi tuzu kurular ile sonradan görmelerin bir 'talan alanı' olup çıkmış durumda. Bu durum Doğu'da İzmit'ten sonra yoğunlaşarak çarpık bir kentleşme biçiminde İstanbul Boğazına kadar uzanmaktadır. Batı'da ise Çorlu'dan sonra başlayan Marmara kıyılarının talanı ile Istranca Dağları eteklerine doğru uzanmaya başlayan yine o çirkin (meş'um) çarpık kentleşme olgusunu gözler önüne sermektedir.

Bilindiği gibi bizde kentleşmek; yeşil alanların talan edilmesini, dar yolların denetimsiziliğini, arazi mafyasının gelişmesini, kaçak yapıların çoğalmasını, müteahhitlik kurumunun ilgili kanunlara rağmen istediğini yapmasını, siyasetin gizli bir el gibi toprak ve konut paylaşımında da en önde koşmasını, suçlulukların artmasını kamçılayan bir süreçtir.

Bu bağlamda İstanbul'un artık içinde trafik kazalarının günden güne çoğaldığı, bazı iş kazalarının yoğunlaştığı, futbol taşkınları ile terör saldırılarının vuku bulduğu, toplumsal eylemlerin gövde gösterilerine dönüştüğü bir merkez durumuna geldiğini de unutmayalım.

İstanbul sur dışında artık en az  Yirmi  Yedi Tepedir

Peki kökeni 2. Dünya Savaşı'nın bitmesinden sonraki yıllara kadar uzanan ve siyasiler ile kimi arazi talanı ağalarınca  sinsice hızlan(dırıl)arak yoğunlaşan bu çarpık kentleşme süreci içerisinde 'taşı toprağı altın' İstanbul bakınız kaç tepeli olmuştur:

01 - Alemdağı

02 - Aydos

03 - Büyükçamlıca

04 - Çeliktepe

05 - Çıplaktepe

06 - Esentepe

07- Fetihtepe

08 - Fikirtepe

09 - Gayrettepe

10 - Göztepe

11 - Gültepe

12 - Hürriyettepe

13 - İcadiyetepe

14 - Karlıtepe

15 - Kayışdağı

16 - Kuştepe

17 - Küçükçamlıca

18 - Madentepe

19 - Maltepe

20 - Nakkaştepe

21 - Nurtepe

22 - Seyrantepe

23 - Sultantepe

24 - Şehitliktepe

25 - Şirintepe

26 - Tepebaşı

27 - Yuşâ Tepesi

 

Orhan Veli KANIK :İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı

Peki şimdi bunca tepeler, yollar, birbiri üstüne yıkılacakmış gibi sıralanmış kimi binalar ile her bir tepenin yanına yönüne gelişi güzel yerleştirilmiş yüksek binalar arasında kim çıkıp da Orhan veli KANIK gibi İstanbul'u Dinliyorum Gözlerim kapalı!' diyebilir. Biz yine de duygulanışları ve şiirimize getirdiği yeni soluk ve biçim gereğince onun bu şiirinden kısa bir bölümünü okuyalım:

 

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı

Önce hafiften bir rüzgar esiyor;

Yavaş yavaş sallanıyor

Yapraklar, ağaçlarda;

Uzaklarda, çok uzaklarda,

Sucuların hiç durmayan çıngırakları

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

*

*

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;

Serin serin Kapalıçarşı

Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa

Güvercin dolu avlular

Çekiç sesleri geliyor doklardan

Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

Bir de benim gibi İstanbul'un kargaşası için duygulanan şair Ahmet Demir'in  İstanbul Yedi Tepe adlı şiirinde dediği gibi: 'İstanbul milyon beste

Her bestede bir fasıl

Anlatmaya güç yetmez

Anlatılmaz velhasıl' diyorum ben de.

Milliyet Blog Yazarı  Erol Gezeroğlu İstanbul'da doğup büyümüş bir iletişim uzmanı. İsmi ile müsemma diyebileceğimiz saylı kişilerden biri; gezmeyi seviyor. Bazı gezilerini yazıya dökmek gibi güzel bir çabası da var.  Erol Gezeroğlu göz bebeğimiz İSTANBUL için kaynaklara ve gözlemlerine dayalı çarpıcı bir değerlendirme yazmış. Nisandayız. Boğaz sırtlarında erguvanlar açmıştır başlıklı bu yazısını birlikte okuyalım:

'İstanbul aşığı ünlü yazar Ahmet Hamdi Tanpınar babasının kadılık görevi nedeniyle Anadolu’nun ve Osmanlı coğrafyasının çeşitli yörelerini dolaşır. 1918 yılında 17 yaşında iken öğrenim görmesi için İstanbul’a gönderilir. İstanbul işgal altındadır. Balkan savaşı sonucu balkanlardan kaçan insanlar İstanbul’da büyük bir sefalet içindedir.

“Dört senelik harp, şehri içinden ve dışından beraberce kemirmişti. Her şey, eskimiş, küçülmüş, değişmiş, fakirleşmişti. Büyük, çok büyük, bizim fert hudutlarımızı geçen birşey ölmüş gibiydi. Daha ilk günü bunu hissettim. Burada, Antalya’da olduğu gibi,yakınlarım arasında avunmak imkânsızdı. Resmî ağızların vaat ettiği ve benim bütünmürâhiklik [ergenlik] devrince hülyasını kurduğum zafer bile bundan bizi kurtaramazdı. İçimdeki rahatsızlığın adını koymuş muydum? Bunu bilmiyorum; fakat hakikaten rahatsızdım. Bir müddet bir nevi yetimlik hissi içinde yaşadım.” (1)

Üniversiteden hocası olan Yahya Kemal Beyatlı, Tanpınar’da derin izler bırakır. Bu dönemde yayınlanan Dergah dergisi devrin edebiyat adamlarını tanımasına neden olur. Dergah dergisi milli mücadelede de önemli rol oynar. İşgal yıllarının İstanbul’u hüzünlüdür Tanpınar’ın hayatında. Sokakta şarkılar söyleyen Fransız askerleri için şöyle der, Sahnenin Dışındakiler romanında:

 “Sonradan yaptıkları harp edebiyatında o kadar adı geçen bu türkü, tüylerimi diken diken etti. Bunlar haddizatında belki güzel şeylerdi. Fakat benim İstanbulum’da ne işleri vardı? Biz harbe girmekle hata ettikse, onlar bu muameleyi yaparak bu hatayı devam ettirmeli miydiler? Tarih bir yerde bütün hataların tasfiyesini yapmayacak mıydı?” (2)

Tanpınar’ın İstanbul’a ilişkin ilk anısı ve özlemi Arabistan’da başlar.

 “Çocukluğumda, bir Arabistan şehrinde ihtiyar bir kadın tanımıştık. Sık sık hastalanır, humma başlar başlamaz İstanbul sularını sayıklardı:

Çırçır, Karakulak, Şifa suyu, Hünkâr suyu, Taşdelen, Sırmakeş…

Âdeta bir kurşun peltesi gibi ağırlaşan dilinin altında ve gergin, kuru dudaklarının arasında bu kelimeler ezildikçe fersiz gözleri canlanır, bütün yüzüne bizim duymadığımız bir şeyler dinliyormuş gibi bir dikkat gelir, yanaklarının çukuru sanki bu dikkatle dolardı. (3)

Küçük bir çocukken İstanbul imajı böyle oluşur Tanpınar’ın zihninde. Onun için İstanbul kaynak sularının, bentlerin şehridir. Ama babasi için İstanbul, camiler, müezzinler, ezanlar şehridir. Şehri almadan önce atalarımız İstanbul’u “Fetedilecek şehir” olarak görür belki de. Ama ilk iş olarak da şehri mamur hale getirmek için kolları sıvadılar. Latin işgaliyle harap olan bu şehri “şenlendirmeye” çalıştılar. Camilerle donattılar.

 “Asıl İstanbul, yani surlardan beride olan minareyle camilerin şehri, Beyoğlu, Boğaziçi, Üsküdar, Erenköy tarafları, Çekmeceler, Bentler, Adalar, bir şehrin içinde âdeta başka başka coğrafyalar gibi kendi güzellikleriyle bizde ayrı ayrı duygular uyandıran, hayalimize başka türlü yaşama şekilleri ilham eden peyzajlardır.” (4)

İstanbul’un büyüsü, içinde yaşayanları her yönüyle sarar sarmalar, gündelik hayatının içine girer. Artık mevsimleri bile anlatması başkalaşır.

 “Her İstanbullu az çok şairdir; çünkü irade ve zekâsıyla yeni şekiller yaratmasa bile, büyüye çok benzeyen bir muhayyile oyunu içinde yaşar. Ve bu, tarihten gündelik hayata, aşktan sofraya kadar genişler.

“Teşrinler geldi, lüfer mevsimi başlayacak."Yahut "Nisandayız, Boğaz sırtlarında erguvanlar açmıştır."diye düşünmek, yaşadığımız anı efsaneleştirmeye yetişir. Eski İstanbullular bu masalın içinde ve sadece onunla yaşarlardı.” (5)

Lüfer İstanbul kültüründe önemli bir yer tutar. Gerçek İstanbul’lular sadece lüfere “balık’ der. Diğerlerini isimleriyle söyler. Kalkan, Tekir, Uskumru gibi. Ahmet Rasim Şehir Mektubu’nda balık pazarından aldığı lüferi ahçıbaşının palamut sanarak yağda kızartmasını büyük bir kızgınlıkla anlatır.

'Aman efendim, çıldırmak işten değil'dir. O, hiç lüfer mevsiminde eve palamut gönderecek adam mıdır? Hele lüferi palamut zannetmek ne demektir? Şimdi aşçıyı dövmeli midir, dövmemeli mi? (6)

Mehtaplı gecelerde Kanlıca koyu sandallarla dolar, herkes balık varsa sessizce lüferin oltaya vurmasının beklermiş. Balık yoksa, sandallardan şarkı gazel sesleri kuyuda yankılanırmış. Mehtapsız gecelerde lüfer avına çıkmış kayık ve sandallarda yakılan kandilleri 'ışık operası', olarak nitelendirir Tanpınar Huzur romanında.

'Beylerbeyi'nden ve Kabataş'tan başlayarak Telli Tabya'ya ve Kavaklar'a kadar iki kıyı boyunca uzanan, akıntı ağızlarında kümelenen bu aydınlık eğlence, bilhassa mehtapsız gecelerde yer yer küçük şehrayinler yapar (Ö). Nuran, kayık ışıklarının siyah, mor kadifelerde mahpus elmaslar gibi parıldadığı sulara, biraz ötede bir yeni balıkçı kümesiyle kırılmak üzere onların bittiği yerde başlayan o şeffaf karanlığa, vapur dalgalarından, küçük çalkantılardan, bu aydınlık yüklü gölgenin bin türlü akisle size doğru yükselişine, sizi alıp götürecekmiş gibi etrafı sarmasına, velhasıl döşemeleri çok cilalı renkli ve ışıklı bir sarayda (...) yaşanıyormuş hissini veren bu lüfer gecelerine çocukluğundan beri bayılırdı.'  (7)

Bir İstanbul simgesi olan ve artık neredeyse yokolan lüferin tekrar İstanbul sofralarında yer alması için Fikir Sahibi Damaklar grubu olarak “İstanbul Lüfere Hasret Kalmasın”kampanyası düzenlemiştik 2010 yılı başlarında. Çünkü lüfer henüz bebekken (çinekop) olarak yakalanıyor ve büyüyüp üreme fırsatı bulamıyordu. Lüferin avlanma boyunun değiştirilmesi bu etkili kampanya sonucu Tarım Bakanlığı’na kabul ettirildi. Bu kampanya sonucunu taçlandırmak için “Lüfer Bayramı”yapmaya karar verdildi. Bu bizim (Fikir Sahibi Damaklar) fikrimizdi. Destek istediğimiz Büyükşehir Belediyesi bu fikrimize bizden daha çok sahip çıktı! Bu bayramın etkinliklerinden biri de Fındıklı parkında yapılacak olta ile lüfer avı idi. Jüri başkanı Prof. Dr. Artun Ünsal yarışma başlamadan önce hepimizi şaşırtarak Huzur romanında lüfer avı ile ilgili bölümü okuyarak herkesi duygulandırdı. Tanpınar orada “Lüfer Bayramı’ndan bahsediyordu.

Batı ve doğu dünyasını hakkında geniş bilgisi olan Tanpınar’ın kendisi de tıpkı  İstanbul gibi bir terkiptir. Ama İstanbul’da gümrükten geçen herşey müslümanlaşmaktadır.

 “Eski İstanbul bir terkipti. Bu terkip küçük büyük, manalı manasız, eski yeni, yerliyabancı, güzel çirkin –hattâ bugün için bayağı– bir yığın unsurun birbiriyle kaynaşmasından doğmuştu. Bu terkibin arkasında Müslümanlık ve imparatorlukmüessesesi, bu iki mihveri de kendi zaruretlerinin çarkında döndüren bir iktisadî şartlarbütünü vardı. Bu terkip, iki asırdan beri büyük manasında, hemen her sahada müstahsilolmaktan çıkmış bir içtimaî manzumenin malıydı. Bu itibarla gerçekte, fakir, fakatzevkle değilse bile inanılarak yaşandığı için halis ve ayrı, büyük bir mâzi mirasının sonparçalarını dağıtarak geçindiği için dışarıdan gösterişli, bütün bir görenekler zincirinedayandığı için de zengindi. Hususî bir yaşayış şekli, bütün hayata istikamet veren veher dokunduğunu rahmanîleştiren dinî bir kisve bu terkibin mucizesini yapıyordu. Gümrükten geçen her şey Müslümanlaşıyordu.” (8)

Zamanla bu terkibi oluşturan unsurlar hızla kayboldu. Belki de İstanbul’un asıl sorunu bu. Zaman değişmektedir. Tabi şehri de değiştirmektedir. Tanpınar değişime karşı değildir. Ama bu kadar hızlı değişimde fazladır artık:

“Bugün mahalle kalmadı. Yalnız şehrin şurasına burasına dağılmış, eski, fakir mahalleliler var. Birbirlerinin hatrını sormak, bir kahvelerini içmek, geçmiş zamanı beraberce anmak için zaman zaman gömüldükleri köşeden çıkan, bin türlü zahmete katlanarak semt semt dolaşan ihtiyar mahalleliler...

Bugünün mahallesi artık eskiden olduğu gibi her uzvu birbirine bağlı yaşayan topluluk değildir; sadece belediye teşkilatının bir cüzü olarak mevcuttur. Zaten mahallenin yerini yavaş yavaş alt kattaki üsttekinden habersiz, ölümüne, dirimine kayıtsız, küçük bir Babil gibi, her penceresinden ayn bir radyo merkezinin nağmesi taşan apartman aldı.” (9)

Tanpınar’ın anlattığı ve sevdiği İstanbul, tarihi yarımadanın surlarla çevrildiği Türk İstanbul’dur. Hocası Yahya Kemal’le yaptığı geziler daha da çok sevmesini sağlar. Tanpınar, Pera bölgesini yarım kalmış Paris hamlesi olarak niteler. Zaten Bizans döneminde özerk olan bu bölgede bize ait çok az şey vardır. Galata Mevlevihanesi ve Ağa Camii’ni saymazsak eğer. Hatta Nazım Hikmet gençlik döneminde Ağa Camii’nin bu bölgede yalnızlığını anlatan güzel bir şiiri vardır.

1917 Rus devriminden kaçan çar yanlısı soylular İstanbul eğlence ve sosyal hayatını değiştirirler. Bu soylu sınıf artık lokantacılık, pastacılık yapmaktadır.

“Nedense bu Beyaz Rus muhacirlerinin İstanbul hayatındaki tesirlerinden hiç bahsedilmedi. Halbuki Tanzimat’in başında Fransız ve bilhassa İtalyan tesiri ne ise , bu beyaz rusların tesiri de odur. Kadın kıyafetinden, lokanta ve bardan plajlara kadar birçok modayı onlar getirdiler.” (10)

Kahveler İstanbul toplum hayatında önemli yer tutar. Çok zaman sıkı kontrol edilen hatta kapatılan kahvelerde, hikayeler anlatılır, saz şairleri şiir yarışması yapar, ramazan geceleri Hacivat-Karagöz oynatılırdı. Tanzimatla birlikte kahveler de değişmeye başlar. Avrupadaki gibi duvarları aynalı masa ve sandalyeli kahveler açılır. Bazılarında günlük gazete ve mecmualar bulunurdu. Bunlara kıraathane denmeye başlar. Tanpınar, İstanbul halkının şiirselliği ve nükdedanlığını şöyle nakleder.

“Abdülhamit devrinde Divanyolu’nda Arif’in kıraathanesi bir zaman büyük şöhret kazanmıştı. Onun karşısında Bekir isminde bir zat, bir kıraathane açmıştı. O devirden kalma bir kıt’a bu iki patronun arasında meslek rekabeti yüzünden çıkan bir kavgayı nakleder.” (11)

'Dün gice iki kıraathaneci

Birbiriyle eylemişler arbede

Vak’ayı seyredenler dediler

Arif’i yıktı Bekir bir darbede'

İstanbul’un herşeyine aşık olan Tanpınar için boğazın yeri başkadır. Boğaziçinde yeralan semtleri anlatırken şiirsel bir dil kullanır.

Beylerbeyi'nde, Emirgan'da, Kandilli veya İstinye'de günün her saati birbirinden ayrı şeylerdir. Beykoz, Çubuklu, ağaçlarının serin gölgesinde henüz son rüyalarını üstlerinden atmaya çalışırken Yeniköy ve Büyükdere gözlerinin ta içine batan güneşle erkenden uyanırlar. Kuzguncuk'ta sular, sahil boyunca, arasına tek tük sümbül karışmış bir menekşe tarlası gibi mahmur külçelenirken, ince bir sis tabakasının büyük zambaklar gibi kestiği İstanbul minareleri kendi hayallerinden daha beyaz bir aydınlığa benzer. (12)

Ne yazık ki İstanbul mahalleleri ahşap yapılardan oluşuyordu. Çıkan yangınlar bu yapılardan hiçbir şey bırakmadı. Boğaziçi yalılarının bitişik nizamlı olmayışı belki de bugüne kadar gelmelerinde önemli bir rol oynadı.

İstanbul’un XVII. Yüzyılda ideal terkipine ulaştığını ifade eden Tanpınar daha sonraları bu terkibin giderek bozulmaya başladığını söyler. Hele ki Tanzimat sonrası abuk bir batılılaşma süreci yaşanır. İstanbul’un “Koruyucu tanrıları” olan mimari yapılar bile daha sonraları yıkılıp yerine zevksiz üslupsuz binalar ucubeleri inşa edilir. İbrahim Paşa Sarayının bir bölümünün yıkılıp yerine adliye binası yapılması bunun en tipik örneğidir.

Paris’te Satre’in gittiği Cafe de Floure, biraz ilerisinde Picasso’nun müdavimi olduğu Cafe de Magot hiç bir değişime uğramamıştır. Paris’te açılan ilk kafe olan ve Napolyon’un da müdavimi olduğu “Procop” şimdi cafe olarak değil lokanta olarak hizmet etse bile, şehrin hafızası içinde yaşatılmaktadır.

Tanpınar, 50’li yıllarda İstanbul’un kalbi sayılacak Sultanahmet’te İbrahim Paşa Sarayı’nın bir bölümünün yıkılarak adliye binası yapılmasını eleştirir.

 “Ben İstanbul’un imar işlerinin mesuliyetini taşıyan bir adam olsam, değil İbrahim Paşa Sarayı gibi ayakta duran bir binayı yıkmak, ecdad elinden çıkmış küçük bir taş parçasını yerinden oynatmak için yüz defa düşünür ve galiba yüzüncüsünde gene yerine bırakırdım. Çünkü bu şehri güzelleştireyim derken fakirleştirmekten, hayatı soysuzlaştırmaktan çekinirim. Bu şehir en büyük zenginliğini mazisinden alır. Onu, nesiller önünde yaşattıkça zengindir. Başka memleketlerde 50, 60 sene evvele ait bir kahve, adını değiştirirse veya yıkılırsa sanat ve edebiyat âlemi yerinden oynar, şahsa ait ve o kadar kan dökülerek elde edilmiş tasarruf hakları bile münakaşa edilir, ‘Burada Verlaine her akşam aperatifini alır, dostlarıyla konuşurdu...’ diye on senede bir, bu binanın artık yokolmasına acıklanan kitaplar çıkar. Bizse İstanbul’u  durup  dururken  canlı  bir  tarihinden  mahrum  etmeye kalkıyoruz. (13)

Ahmet Hamdi Tanpınar 1962 yılında vefat eder. Şikayet ettği İstanbul’u ve hayatı soysuzlaştırma faaliyetleri hala devam etmektedir. Sultanahmet Camii’nin arkasında artık gökdelen siluetleri yükselmekte, Bizans İmparatorluk sarayının temellerinde oteller inşa edilmekte, haliçten metro köprüsü geçirirken Sinan’ın şahaseri Süleymaniye’nin gölgeleneceğini ancak Unesco’nun uyarmasıyla haberdar olmaktayız.’

Yararlanılan kaynak eserler:

 (1) Ahmet Hamdi Tanpınar, “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor” Yaşadığım Gibi.

(2) Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler , Nakışlar Yayınevi, İstanbul

(3) Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Dergah Yayınları, İstanbul

(4-5) A. H. Tanpınar, Age.

(6) Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, Üç Harf Yayıncılık, İstanbul

(7) Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Dergah Yayınları, İstanbul

(8,9,10,11,12,13) Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Dergah Yayınları, İstanbul'

(Alıntı yeri: http://blog.milliyet.com.tr/erolgezeroglu)

 

 
Toplam blog
: 570
: 1034
Kayıt tarihi
: 14.09.08
 
 

1974'te H.Ü. Sosyoloji ve İdare Bölümü'nü yüksek lisans tezi ile bitirdim. 1976 yılında yapımcı y..