Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Temmuz '13

 
Kategori
Siyaset
 

Jitem ve Kerberos

Jitem ve Kerberos
 

Türkiye ve Ortadoğu gündemi olağanüstü zamanlarını yaşarken, geçtiğimiz günlerde Diyarbakır Cumhuriyet Savcısı Osman Coşkun bu ülkede Meslek Onuru ve İnsan Erdemini birleştiren vicdani bir sorumluluk görevini yerine getirip mütevazi bir şekilde bir iddianame hazırladı ve hazırladığı iddianama Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi. Şüphesiz basında yer alan ve sessiz sedasız haberlerle ilerleyen bu iddianame JİTEM’iSUÇ ÖRGÜTÜ” olarak kabul etmesi ve ilgili “BAKANLIK” onaylı olduğu tespitleri ile oldukça önemlidir, bir başka önem ise, halen “yakalanamayan” ve “iadesi beklenen” tetikçiler için yapılan belirlemeler, JİTEM’in yapısal geçmiş ve durumu, sorumlu ve görevlilerinin “İNSANLIK SUÇU” işledikleri tespitleridir.

Şüphesiz bu aşamaya çok kolay gelinmedi, isteyen istediği benzetmeyei yapabilir ancak bana göre “kırık bir toplu iğne ile tünel kazma” inadı ve inancıyla, ülkeninin “Kirli Tarihi” ve yaşadığı acı dolu süreci tüm sorumluları ile birlikte cezalandırılcaya kadar devam edecek.

Yaptığım bir çalışma ve inatla sürdürdüğüm yazı dizisi ise JİTEM ile ilgili Türk Siyasi Tarihindeki önemli gazetecilik olaylarından biridir, yaklaşık 9 yıllık zaman dilimi içinde bir biçimde görmezden gelinmesi ve üzerinin örtülmeye çalışması ise malum odaklar ve gürühun çabasıyla devam etti, ilerde de devam edeceğe benziyor, ancak başta belirttiğim gibi bu ülkenin Onurlu ve Erdem sahibi savcı ve hakimleri olduğunu biliyor ve inancımı hiç yitirmiyorum.

Altta okuyacağınız satırlar 2011 yılında çıkan “Kerberos / PKK’dan JİTEM’e Bir Tetikçinin Anatomisi” adlı kitabımın giriş, önsöz ve sonsöz kısımlarıdır, kitap içerik olarak bu meknaizmayı deşifre etmekle kalmayıp resmi evrak ve belgeleri de resmi yetkili ve organlara teslim etmekle ayrı bir sorumluluk üstlenmiştir. Aradan geçen 9 yıl içinde bıkmadan ve usanmadan, tüm dava dosyalarım ve maddi imkansızlıklara rağmen, birkaç arkadaşımın inanç, destek ve maddi/manevi katkılarıyla JİTEM DOSYASI için İlgili Şehir Savcılıkları ve Mahkemeleri ile resmi yazılar yazarak avukat bilgisi dahilinde görüştüm, nihayetinde resmi belgeler ve elimdeki tüm yazışmalar, görsel materyalleri teslim ettim. Bu süreç belki ağır adımlarla ilerliyor ama eminim ki masum insanlara karşı devlet yetkilerini arkasına alıp suç işleyenler hiçbir şekilde cezasız kalmayacak, bugün yaşadığımız bu gelişmeler bu düşüncelerimin göstergesidir.

Abdulkadir Aygan… Bu onun ilk resmi adı… İlk PKK kadroları içinde “Abuzer” kod adı ile yer aldı. 12 Eylül döneminde ise ikircik ve pişmanlıkla örülü bir yaşam sonrası “itirafçı” olarak katıldığı “ölüm mangalarının” neferi olmanın ödülünü JİTEM Tetikçisi olarak “Aziz Turan” ve “Şerif” kod adları ile aldı. Onunla ilk karşılaştığımda “Aile Babası” sorumluluğundan çok, ellerindeki ve yüreğindeki kirli savaşın yükünden ezilmişliği, avurtlarının çökmüşlüğü, gözlerindeki ışıltının kaybolmuşluğu okunuyordu halinden. İşkence tezgâhlarında yükselen çığlıkların aşındırdığı yüreği, “isli ve çürük bir koku” yayarken, sıkıntılı, tedirgin ruh hali ve kullanılmış, suyu çekilmiş bir posa gibi hareketleri, kesik kesik konuşmasına eşlik ediyordu.

Sorguyu, infazı ve yaşadıklarını ayrıntıları ile anlatmasını istediğimde “sorgu odalarının tanrısı” kirli yüzü ve gözlerini elleri ile kapatıp “timsah gözyaşları” döküyordu. Ellerinde Musa Anter, Vedat Aydın ve “yargısız infaz” ile katlettiği nicelerinin kanı dururken, “Resmi Makamlar” tarafından onanan “Kadrolu Sivil Memur” olmanın rahatlığı ile işkenceci, sorgucu, infazcı olarak JİTEM’de hizmete başlamasını soğukkanlılıkla anlatıyordu.

JİTEM’in çekirdek kadrosunda yer alan Binbaşı Cem Ersever ile cinayet planları yapan Abdulkadir Aygan’ın “kirli savaş itiraflarını”, JİTEM’in ilk resmi belgelerini, “kirli savaşın” en çarpıcı gerçeklerinden biri olan “faili meçhul cinayetleri” ve bu cinayetlerin miladı olarak kabul edilen “Vedat Aydın, Musa Anter” cinayetleriyle ilgili delil niteliğindeki açıklamaları bu kitapta okuyacaksınız.

Kitaptaki belge, kroki, fotoğraf, anlatım ve itiraflar; “Suç” işlemiş infaz mangaları ve onlara emir verenlerin iddianamesi niteliğindedir.

Abdulkadir Aygan Gerçeği

2004 yılında uzun tartışmalar sonrası, yer almayı kabul ettiğim belgesel projesi için birlikte çalıştığım kameraman-yönetmen arkadaşım Mansur Daşlık ile randevu ve görüşmeleri planladıktan sonra İstanbul’dan yola çıktık. Çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra belgesel için görüştüğüm Mustafa Keser (Havva Öcalan’ın Oğlu, A.Kadir Aygan’ın akrabası) “önemli bir röportaj” için bir araya gelmek istediğini belirtti.

Gerek medyada gerekse kamuoyunda birçok sarsıcı haberin dolaştığı bir ortamda böylesi önemli bir röportajı, daha da ötesinde, konuşmak isteyen tanığın adını duyunca meraka, kaygıya kapılmamak mümkün değildi. 2004 yılı Türkiye siyasi gündeminin sürekli olarak değiştiği bir yıl olmakla birlikte, suni ve ısrarlı gündem değişiklikleri ile manipüle edilen, sızdırma haber ve bilgilerle komplo teorileri üreten bir yaşam akışı ile birleştiğinden, daha fazla dikkat gerekiyordu. Bu görüşme teklifi için neden bu vakit seçilmişti, bu röportaj kimlere, nasıl yararlar getirecekti, en önemlisi de anlatılanların doğruluk derecesi neydi…

Belgesel çalışması bitmek üzereyken kısa bir röportaj yapılması kararı verdim ve Mustafa Keser’e, Dicle Haber Ajansı Mersin muhabirlerinden Halime Akyol’u yönlendirerek kısa bir çekim yapmalarını istedim, kaset İstanbul’a geldiği tarihlerde biz de işlerimizi bitirip döndük. Döndükten sonra söz konusu kaseti izlemeye başladım. Karşımda, “Abdulkadir Aygan-Aziz Turan-Şerif Aslan -ya da PKK içindeki adı ile- Abuzer” duruyordu. Avurtları iyice çökmüştü, bir kanepe üzerinde oldukça yılgın duruyordu. Üzerinde açık yeşil bir tişört vardı ve yaz sıcağının da etkisi ile sürekli terliyordu yanı sıra oldukça sakin konuşuyor, zaman zaman elindeki ajandaya bakıyordu. Aynı gece içinde defalarca izlediğim kasette anlatılan olayları ve detayları not almaya başladım. Bilgisayarın başına geçip isimleri tek tek yazınca tüylerim diken diken oldu, çünkü “tarihler ve kişilerin adları ile anlatılan olaylar” birbirini tamamlıyordu. Bundan sonrası bir parça merak ve yetenekle ilgiliydi, haber kaynaklarımı, ilişkilerimi ve yakın arkadaşlarımı arayıp konuyu kısaca paylaşmaya karar verdim.

Röportajın orijinalini muhafaza edip, bir kopyasını çalışmakta olduğum Dicle Haber Ajansı’ndan çıkardım ve detaylı bir röportaj ve büyük bir yazı dizisi hazırlamak için çalışmalara başladım. Ajans yeni kurulmuş olduğundan suni gündemin parçası olmak istemiyordum. Bu sebeple röportajdan ve öneminden sadece iki arkadaşıma bilgi verdim ve rutin işlerimin arasında geceleri sabahlayıp dinlediklerimin ek bilgilerine ulaştım. Bu zaman zarfında tekrar görüşme yapmam bekleniyordu ve bu görüşmeyi yapmam yolundaki ısrarlar beni kaygılandırmaya başlamıştı. Abdulkadir Aygan İstanbul’daydı. Onunla İstanbul’da görüşebilecekken güvenlik konusunu, yanı sıra ortaya çıkabilecek olumsuzlukları düşünerek Avrupa çıkış rotası bilgisi dâhilinde, kaldığı yere Tahir Ertürk’le haber göndererek, elindeki resmi belgeleri (ajanda, çizim, kroki, fotoğraflar) ve kişisel eşyalarını alıp görüşmeyi yapacağımız yere gelmesini ve “yurtdışında röportaj yapmanın hem kendisi açısından hem de benim açımdan güvenli olacağını” belirttim.

Elimde olağanüstü belgeler vardı; varlığı yıllarca reddedilen veya amaçlarının kamuoyuna yansıyanın dışında çalışma yürütmek olan mekanizmanın, “JİTEM”in evrak ve belgeleriydi bunlar. Resmi maaş bordroları, tetikçi ve itirafçılarla yüksek rütbeli komutanların fotoğrafları, kod adları, rütbelilerden aldıkları teşekkür, bayram, yeni yıl kartları, çalışma şekilleri, istihbarat raporları, sorgu notları, haklarında araştırma yapılan isimlerin listeleri, toplantı notları, takip edilen insanların ev ve işyerlerinin krokileri, özel yaşamları ile ilgili en geniş detayları içeriyordu bu belgeler. Belgeleri inceleyip orijinalliği konusunda taşıdığım kuşkuları ortadan yok edince, röportaj için Abdulkadir Aygan ile Avrupa’da bir araya gelecektik. Benim farkım, bu röportajın önemi konusunda gerek mesleki gerekse kişilik özelliklerine büyük saygı duyup önem verdiğim arkadaşlarımın destek, inanç ve yardımları ile bir adım önde bulunmamdı.

Soğuk bir Brüksel sabahında ulaştığım aracı kişiler, Abdulkadir Aygan’ın gitmesini beklediğim ülke olan “İsviçre” yerine “İsveç”e gönderilmiş olduğu bilgisini verince tedirginliğim başlamıştı. Abdulkadir Aygan, ailesinin bir kısmı ile İsveç-Stockholm’un küçük bir kasabasında, mültecilerin geçici olarak bekletildiği bir yerde tutuluyordu. Deneyimli bir kameraman olan Goran ile birlikte aynı gün yola çıktık. Bununla ilgili olarak daha sonra, Abdulkadir Aygan’ın yurt dışına çıkmasına yardımcı olan iki kişinin, aracılara vermesi gereken miktarı (toplam 7000 Euro) vermedikleri için farklı ülkelere yollandıklarını öğrenecektim.

Yolculuk boyunca endişelerim ve kaygılarım gittikçe artıyordu, sorular beynimi kemirirken yanımdaki kameramana dahi kiminle röportaj yapacağımı söylemiyordum. Neden İsveç, diye düşünürken uçak alçalmaktaydı ve iliklerimize kadar işleyen bir soğuk vardı dışarıda, ancak bilincim bu konuya odaklı olduğundan dolayı üşümüyordum. Hava alanından bizi almaya gelen kişi, benim, şoför olarak tahmin ettiğim ancak kameraman- rejisör olan Ahmet adlı biriydi, birlikte yola çıktık.

Yolculuğun bu bölümünde bana yardımcı olması gereken kişi telefonunu kapattığı için yolun bundan sonraki kısmına bir rica ile Abdulkadir Aygan’ın izini kaybettiğimiz anda bulmamıza yardımcı olan Ahmet ile devam ediyorduk. İlk gece, Abdulkadir Aygan ve beraberindeki üç çocuğuna ulaşıp, yaklaşık bir saatlik sohbet akabinde bir gün sonrası için yerleşecekleri yerin bilgisini de alarak vedalaştık. Gece, endişe ve kaygıdan uyuyamıyor, sürekli olarak notlar alıyor, görüşmeden aklımda kalanları kısa kısa yazıyordum. Aygan’ın bir mülteci kabul noktasından nereye götürüleceği aslında çok da belirgin olamazdı, tüm bu kaygılarımı sesli düşünmeme rağmen, kendi kendimi teselli edip sabaha kadar bekledim. Nihayet sabah oldu, Ahmet gelip bizi aldı ve yola çıktık. İlerledikçe endişelerimde hiç de haksız olmadığımı anladım, çünkü geldiğimiz yerdeki resmi yetkili “kimseye bilgi ve adres verme yetkilerinin olmadığını” söylüyordu. Ne gazeteci kimliğim ne de verdiğim bilgiler çok inandırıcı olmadı yetkililer için. Bu arada “sosyal hizmet uzmanı” olarak görünen bu kişilerin, benim ve Abdulkadir Aygan ile ilgili olarak detaylı bilgilerinin olması şaşırtıcı ve önemli bir göstergeydi.

Abdulkadir Aygan’a ulaşabilmek “iğne ile kuyu kazmaktan” daha zordu, buna rağmen yola çıkmıştık. Ahmet ve Goran gerginliğimi yumuşatmaya çalışsa da aylardır peşinden koştuğum Aygan’ı kaybettiğime inanamıyordum, hem de ona bu kadar yaklaşmışken… Yaklaşık üç saat boyunca birbirine yakın olan dört kasabada, her sokak ve apartmanı dolaşıyor, bölge ve civarda olası kampları soruşturuyorduk, ancak kimse bilgi sahibi değildi ve bu durum beni adeta çıldırtıyordu. Aygan’ı elimden kaçırmış olmayı hazmedemiyordum ve neredeyse ağlayacak durumdaydım. Araba ile ara sokaklarda dolaşırken soğuktan bacaklarımızı hissetmiyorduk çünkü aracımızda ısıtma sistemi yoktu, kötü şartlar altında karların içinde, dağlık alanlarda dolaşıyorduk.

Aygan’ın bulunma ihtimali olan son kasabaya girip sokaklarda arabayla dolaşmaya başladık. Yaklaşık bir saat sonra bir apartman dairesinin penceresinde Abdulkadir Aygan’ı görünce inanılmaz karmaşık duygular yaşadım. Goran ve Ahmet de beraberimdeydi. Evet, ona ulaşmıştım ve artık karşımdaydı Abdulkadir Aygan. Yorgun ve endişeli görünüyordu. Ailesi parçalanmıştı. Kendisi ile birlikte üç çocuğu da gelmişti ancak eşi ve diğer çocukları geçiş yaptıkları Avusturya'nın Strasburg şehrinde kalmıştı.

Tüm bu yaşananlardan sonra ilk röportaj bu şekilde gerçekleşti ve yaklaşık altı saat sürdü. Bunun dışında çeşitli zaman dilimlerinde farklı maceralar yaşadığım beş röportaj daha yaptım. Tüm bilgileri ve çekimleri toparlayıp çözümlemelere başladım, 25 saatlik röportajı günlerce çalışarak hazırladım. Kaba bilgiler ve araştırmalardan sonra anlatılan olayların doğruluğu ve gerçekliği karşısında her geçen gün şaşkınlığım artıyordu.

İnatla üzerine gittiğim bu işten, arkadaşlarımın da yardımıyla oldukça iyi bir sonuç aldım. Ancak bu yazı dizisi ve röportajı Dicle Haber Ajansı mahreci veya kendi ismim ile yayınlamak istemedim. Çünkü popülist bir görüntü çizmek istemiyor, kolektif bir çalışma görüntüsü vermek istiyordum. Bundan dolayı röportajı, Ülkede Özgür Gündem gazetesinde, bir ekip çalışması neticesinde, Özel Haber başlığı altında yazı dizisi olarak yayınlamayı uygun gördüm.

2004-2005 yılında iki bölüm şeklinde düzenlenen yazı dizisi hazırlandı, yayılandı ancak akabinde “İtirafçı-Bir Jitemci Anlattı” adı ile “bilgim dışında” Aram Yayınları tarafından kitap olarak çıkarıldı.

Yazı dizisi, Ülkede Özgür Gündem gazetesi haber merkezi ve toplam sekiz kişilik bir ekip tarafından hazırlandı. Bu çalışmada, gerek röportaj gerek redaksiyon gerekse detay bilgiler hususunda Timur Şahan arkadaşımın emeği büyük oldu.

Yazı dizisi yayınlanmaya başladığı günden itibaren Ülkede Özgür Gündem gazetesinin tirajı belki de bugüne kadar ulaşamadığı rakamlara, 55-65 binlere ulaşmıştı. Genel izlenim ilginin büyük olduğunu, “ Büyük” basın kuruluşlarının da röportaj yapma isteğinin oldukça ağır bastığını gösteriyordu, buna karşın birtakım kişi ve kurumların buna yanaşmadığı veya izin vermediği söyleniyordu.

İki ayrı bölüm şeklinde yayınlanan röportaj büyük ilgi uyandırmıştı ancak işin farklı detayları vardı ve bunları hem düşünecek hem de yapacak kapasitede bir ekip maalesef yoktu. Evvelce belirttiğim gibi röportaj son derece amatör şekilde ve bilgim dışında Aram Yayınları tarafından hazırlanıp kitap şeklinde sunuldu ve tüm bu olumsuzluklara rağmen gerek Türkiye’de gerek Avrupa’da onlarca baskı yaptı.

İlerleyen günlerde söz konusu röportajda net olarak verilen ve tüm basının ilgisini çekip gündeme oturan bir infazın deşifre olması ile dikkatler tekrar röportaja ve anlatılanlara odaklandı. 24 yaşındaki Murat Aslan kaçırılıp işkence edilerek öldürülmesi, cesedinin Dicle kıyısında yakılması akabinde bulunan kemiklerin DNA testi ile bir kez daha belgelenmesi, anlatılanların ve yaptığım işin devamının geleceğine olan inancımın artmasına neden oldu.

Tüm anlatılanların dışında 15 kişinin daha ismi, öldürülme şekilleri ve kroki çizimlerinin yer aldığı son röportaj ile birlikte İsveç’te Abdulkadir Aygan’la olan görüşmemi tamamladım. Son röportajın kaset çözümlemeleri de bittikten sonra sivil toplum kuruluşlarını da çalışmaya dahil ederek katledilen/kayıp yakınlarının yaşadıklarını yazı dizisi olarak önerip projeyi planladım. Çalışma için farklı isimler gündemde olmasına ve dayatmalara rağmen iki deneyimli gazeteci arkadaşım Saadet Yıldız ve Muhammet Taşdemir’e yazı dizisi için gerekli ekonomik giderleri ve zemini hazırladım. Bu yazı dizisi ve toplu mezar krokileri ciddi bir gündem oluşturarak Türkiye’nin karanlık bir dönemine ışık tuttu ve Dicle Haber Ajansı sitesi ile Ülkede Özgür Gündem gazetesinde yazı dizisi olarak günlerce yayınlandı. Böylesi bir ilgi görmesine rağmen büyük medya kuruluşları açıkça “Ülkede Özgür Gündem gazetesinde yayınlanmamış olsaydı son 30 yılın en büyük gazetecilik olayı olurdu” değerlendirmesini yapıyordu ve bu değerlendirme büyük bir gurur ve onur veriyordu.

Takip eden zamanlarda Umut Kitabevi’nin bombalanması olayında suçüstü yakalanan şahıslar için kamuoyunda Şemdinli İddianamesi olarak bilinen bir iddianame hazırlandı. Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya tarafından Şemdinli Olayları ile ilgili hazırlanan iddianameye, röportajın tamamını içermeyen kitap fotokopisi de bırakılmış, olaylarda adı geçen Ali Kaya’nın ise röportajda adı geçen “Mutkili Ali” diye bilinen kişi olduğu ortaya çıkmıştı.

Söz konusu röportaja ve aşamalarına yukarıda sıraladığım biçim dışında “başka kişi, grup, oluşum ya da kurumlar tarafından, destek, katkı ve yardım sağlanmamıştır.”

Yaklaşık altı yıllık zaman dilimi içerisinde bu itiraf ve açıklamalara medyada kısmi olarak yer verilmesinden sonra, sürdürülen Ergenekon Operasyonu ve mahkemelerde tekrar gündeme gelen “JİTEM ve Faili Meçhul Cinayetler” geçmiş döneme olan ilgiyi artırmıştır.

Gazetecilik ve medya etiği gereği 2004 yılından itibaren yayınlanan ve tüm belgeleri halen elimde bulunan bu röportajın görmezden gelinmesini, adeta “Amerika’yı Yeniden Keşfetme” yarışına dönen girişim ve çabaları hayretle izlemekteyim.

Meslek icabı uzun-yorucu ve sorunlu işler üzerinde çalışmalara alışkınım. Bitirmiş olduğunuz kitapta anlatılanlar ve belgeleri “okuyucu” olarak etkilenmeden tamamlamış olmanızın neredeyse imkansız olduğunu tahmin edebilirim. Bu konuda elimdeki kaynak ve bilgileri kitap haline getirip çıkarmak, hayatımın bundan sonrasında beni takip eden bir “iz” ile yaşamayı göze almamı beraberinde getirdi.

Röportaj sürecini kitabın giriş kısmında özetledim, ancak ilk röportaj sonrasında yaşadıklarımı kısaca sizlerle paylaşmam gerektiğini düşünüyorum. Büyük medya kuruluşlarının ısrarlı “görmezden gelme” çabaları, “Murat Aslan” cinayeti ve kemiklerinin bulunması ile artık büyük medya kuruluşlarının “görmek zorunda” oldukları bir haber haber noktasına ulaşan röportaj, bundan sonra kendi içinde bir rota belirlemeliydi. Bundan dolayı mevcut “görüntülü röportaj” eklerle devam etti. Röportajı yapmama rağmen adımı yazma gereği hissetmeden çalıştığım ajans sitesi ve abonelerine haberin servis edilmesine yardımcı oldum. Bu yayınlar nedeniyle şu ana kadar ekonomik bir kazanç olarak bana geri dönüşü olmadı.

Bununla birlikte anlatılanların doğruluğu resmi olarak ispatlandıktan sonra röportajı devam ettirmeye karar vererek sık sık İsveç’e gittim. Her gidişimde Abdulkadir Aygan’a telefon ile ulaşıp, bazen kendi istediği yerde bazen de kiraladığım televizyon stüdyosunda bir araya gelip sorular yönelttim. Bu röportajları yaptığım dönemde benden iki defa çeşitli nedenler sırlayıp, istediği parayı verdiği banka adreslerine gönderdim.

Her röportaja ciddi bir soru hazırlığı ile başlamamıza rağmen Aygan sadece “istediği kadarını yanıtladığı” için zorlayıcı olmadım, anlattıklarından çok daha fazlasını yaptığını bilmeme rağmen kişiliğine ya da değerlerine hakaret etmedim. Bununla birlikte Türkiye’de duyarlı kesimler bu “itiraflar” için resmi tüm çabayı göstererek girişimlerde bulundu, devam eden mahkemelere gazete haberleri ve kupürleri delil olarak sunulduğu gibi, bazı savcılar bu konuda gerekli girişimleri yaparak işlemlere başladılar.

İtiraflarda anlatılan infazların mağduru olan kişi ve aileler gerekli girişimleri yaparken üzerime önemli bir sorumluluk daha düştüğünün farkındaydım. Anlatılan tüm infazların yapılış şekilleri ile cenazelerin bırakıldığı yerlerin olduğu üçüncü röportaj bu konuda artık son noktaya gelindiğinin göstergesiydi. Krokilerini gördüğünüz röportaj sonrası Abdulkadir Aygan ile ilişkimi tamamen kestim.

Benim için önemli olan “Abdulkadir Aygan”ın itiraflarında anlattıklarının arka planları oldu. Özellikle infaz edilen “masum insanlar” ve “örgütsel yapı içinde olmalarından” dolayı canice katledilenlerin ardında bıraktıkları “acı dolu aileler” aklımdan çıkmayacak şekilde hayatıma yer etti. O günden sonra kendimi sadece o ailelere karşı yükümlü hissediyorum. Yakınları kaçırılıp öldürülen insanların hesap sorabilecekleri kişi ve adresleri deşifre edip belgeleri kamuoyu ile paylaşma sorumluluğum ancak bu çerçevede olabilirdi.

2004 yılında yaptığım bu röportaj sonrasında anlatılanlar yayınlandıkça, ulusal ve yerel basın, anlatılanları önce “görmezden” geldi, sonra röportaj yapmak için adeta bir yarış halinde kendi aralarında rekabet etti. Çeşitli dönemlerde farklı yayın organları Abdulkadir Aygan ile röportajlar yaptı, ancak hiçbirinde bu kadar kapsamlı açıklamalar olmadı. Hemen hepsinde kaynak olarak gösterilecek belge olmadığı için anlatımların bir ayağı boş kaldı. Bununla birlikte Abdulkadir Aygan’ın karakteri bu röportajlarda önemli rol oynadı,“katil, tetikçi ve itirafçı” olarak yaptığı açıklamalara, değişen süreç ve gelişmelere göre yeniden “ek” yapma misyonu üstlenerek “masum” ve “kullanılmış” bir kimlik sergileyerek adeta kendisini aklama çabası içinde oldu. Çeşitli kişi ve kuruluşlarla yaptığı görüşmelerde, sürekli olarak “aklına gelenlerden” bahsetmeye başladı, oysaki “itiraf” bir süreçtir “başlar ve biter”.

Daha önce gazetelerde ve haber ajanslarında bu kadar kapsamlı ve çözümlemeli röportaj yayınlanmadı. Özellikle bazı açıklamaların olduğu görüntülerin elimde olmaması nedeniyile bugüne kadar bekledim. Hem hakkında yorum yaptığı kişiler hem de o kişilerin sosyal statüleri yasal anlamda beni zorlayacağı için beklemek zorundaydım, ancak görüntüler elime ulaştıktan hemen sonra günlerce süren çalışma ile “yorum katmadan” kendi kelimelerini aktardım.

Abdulkadir Aygan hakkında yaşadıklarım ve araştırmalarım sonunda oluşan düşüncelerime gelince; öncelikle karşımdaki kişi son derece profesyonel bir katil. Bu kimlik yetiştiği sosyal yapıya karşı duyduğu derin öfke ve intikam duygusunun dışavurumudur. Popüler olanın parçası olmak için çabalayan, aidiyet kültürü ile eğreti bir yaklaşım sonrası çeşitli oluşumların içine girmeye başlaması, ezilen duygusunun tepkisi olarak gelişmiştir. CHP ile ilişkilenmesi, çıkarcı bir yaklaşımın sonucu afişlemelere gitme ile başlayıp, uğradığı saldırı sonrası bir kırılma yaşamıştır. Köylü intikamcılığının etkisi sonrasında, amaçsız- sorgusuz- hedefsiz girdiği dönemin popüler örgütsel yapısı olan PKK saflarına, ideolojik bir iradi kararlılık olmaksızın dahil olma süreci karakterini ele vermektedir.

”Güce tapan” bireyin (Aygan’ın) amaçsız savrulmaları, eline geçen “silah” ile birlikte kendisini dev aynasında görmesine neden olur. Bu dönemden itibaren önce CHP’ye sırtını dönerek tercihlerini belirler. Kendisine gösterilen ilgi ile PKK içinde aktif olarak yer alır, hızla yükselerek önemli eylemlerde yer alır. Bu zaman içinde örgütsel olarak “yasak” olmasına rağmen “aile baskısı” nedeniyle evlilik kararı alır. Kısa süre sonra güvenlik güçleri tarafından yakalandığında “kıvrak zekâsı” ile belinde taşıdığı örgütün “vukuatsız” silahları ele geçer, işlediği cinayetler ve örgütsel konumu, militan arkadaşlarının işkencede ismini vermemesi, kendisinin de ifadesinde “CHP”li olduğunu ısrarla belirtmesi sayesinde adli bir yükümlü olarak tutuklanmasına neden olur.

Tutuklandıktan kısa süre sonra 12 Eylül Askeri Darbesi olur ve artık Abdulkadir Aygan kendisine yeni bir rota çizmeye karar verir, çünkü “döneklik ve ihanet” girdabına girmiştir. İşlediği cinayetler ile karıştığı olayların bir kısmından dolayı kendisine çıkış yolu arayarak bağlı olduğu ideolojik yapıya danışmadan “aile ve çevrenin” önerilerini dikkate alarak, karşısında savaştığı Silahlı Kuvvetlere “teslim” olur ve “askerlik” yapmak üzere kendisine göre son derece normal, ama üyesi olduğu örgüte göre “ihanet” sürecini başlatır.

Ancak bu dönemde “şans” ondan yanadır ve Kıbrıs’ta askerlik yapma süreci başlar. Askerlik sırasında, evlilik-örgüt-işlediği suçların tespit edilmesi risklerini düşünerek kendisi için yabancı olmadığı çözümü bulur “Kıbrıs Rum Kesimine” geçmek için “ihanet” etmeye devam kararını alır. Gittiği yerde zorda kaldığı andan itibaren sığındığı “örgütsel kimliği” ile rahat etme hayali onu Avrupa yollarına “iter” ancak rutin güvenlik kontrolü sonunda “iade” tehdidi ile karşı karşıya kalınca “arkasında bıraktığı örgütüne” zorunlu olarak ama kahraman edası ile geri dönmeye karar vererek Yunanistan’a geçer. Burada kendisine yeni bir rota çizer ve daha popüler olmanın görevlerini yerine getirmek üzere örgütün merkezine doğru yola çıkar, ancak bundan sonra gideceği her yere “güvenilir olmadığına dair” bilgiler ondan önce ulaşır.

Örgüt merkezinde ve kırsal alan faaliyetlerinde “güvenilmeyen” bir kimlik ile yaşamaya devam ederken kendisine yeni bir çıkış rotası olarak devletin örgüt üyelerini ikna etmek için sık sık kırsal alanda helikopter ile dağıttığı “itirafçılık bildirileri” etkisinde kalır. Türkiye yollarını arşınlamaya başladığında kafasında neler yapacağı artık nettir ve eylem için geldiği guruptan kaçarak “ihanet” etmeye devam eder. Ancak bu defa geldiği mekanizma onu sadece “itirafçı-ihanetçi” kimliği ile kabul etmeye razı değildir, çünkü bu karakterdeki insanların çoğalması devlet ve ordu içinde görev yapan belli kişilere yeni fikirler ve projelerin kapılarını aralar.

Abdulkadir Aygan bundan sonra “işkence görmemek” ve artık rahata ermek için yaklaşık 150 sayfalık bir el yazısı ile itiraflarda bulunarak önemli bir görevi daha yerine getirerek “itirafçı-ihanetçi” kimliğini pekiştirirken ondaki “cevherin” fark edilmesini sağlayarak yeni bir oluşumun içine “gönüllü olarak” girer. Bunu yaparken yaşadığı bunca siyasi- askeri- örgütsel enformasyonu unutarak, amacını-görev ve sorumluluk yetkilerini hiç bilmediği Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele (JİTEM)birimine “memur” olarak kabulünü sağlar.Korkak ve karaktersiz bu kişiler, hem geçmişlerinin intikamını alabilecek hem de önlerine “lütuf” gibi sunulan yeni hayatın getirilerinden yararlanacaklar.”İHANETÇİ-İTİRAFÇI” kimliklerinin yanına yeni isimler ve kavramların eklenmesi artık onlar için bir anlam ifade etmez.“Kendini kanıtlamak” şartı ile “cansiperane” şekilde görevine sarılır ve kendisi gibi insanlar ile birlikte “sorgulamadan” doğru bildiği yeni görevinde cinayetler işlemeye, işkenceler yapmaya devam eder. Artık ismi bile değişmiş geçmişi tıpkı kişiliği ve karakteri gibi tekrar tekrar silinip erozyona uğrayarak “dönek-ihanetçi-itirafçı-tetikçi katil-işkenceci” sıfatları sıradan hale gelir. Bundan sonra gayri resmi bir gücü arkasına alıp hareket ettiği için yerleşik hayata geçip özlediği hayata kavuşur, bu yaşam tarzını hiç itirazsız şekilde 14 yıl devam ettirdikten sonra yeni arayışlara girer.

Gelişen süreç ve değişim ile birlikte etrafındaki diğer “itirafçı-tetikçi-işkenceci-katil” kadar ekonomik refaha kavuşamadığı için elindeki bilgiler ve belgeler ile Avrupa hayalleri kurmaya başlar. Kısa süre içersinde bu hayalini gerçekleştireceği, aracı konumda tuttuğu koparmadığı “akrabalık ilişkilerini” devreye sokarak bir çıkış yolu daha yakalar. Yeniden “ihanet” etme şansı eline geçer ve “itirafçı” olarak konuşmaya karar verir. Dâhil olduğu mekanizmanın işlediği suçların bir kısmını itiraf etmeye giden yol bu şekilde başlar ancak bugüne kadar tamamlanmadan devam eder. Son altı yıllık zaman dilimi içinde yaptığı itiraflarda ve işlenen cinayetlerin sadece birinde yer aldığını anlattıktan sonra, farklı bir röportajda işlenen her suç ve cinayette bir şekilde rolü olduğunu itiraf eder.

“Abdulkadir Aygan”ın, tüm bu kişilik bozukluğu ve karakter yapısına rağmen halen itiraf etmediği ve anlatmadığı yüzlerce olay olduğu son derece açıktır. Onu “ihanet- itirafçılık ve tetikçilik” girdabına sokan ise, kişiliksiz bir yapıya sahip olması, insani zaaflarını had safhada yaşaması temel noktalardır. Kurnazlığı, kendi hayatını garantiye alma ve işlediği suçlardan dolayı yargılanmama çabasını ortaya koyuyor, bir başkasını suçlama konusunda bir sınır ve sakınca görmeyen yapısı, söz konusu kendisi olunca “suçsuz ve kandırılmış” cahil rolüne bürünebiliyor. Uzağında olduğu her kişi ve kurumu tehdit etmekte sakınca görmezken, muhatapları ile karşılaşınca son derece samimi bir tavır ile geçmişte söyleyip sergilediği davranışları “dönem gereği yapılmış” davranışlar sıralamasına sokabiliyor.

Abdulkadir Aygan ne içinde bulunduğu PKK ne de gönüllü olarak gelip hizmet ettiği JİTEM içinde masum kalmamış bir KATİLDİR. Bu temelde, yaşadığı İsveç yönetimi bu belgeleri incelemeli ve gereklerini yerine getirmelidir. Aynı şekilde Türk Yargı Sistemi, Abdulkadir Aygan’ı ve itiraflarında yer alan kişi-kurum ve oluşumları inceleyerek, sorumluları “Hukuk Devleti” anlayışı içinde cezalandırmalıdır.

 
Toplam blog
: 18
: 271
Kayıt tarihi
: 30.08.07
 
 

01.06.1968 yılında Diyarbakır Merkez Hançepek Mahallesinde dünyaya geldim; İlk-Orta-Lise ve Diyar..