Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Mayıs '09

 
Kategori
Felsefe
 

Kendini Bilmeyen İnsan

"Gök yüzünde yıldızlar, göğsümde ahlak yasası, işte burada yatan benim."

( Immanuel Kant'ın mezar taşından ) 

Şundan emin olmalıyız ki, insanın insana yaptığı kötülük olmasaydı eğer, hastalık ve ölüme rağmen, yine de bu dünya bizim cennetimiz olabilirdi.

Kötülük kavramı, zihinsel bir gerçeklik olduğu için, felsefecilerin de ilgi alanına girer. Ve açılış sorusu şudur: Nasıl olur da bir insan başka bir insana bilerek kötülük yapar?

Sokrat, insanın, bilinçli olarak kötülük yapabileceği fikrini kabul etmeye pek yanaşmaz. Ona göre, kötülüğün kaynağı cehalettir ve erdeme dair bilgilerle donatılan bir insan, başkalarına bilerek zarar veremez.

Görüldüğü üzere Sokrat, herhangi bir din, ya da ideoloji dayatmaksızın, erdemin herkese öğretilebileceğine inanmaktadır. Çünkü sırtını nitelikli bilgiye dayamaktadır.

Hegel ve Marks’ın metinlerinde de, benzer yaklaşımlara şahit olmak mümkündür.

Ancak, felsefe tarihinde, kötülük olgusunu sistematik bir metotla inceleyen ve bu kavramı, ilk defa kurama dönüştüren filozof, Kant’tır.

Hegel, Fichte, Schelling gibi filozoflar hep onun açtığı yollardan ilerlemişlerdir.

Kant, “Pratik Aklın Eleştirisi” adlı eserinde, kötülüğün, insan doğasında adeta formatlanamaz bir program halinde var olduğunu ileri sürer.

Bu yüzden, kötülükle mücadelenin; dogmatik olmayan, sürekli kendini yenileyen, herkesi bağlayan, zorlayıcı ve evrensel bir ahlak yasasının, insanlığa dayatılmasıyla ancak mümkün olabileceğini söyler.

Açıkçası Kant; bireylerin, toplumların ve devletlerin, mutabakata vardıkları olumsuzluk tanımlamalarını, hiçbir şekilde manipüle etmemeleri gerektiğini ima eder.

Kant, bütün bunları söylemesine söyler; ama yine de, insanların, birbirlerine zarar vermekten vazgeçmeyeceği düşüncesinden bir türlü arınamadığı için, karamsar olarak ölür.

İşte, tam da bu noktada, gerçek bir bilim insanı olan Lacan devreye girecektir.

Tıpkı, matematikçiler ve fizikçiler gibi; Lacan da, insanın ruh doğasını bir takım formüllere indirgeyerek anlamaya ve anlatmaya çalışır. Üstelik bunu yapmaktan büyük bir keyif alır. Çünkü Lacan; asla, körü körüne bilim yapmamıştır. Hiç şüphesiz o, espri yeteneği açısından bilim adamları arasında en sivrilmiş olandır.

Gerçi, henüz bilim icat edilmeden önce de, “kişi, karşısındakini kendi gibi bilir” tarzında, insanın kişiliğine yönelik, kalıplaşmış özlü sözler vardı elbette. Ama o dönemlerde bu sözleri uyduranlar, ya bilgeler, ya da büyücülerdi.

İnsan zihninyapısını, bu yapıyı oluşturan yapı taşlarından başlamak suretiyle, somut ve nesnel olarak, tepeden tırnağa yeniden inşa etmek gibi zorlu bir işe kalkışmış olan ilk bilim adamı, Lacan’ın da ilham kaynağı olan Freud’dur. Herkesin bildiği üzere, Freud’un en önemli buluşu, hiç şüphesiz bilinçdışıdır.

Bu buluş sayesindedir ki, normal insan olmadığı; dahası, bireylerin, asla normalleştirilemeyeceği kanıtlanmış, dolayısıyla, insan ruhunun saydam değil, bulanık olduğu ortaya çıkmıştır.

Ruh doktoru, bulanık suda elle balık avlayan avcının durumundadır artık. Bilinçdışında bilince gelmek için çırpınan, ancak sansür mekanizmasının baskısı yüzünden bunu başaramadığı için, dipten yüzeye bir türlü çıkamayan hasta edici travmatik anıları, bastırımış arzuları avlamak zorundadır. Hasta, bu unutulmuş anlamlarla yüzleşmedikçe kendini başta olmak üzere, hiç kimseyi affetmeyecek ve örtülü bir nefret ile yaşamaya devam edecektir.

Başka bir deyişle, insan, hiçbir zaman kendi bildiği insan değildir. Çünkü kendi varlık sahasında, kendinden başka derin bir kendi daha vardır.

Sokrat da, haklı olmasına haklıdır aslında. Ama yeterince emek harcandığında, herkesin derin kendisiyle yüzleşebileceğini ve yüzleşme gerçekleştiğinde de, kişinin gaflet uykusundan uyanacağını varsaymıştır. Fakat işin içinde yeterli zekâ ve iyi niyet olsa bile, kişinin, kendi gerçeğinin farkına varmasının, çoğu zaman imkânsız olduğunu hiç hesaba katmamıştır.

İşte bu yüzden, çakılı olduğu çarmıhta can çekişirken, İsa’nın ağzından çıkan son söz, “Rabbim! Bana bunu yapanları affet; çünkü onlar, ne yaptıklarını bilmiyorlar,” olmuştur.

Artık, geldiğimiz bu aşamada Lacan'ın “Paranoyağı, sembolde reddettiği, gerçekte yönetir.” sözüne dikkat çekebiliriz. Bu şu demektir: Örneğin, karşımızda öyle birisi vardır ki, bu şahsın en temel özelliği, sürekli olarak adaletten, insansan sevgisinden, eşitlikten vs. dem vurmaktır.

Fakat ortada çok ciddi bir sorun vardır. Ve bu sorun konumuzun kilit noktasını teşkil etmektedir.

Sorun şudur: Bu örnek insan, sembolde yücelttiği değerleri kendi şahsında taşımamakta ve eşine, dostuna vs. karşı tam tersi davranışlar sergilemektedir. Yani: sembolde redettiği olumsuzluklar hayatını yönetmektedir.

Evet sevgili okurlarım, ne yazık ki insan, işte bu kadar kördür ve bu manevi ( anlama dayalı ) rahatsızlık, az ya da çok, hepimize hükmetmektedir.

 

 
Toplam blog
: 164
: 710
Kayıt tarihi
: 13.09.06
 
 

1956 yılında doğmuşum. Tanrı Bilimi Eğitimi aldım. 78 kuşağından olmanın verdiği şevkle olsa gerek;..