Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ekim '17

 
Kategori
Kent Tarihi
 

Kırk Yıl Sonra "Diyarbakır"

"Diyarbakır akrepler şehri, gül şehri, karpuz şehri. Diyarbakır yeni yapılacak otelleri, eşsiz tabiatıyla turist şehri... Diyarbakır tezatlar şehri."

Yaşar Kemal, l7.05.l95l tarihinde Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan röportajında böyle diyor. Diyarbakır’la tanışmamız l979 yılı yazında, bir tatil günü, Yaşar Kemal’in "Bu Diyar Baştan Başa" adlı röportajlar kitabı ile başlar. Altı yüz kırk sayfalık kitap Türkiye’yi anlatıyor, baştan başa. Çok hoşuma gidiyor. Çok kısa bir sürede okuyorum ve bir kenara bırakıyorum. Ta ki tezimi hazırlayana dek bir daha elime almıyorum.

l987 yılı sonlarında, Ankara İdare Mahkemeleri lehimize karar verip, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) atamaları yapmaya başlayınca, Türkiye âşığı Prof. Dr. Emrullah Güney’in "Haritada Türkiye’yi gezdiği" gibi, Doğu ve Güneydoğu’dan kendimize yer beğeniyoruz. (Sanki beğendiğimiz yere vereceklermiş gibi.) İşte bugünlerde, Diyarbakır Diş Hekimliği Fakültesinde okuyan bir yakınıma kart yazıp, "Yanına atanabilirim," diyorum.

(Safinaz, hani sana Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğünü sormuştum ya, işte bu gencin kredi işini öğrenmek içindi.)

Kadere bakın ki atamam Diyarbakır’a yapılıyor. Hoca’ya Olağanüstü Bölge Merkezine atandığımı söylüyorum. "Hatay’ın aynen filan ilçesi gibi," diyor. (Hoca Hatay’da Millî Eğitim Müdürlüğü yaptığı için, Hatay’ı tüm ilçe ve köyleriyle çok iyi biliyor.) Hoca’nın böyle demekle neyi kastettiğini anlayıvermiştim hemen.

1988 yılı Ocak sonlarında Diyarbakır’a indiğimizde, bizi karşılayan çöp birikintileri oldu. Haksızlık etmeyelim diye, gördüğüm diğer illerin garajlarını geçiriyorum gözlerimin önünden. Hoca’nın dediği doğruydu. Diyarbakır’dan ayrılana kadar da durum değişmedi. Gördüğüm açık garajların hemen hepsi istenilen ölçüde temiz değildi ama buradaki durum çok daha farklıydı. Şehirdeki durum da aynıydı.

Dolmuşların son durağının yanında kalın ve yüksek duvarlar yer alıyor. Duvarlar bir uçtan diğer uca uzanıyor. Yontulmuş kara taşlardan örülmüş. Sur dedikleri bunlar olmalı. Surların yer yer, yeteneksiz kişilerce onarıldığı anlaşılıyor. Onarımlar biz oradayken de devam etti.

Antakyalılarla, Diyarbakırlıların sorunları aynıymış geçmişte. Çünkü her ikisinde de surlar var. Fark ise, Antakya’dakiler kendi hallerine bırakılmışken, Diyarbakır’dakiler yaşatılmaya çalışılıyor. Surlar Dicle’de başlıyor, Dicle’de bitiyor. Başladığı yer Dağkapı, bittiği yer Mardinkapı adını alıyor.

Surlar, üç yanını kuşatmış Diyarbakır’ın. Dördüncü yanı ise Dicle. Yaşar Kemal Surlardan hiç bahsetmiyor, denilebilir. Sadece Surların dışında yeni bir kentin kurulmakta olduğunu yazıyor. Bazen birkaç turisti, Surların yanında ya da üzerinde dolaşırken görebilirsiniz. Surlar, bir otobüs şirketinin adı olmuş. Otobüsler, yurdun dört bir yanına yaptıkları seferlerle, Diyarbakır’ın surlarını her yerde tanıtıyor.

Bakmayın siz ilgisiz gibi görünmelerine. Ayrıca Dicle Üniversitesi’nin sembolü olan Kartal da, bu surların taşları üzerinde yer alıyormuş. Surların kenarları boyunca, ağaçlar ve çay bahçeleri yer alıyor. Çay bahçelerinin bir kısmının kapalı yerleri var. Bunlar kışın kahvehane olarak hizmet veriyor. Diğerleri çay ocağı olarak çalışıyor.

Çay bahçelerinin biri demir parmaklıklı ve kapalı. Kapalı olma gerekçesi, bayanlara da hizmet vermesiymiş. Başka bir deyimle, "damsız girilmez" yazılı yerlerden. Burası genelde, bay-bayan Üniversite öğrencilerinin uğrak yeri.

Diyarbakır surlarından sonra, surların hemen yakınından geçmekte olan bir Çek Çek Arabası çekiyor dikkatimi. Çek Çek, at arabasının ön yarısı gibi bir araba. Fakat biraz daha küçük. İki tekerlekli ve atsız. Atın görevini insan yapıyor.

Çek Çek Arabalarını çok sevdim. At Arabaları gibi ata, motorlu taşıyıcılar gibi petrole, dışa bağımlı değil. Üstelik pratik. İnsan eşyalarını yükledikten sonra, arabanın önüne geçiyor ve arabanın iki yanından ileriye doğru uzatılmış bir, bir buçuk metre uzunluğunda, beş altı santimetre kalınlığında olan iki ağacı tutarak hızla çekmeye başlıyor. Belki de Çek Çek adı buradan geliyor. Çek Çek Arabaları, insan gücünün bu kadar bol olduğu bir ülkede, insan gücünü değerlendirmesi bakımından oldukça önemlidir.

(Biz nedense, bu kadar insan işsizken, çimleri çim, ağaçları ağaç kesme makinesi ile budarız.

Bir gün pencereden dışarı bakıyorduk. Harran Üniversitesinin Orman Mühendisi -sanki kendisi dikmiş ya da diktirmiş gibi- yanındaki iki işçiye ağaçların dallarını gösteriyor, onlar da kesiyordu. Dışarı çıktığımda budamanın nasıl yapıldığına baktım ve beğenmedim. Binlerce gencin bulunduğu bir Üniversitede ağaçlar işçilere budatılıyor.

Öğretmen Okulunda Tarım Öğretmeni, ağaçların nasıl budanacağını bize gösterir, budadıktan sonra da kontrol ederdi. Ekim zamanı da, çukurların ne derinlikte kazılacağını, ağaçların nasıl dikileceğini anlattıktan sonra, birlikte dikerdik. Bundan sonra, ektiğimiz, budadığımız ağaçlara karşı davranışlarımız bir başka olurdu.

Öğretmenlerin ağaç dikmemelerinden hep yakındık, yakınıyoruz. Okulda öğretmen adaylarına, ağaçlarla ilgili hiçbir yaşantı kazandırmazsak, -sanki Orman ve Ziraat Mühendislerine kazandırıyor muyuz ki, onlara kazandıralım, diyebilirsiniz- onlardan yakınmaya hakkımız olabilir mi?

Fakültenin önünde küçük bir bahçe var, çim ekili. Çimler büyüyünce, Çim Makinesi için Resmi Dairelerle önce telefon görüşmeleri, sonra yazışmalar yapılıyor. Araba bulunuyor, makine getiriliyor ve yüzlerce gencin gözleri önünde çimler biçiliyor. Makinenin sesi rahatsız etmese bile, derste duyuluyor.

İş bittikten sonra ise, makinenin pikaba yükleme töreni başlıyor ve makine gönderiliyor. Şimdiye dek bu töreni birkaç kez izledim. Oysa Öğretmen Okulunda ne telefonla görüşmeler, ne yazışmalar ne de araba aramalar yapılırdı. Verirlerdi elimize bir makas, işte o kadar. Birkaç alıştırmadan sonra, makası nasıl kullanacağımızı öğrenir, başlardık biçmeye. Ayrıca bu işi hiç de gurur meselesi yapmazdık.)

Çim ve Ağaç Kesme Makinelerini gördükten sonra, Çek Çek Arabalarını daha çok sevdim. Çek Çeklerin daha önce belirtilen insan emeğini değerlendirme ve dışa bağımlılıktan kurtarma yanında, atlar gibi yolları, makineler gibi havayı -ses ve egzoz dumanlarıyla- kirletmeme durumu var.

(Bir tatil günü Öğretmenevinden Dağkapı’ya doğru giderken, karşı yönden bir Çek Çek geliyordu. Üzerinde bir sandık, bir torba vardı. Çekicisi şalvarlı, sakallı, yirmi, yirmi beş yaşlarında yağız bir delikanlıydı. Belini hafif yere eğmiş, başını ileriye uzatmış, arabanın lastiğini göbeğine geçirmiş, elleriyle Çek Çek’in ağaçlarını kavramış, koşar adımlarla ilerliyordu. Yolun sağ kenarına ve kaldırıma çok yakındı. Trafik kurallarına aykırı hareket etmesi söz konusu değildi.

Arkadan gelmekte olan otobüs hızla arabaya, araba da sürücüsüne çarptı. Sandık kaldırıma, torba yola düştü. Sürücü on, onbeş metre kadar ileri fırladı ve Orduevinin duvarına başıyla çarparak durdu. Çok hızlı bir ses duyuldu. Çek Çek birkaç metre sürüklenerek kaldırımın üzerinde durdu.

Çok heyecanlanmıştım. Birkaç saniye önce iş bulmanın mutluluğunu yaşayan bu adam, şimdi ölümle pençeleşiyordu. Otobüs elli metre kadar gittikten sonra durdu. Şoför ve yolcular hemen inerek Çek Çek’in sürücüsünü karga tulumba arabaya götürdüler ve hızla uzaklaştılar.

Çek Çek, torba ve sandık olay yerinde kalmıştı. Böyle bir kazada insanın kurtulma şansı nedir bilinmez ama dilerim kurtulmuştur, bizim Çek Çek’in sürücüsü.)

Çek Çek Arabası emek, Çek Çek Arabası temizlik, Çek Çek Arabası acı demektir.

Gezdiğim ilkokullarda, "İlinizi, dışarıdan yeni gelmiş bir yabancıya nasıl tanıtırsınız?" soruma hep klasik cevaplar geliyor. Örneğin, "Diyarbakır surlarının tarihsel bir değer taşıdığını ve dünyada Çin Seddi’nden sonra geldiğini" söylüyorlar hep. (Oysa ben, Çek Çek Arabalı cevaplar da istiyorum.)

Denetlediğim hemen her sınıfta, hatta beni Millî Eğitim Müdürüne sözlü şikâyet eden öğretmenlerin bulunduğu lüks okulda bile bu karşılığı alıyorum. Bu okulun özelliği, öğrencilerinin genelde, varlıklı ve bürokrat çocukları olmasıydı. Öğretmenleri de öyle. Bu okul Surların hemen yanında ve kapılara yakın bir yerde bulunuyor.

Defterleri inceledikten hemen sonra, heyecanla başlıyorum sorularımı sormaya. Çünkü bu okul, zihnimdeki sorulara cevap verebilecek bir okul. Petrol çıkarılan yerleri soruyorum. Hemen "Siirt-Batman" cevabı geliyor. Başka, başka, deyince cevap gelmiyor. İlimizde de petrol çıkarıldığını söyleyip, çıkarılan yerleri kendilerinin bulmaları gerektiğini söyleyince, ikinci gün, bir öğrenci yanında getirdiği kaynakları göstererek karşılık veriyor.

(Ey öğretmenler, öğrencilere sadece kalıplaşmış bilgileri aktaracağınıza, onları biraz araştırmaya ve çevrelerini görmeye yöneltseniz olmaz mı?)

Bu okul, meslek yaşamımda önemli bir yer tutar. Çünkü “parfüm zehirlenmesi”ne bu okulda uğradım. Yine bu okulda bir öğretmene "çok iyi" rapor vermem istendi. Üçüncüsünü biliyorsunuz, sözlü şikâyet.

Yıl ortasında bu okulda bir toplantı yapıyorduk. Salonda, iğne atsanız yere düşmezdi. Dışarıda kar-buz vardı. Pencereleri açamıyorduk. Bu daracık salonda, toplantıya katılan öğretmenlerin % 70-80’i, belki de daha fazlası bayan olursa, insan parfüm zehirlenmesine uğramaz mı? Dışarı çok soğuk olmasına rağmen, üşümeyi, parfüm zehirlenmesine tercih ediyoruz.

Belki inanmayacaksınız ama ben gerçekten nefes alamaz duruma gelmiştim. Toplantı bittikten sonra, son öğretmen de çıkana kadar salonu terk etmiyoruz. Son üç öğretmen, -üçü de bayan- yanıma gelerek, "Hocam, hep İlkokul Öğretmenlerine hitap ediyorsunuz; biz Anasınıfı Öğretmeniyiz, bize bir şey söylemiyorsunuz!" dediler.

Söyledikleri doğruydu. Onlara kuramsal bilgilerle yardımcı olamayacağımı, ancak çalışmalarını getirirlerse, yer ve zaman tanımaksızın rehberlik yapabileceğimi, söyledim. (Olumlu karşıladılar da, bugüne kadar hiçbirisi gelmedi.)

Bunu söyleyen öğretmen geri çekildi. Diğeri bazı sorular sordu. Ona da aynı şeyleri söyledim. Hatta o okulda çalıştığını söyleyince, çalışmalarını hemen getirebileceğini belirttim. Bu kez konuyu hemen değiştirdi ve gruptaki diğer müfettiş arkadaşın kendisine geçen yıl "iyi", diğer ana sınıfı öğretmenine ise "çok iyi" rapor verdiğini; oysa kendisinin yirmi küsur yıllık olduğunu, O’nun ise daha iki-üç yıllık bir kıdeme sahip bulunduğunu, söyledi.

Arkadaşın raporuna karışamayacağımı belirtince, sustu, fakat mesajını da vermiş oldu. (Doğrusu müfettiş arkadaşa kızmıştım. Nasıl olur da bir yönetici eşine, -üstelik de bu yönetici Millî Eğitimde çalışıyorsa- "iyi" rapor verilirdi!)

Bir gün dairede otururken, müfettiş arkadaşlardan biri yanıma gelerek, hangi okullara baktığımızı, sordu. Söyledim, güldü. Geçen gün bir yerde, beni sen sanarak, falan öğretmene "çok iyi" rapor vermemi istediler, dedi. Kim istedi, deyince, kim olacak, eşi, dedi.

Bu okulun benim için çok önemli olan yanı ise, laboratuvar olarak kullanılabilecek bazı özelliklere sahip olmasıydı. Gazi Eğitim Fakültesi ikinci sınıftayken, Meslek Dersleri öğretmenlerinden birine, "Sosyo-Ekonomik durumun, öğrencilerin sınıf-okul başarıları üzerindeki etkisini" sormuştum. "Yok", demişti. Bu cevabı bir türlü kabullenemedim. Bana göre zengin çocuklarının başarıları, diğer çocuklardan daha farklıydı.

(Bu soruya karşılık bulmak, daha doğrusu kendi tezimi ispatlayıp diğerini çürütmek için, Safinaz’ın okulunda çocukların çalışmalarına baktım. Safinaz’ın okulu özel bir okuldu ve çok eskiydi. Köklü gelenekleri vardı. Buna rağmen, bu çocukların dersteki başarıları ile benim okuttuğum çocukların başarıları arasında, -okulda gösterilen başarı yönünden- kayda değer bir farklılık yoktu.

Diğer eski bir Özel Okulda çalışan arkadaşın sınav kâğıtlarına da göz attım birkaç kez. Acaba zengin çocuklarının başarıları ne dereceydi? Kayda değer bir farklılık göremedim. Her türlü not alıyorlardı ve alınan notlar yüksek değildi. Üstelik belki de düşüktü. Bu da yetmemişti bana. İşte bu okulda, "sosyo-ekonomik durumun okul başarısı üzerindeki etkisi"ni rahatça araştırabilirdim.)

Bu amaçla, aynı sınıfta iki günde yedi-sekiz saat teftiş yaptım. Öğretmen ve öğrencilerin çalışmalarını birçok yönlerden inceledim. Başarılarını ölçtüm. Öğretmene, teftişte çektiği sıkıntıları göz önüne alarak, "Teftişi uzatma gerekçem, sonuçları kendi araştırmalarımda kullanmak içindi," dedimse de, bana karşı önyargısının değiştiğini sanmam. Çünkü O, "Siz kusur bulmaktan başka bir iş yapmıyorsunuz!" demişti. Ayrıca Millî Eğitim Müdürüne şikâyet edilmemdeki en büyük gerekçelerden birinin, "iki gün teftiş etmek" olduğu söylenebilir.

Bu sınıftan sonra iki sınıfı daha teftiş ettim. Sonuç aynıydı. İddiam, desteklenmek bir yana, reddediliyordu. Ben yine araştırmaya devam ettim. Şehrin en yoksul kesimleri ile yeni yerleşim birimlerinde bulunan okullardaki öğrenci başarılarını, varlıklı kesimlerde bulunan eski ve oturmuş okullardaki öğrenci başarılarıyla karşılaştırdım. Tezimi destekleyecek veriler bulamadım. Aksine tezim çürütülmüştü. Bulduğum sonuç, "İlkokul düzeyinde, öğrencilerin okulda gösterdikleri başarıda belirleyici olan, sosyo-ekonomik durum değil, öğretmenin mesleksel yeterliliğidir," olmuştu.

İlkokuldan ayrılıp, yolun diğer tarafına geçiyoruz. Yolun kenarı park. Parkın orta bir yerinde Ata’nın heykeli, diğer yerlerinde ise Diyarbakırlı ünlülerden Ziya Gökalp, Ali Emiri, Süleyman Nazif, Ali Faik ve Cahit Sıtkı Tarancı’nın büstleri duruyor.

(Ata ayakta. Ata’nın başkanlığında bir toplantı var. Önemli sorunlar görüşülüyor olmalı. Buradan geçerken sessiz olmalı. Gürültü yapmadan, Üstatları rahatsız etmeden uzaklaşmalı. Yedek Subay Cahit Sıtkı’nın emir eri Cobin’li Abbas da burada. Kulağı Komutanında, gözleri çevresinde. Kibarca selamlıyor bizi.)

Ofisten Koşuyolu’na doğru giderken, yolun sağında su deposu var. Buraya her ne kadar Su Deposu deniliyorsa da, aslında bir aktarma yeri. Bir de odası var. Burada bir aile yaşıyor. Ailece toplayıcılık yapıyorlar. Ailenin reisi, tahtadan yapılmış, kaykaya benzer, dört tekerlekli uydurma bir arabada oturur. Araba, hanımı tarafından, ön tarafa bağlanan yuvarlak bir inşaat demiriyle çekilir. Tekerleklerin sesi, bir km kadar uzaklardan rahatça duyulur. Bazen, bu araba geçerken trafik durur. Aile, uyku ve iş saatlerinin dışında, sürekli evlerinin önünde oturur. Bulaşık, çamaşır gibi işlerini de dışarıda yapar. Yemeklerini hemen yakınlarında bulunan aşevinden alırlar.

1988-1989 kışıydı. Mevsim çok soğuk geçiyordu. Sıcaklık, -25 derecelere kadar düşmüştü. Her taraf cam gibi buz içindeydi. Bu aile yine evin önünde, buzların üzerinde yaşıyordu. Ailenin iki-üç, belki de dört yaşlarında bir oğlan çocuğu vardı. Çocuğun belden aşağı kısmında genellikle giysi bulunmazdı. Üstünde ise bazen bir atlet, bazen bir gömlek, bazen de bir kazak bulunurdu. Bazen de bu çocuk, buzların üzerine konan lastik bir leğende, annesi tarafından yıkanırdı. Bu manzaralar, gelip geçenler tarafından kanıksandığından, kimsenin dikkatini çekmez olmuştu.

Bir gün yine buradan geçerken, çocuk buzların üzerinde oynuyordu. Üzerinde sadece atlet gibi bir şey vardı. Ayağında ayakkabı, kıçında don yoktu. Yanakları elma gibi tombul tombuldu. Temizlikten zaten eser yoktu.

Yanımda bulunan Diş Hekimi adayına, adının önünde Prof. titri bulunan hocalarına, "-25 derecelerde, çıplak denecek derecede, buz üzerinde, temizliğin adının bile olmadığı bir ortamda, üç-dört yaşlarında bir çocuğun yaşadığını ve bu çocuğun ellerinin, kollarının, ayaklarının tombul tombul olduğunu ve son derece sağlıklı bulunduğunu, bu durumu her gün gördüğünü söyleyerek, olayın tıbbî açıklamasını öğren", dedim.

Haydi, büyükler soğuğa karşı dayanıklı ve tedbirli olabilirler de, çocuklar için ne demeli? Akşam Dişçi geldi. Hocalara sordum, gülerek karşılık verdiler, dedi. Birisi, "Ben Doğuda doktorluk yaparken benzeri durumlarla karşılaştım, mantıklı bir açıklaması yok," diğeri, "Bağışıklık sistemi gelişmiş olabilir," demiş.

(Kahramanmaraş’ta görev yaptığım köyde, sünnetçinin yara tozu yerine, davar gübresi kullandıklarını hatırladım bir an. Sünnette kullanılan davar gübresi, başka bir deyimle, "sünnet tozu" şöyle yapılıyordu: Davar Gübresi ahırdan alınarak, bir sacın üzerinde ısıtıldıktan sonra yuvarlak bir taşla öğütülüyor ve bir kutuya konuluyordu. Sünnet Operasyonu bittikten sonra, toz haline gelen gübre, yani "sünnet tozu" kesilen yerlere ekiliyordu.

Sünnetçi, askerliğini sıhhiye eri olarak yapmış ve sünnetçiliği askerde öğrenmiş. "Yara mikrop kapmaz mı?" dediğimde, Hayır Hocam, ısıttık ya," demişti. Üstelik "Davar Gübresi hem kanamayı önler, hem de yarayı sıcak tutar," diye eklemişti. Doğru söze ne denirdi(!) Gerçekten, ben oradayken, hiçbir çocuğun yarası iltihaplanmadı.)

Su Deposundan ayrılıp yolumuza devam ederken, iki bayanla karşılaşıyoruz. Bayanların biri çarşaflı. Üstelik yüzü de peçeli. Yanındaki ise son derece dekolte. Baş açık, kollar kısa, etekler diz üzerinde. Ve makyajlı.

(Buna benzer durumları çok gördüğüm için, yanımdaki arkadaşa, "Bak, bunlar büyük olasılıkla, ana kızdır,” diyorum. Evet, diyor. Giyimler arasındaki zıtlığın nedenini sorarak, "Örtünmek, inanç gereği ise, yanındaki genç kız neden örtünmüyor?" deyince, "Bekârdır, onun için", cevabını veriyor. Burada genç kızlar, evlenene kadar örtünmezlermiş.)

Başka bir deyimle, dekolte giyinmek, bekârlığın ilânı gibi bir şey. Genç kızlar, evlendikten kısa bir süre sonra artık kapanmaya başlıyorlar. Genç kızlara örtünme konusunda, dinsel bir hoşgörü vardır, denilebilir.

Yolumuzun sonlarına yaklaşıyoruz. Bir Bayram Tatili dönüşüydü. Okulun yanında çocukların oyun alanı var. Aman Yarabbi! Çocukların hepsi sigara içiyor.

(Olur ya, Bayram harçlıklarından almışlar, içiyorlar, diye düşünüyorum. Aynı görüntülerle, birkaç yerde daha karşılaşınca, yine ev arkadaşıma soruyorum. "Çocuklar, o sigaraları Bayram harçlıkları ile almamışlar, babaları vermiştir," diyor. Ev arkadaşımın bu kentte dördüncü yılı olduğu için bu durumları çok iyi biliyor. Babalarımızın, büyüklerimizin, okuldaki öğretmenlerimizin sigaraya karşı tepkilerini hatırlayınca, şaşırmamak elden gelmiyor. Teftiş için bu okula gittiğimizde, "sigara içme" olayını yöneticilere söylüyorum. Bayram dönüşü çocuklar gruplar halinde, okulunuzun duvarının dibinde sigara içiyorlardı, diyorum. Müdür yardımcısı gülümsüyor. Bayramla sigara arasında bağ kuramadığımı söyleyince, açıklıyor: "Bizde babalar çocuklarına Bayramda sigara verirler, çocuklar da bunları içerler," diyor. "Ne!" diyorum, "Evet, böyledir," diyor. Bilmem, belki sigara vererek çocuklarının büyüdüklerini görmek istediklerini, anlatmak istiyorlar.)

Burada çocuklar özenti için, büyüklerini taklit için sigara içmiyorlar. Onların bu işte bir günahları yok. Yine müdür yardımcısının söylediğine göre, bu işte bir hayli yol alınmış. Eskiden bu durum çok daha fazlaymış.

Okulun duvarlarına kadar gelip de dersliklere girmemek olur mu? Müdürün isteği üzerine bir sınıfa giriyorum. Öğretmeni ilk öğretmenim kıdeminde. Oldukça zorlanıyorum teftiş sırasında. Kolay mı ilk öğretmeniniz yerinde birini denetlemek?

Her ne kadar gizlemeye çalışsam da, heyecanım yer yer açığa çıkıyor. Öğretmen, gerçek bir hanımefendi ve eğitimsel yönü oldukça kuvvetli. Çok seviyeli sohbet ediyoruz. Diyarbakır adının, "bakır"dan geldiğini ve "bakırın diyarı" demek olduğunu söylüyor öğrenciler. Cumhuriyetten önce ise, Diyerbekir imiş ilin adı. Diyerbekir, Bekirlerin diyarı, demekmiş.

(Diyerbekir, deyince, Celal Güzelses’i ve “Kar mı Yağmış Diyarbakır’ın Dağına” türküsünü hatırlamamak mümkün mü? Onüç yıl öncesine gidiyorum. Ankara Demetevler 1. Caddede oturuyoruz. Hüseyin odasında, "Kar mı Yağmış Diyarbakır’ın Dağına" türküsünü çalıyor ve söylüyor. Ben salonda, pencerenin yanındayım. Vakit gece yarısını çoktan geçmiş olmalı. Dışarıda kar var. Yağmaya da devam ediyor. Hava ılık. Karda birileri geziyor. Lapa lapa yağan karlar, ak bir kürk oluşturmuş üzerlerinde. Celal bu olayı Seninle konuşmuştuk. Umarım hatırlıyorsun. Sana da selam Hüseyin Kardaşım. Seni, sazını ve sözünü çok özlediğimi ve uzun bir zamandır haber alamadığımı bilmelisin.)

Teftişten sonra eve doğru yürüyorum. Ev okula yakın. Bloklarda oturuyorum. Blokların köşesinde bir tezgâh ile bir adam var. Adam tezgâhın üzerinde, kalaylı bir leğende çiğ köfte yoğuruyor. Leğenin yanında gazete kâğıtlarına sarılmış köftelerle, maydanoz, marul ve yeşil soğanlar bulunuyor. Yanında iki-üç genç var. Kendi aralarında söyleşiyorlar. Köfteci kendi işinde. Konuşmalara katılmıyor.

(Katılmaz da. O sadece köftesini yoğurur. Bizim Köfteci 45-50 yaşlarında. İriyarı bir vücuda sahip. Göbekli ve sarı benizli. Saçlarının ön tarafı fazlaca seyrelmiş. Kolları hep sıyrılmış olur. Sabah memurlar gibi saat 7-8 sıralarında tezgâhın başına gelir ve hazırlıklara başlar. Köfteyi yoğurduktan hemen sonra paketler ve tezgâhın bir kenarına sıralar halinde yerleştirir.

Gelen müşteriler, 500 TL’yi tezgâhın bir kenarına bırakır ve köftelerini alıp giderler. Köfteci hiç muhatap olmaz müşterilerle. O sadece köftesini yoğurur. Köfte yoğurma işleri saat 22.00-23.00'e kadar devam eder. Oğlu öğleden sonra gelerek, kâğıda sarılmış 30-40 kadar köfteyi tepsiye dizer ve apartmanın altında bulunan kahveye satmaya gider.

Bizim köfteci haftada yedi, dört yılda bir 366 gün çalışır. Kar, soğuk ve -25 derecedeki buzdan etkilenmez. Sadece köfteyi, şiddetli yağmurlardan korumak için, tezgâhın yanına koyduğu ağaç direkler arasına naylon gerer. Böylece, köftelerle birlikte, biraz da kendi korunur yağmurdan.

Köftecinin müşterileri arasında kim yok ki? Yoldan geçen herkes O’nun müşterisidir. Sokak satıcılarından yiyecek almayın, diye ilkokul çocuklarına öğüt veren ben bile bu öğüdümü tutamam. Bazen bir, bazen iki köfte alırım. Birlikte kaldığımız çocuk da öyle. Surların ve yolların kenarlarındaki hiçbir kahvede bu kadar çiğ köfte satıldığını görmedim. Hatta lokantalarda bile. Bu işin bir sırrı olmalı.)

Oturduğum blokların arka tarafında bir de kahvehane var. Yeni açıldı. Masaları yeşil örtülü. Yerleri temiz. İçerisinde daha az duman var. Daha açıldığı ilk günlerde müşteriyle dolmaya başladı. Hani anayol üzerinde olsa da müşterilerle dolsa bir şey değil. Ancak tarif edilerek bulunabilecek bir yerde olmasına rağmen, gece yarılarına kadar açık. İnsanlar hiç eksik olmuyor.

(Kahvelerin çok olması, örneğin sadece bizim bloklarda iki, iki de hemen yakınında bulunması, aklınıza işsizliği getirmesin. Örneğin Köfteci Amca, kahveye gitme yerine, sokakta köfte yapmaya başladı. İlk günler, bu adam kime köfte satacak, diye düşünürken, kimlere satmadı ki?)

Yine bizim bloğun yanında ve iç kısmında bir kundura tamircisi var. Dükkânı açtığı ilk günler, alçak sesle, sürekli saz çalıp söylerdi. Dinleyicileri genellikle çocuklar olurdu.

Arada bir yanına vardığımda, "Ne yapayım abi, iş yok, teselli oluyorum," derdi. Bir gün yine yanına uğradığımda, saz duvarda asılı duruyordu. "Niye teselli olmuyorsun?" dediğimde, "İşlerim var abi", dedi. Biraz dertleştik. Kundura ustalığından ayrılıp tamirciliğe başladığını, dükkânı açtığı ilk günler dolmuş parası dahi kazanamayıp eve yaya gittiğini, fakat şimdi sürekli yapacak işinin olduğunu, söyledi. "Çok şükür abi," dedi.

(İşte ben bu örneklerle, işsizlikle kahvelerin çokluğu arasında bir bağ kuramıyorum. Olsa olsa, kahve alışkanlığının bir "yaşam biçimi" olduğu söylenebilir.)

Kunduracı ile selamlaşıp eve giriyorum. Tatsız bir sürpriz bekliyor beni. Tüp bitmiş. Bizim tüpçüde yok. Sadece Mardinkapı’da varmış. Taksiye atlıyorum hemen. Tüpçü, bir saat sonra tüplerin geleceğini söylüyor.

Mardinkapı’da zaman öldürmek için dolaşıyorum. Mardinkapı her yağmurda çamur içinde. Surların bahçesinde bir çocuk bahçesi, birkaç da ağaç var. Ağaçların biri asma gül. Bunun dışında pek çiçek yok. Hele Yaşar Kemal’in sözünü ettiği gül satan birileri hiç yok.

(İstanbullu Şeref Ağabey’le oturmuştuk burada bir çay ocağında. Şeref Ağabey, Y. Kemal gibi marulun fiyatını sormuştu. Satıcı ile müşteri arasındaki pazarlıkta aracılık da etmişti. Çay içenler yabancı olduğumuzu anlayınca, yakınlık göstermişler ve çay paralarımızı ödemişlerdi. Oturduğumuz yerden görünen manzara hiç de hoş değildi. Şehrin kanalizasyonlarından biri buradan Dicle’ye dökülüyordu. Dicle’nin karşı yakasında bir yer şehrin çöp deposuydu. Buradan her araba geçişinde, sanki bir sinek bulutu kalkıyordu. Çöplük, taşıdığı plastik ve metal parçaları ile bazı işsizlere ekmek parası olmanın yanında, aynı zamanda bir sinek üretim merkeziydi. Çayları içtikten sonra, hemen yakınımızda onarılmakta olan Kervansarayı gezmiştik. Kervansarayın kileri, dışarıdaki onca sıcağa rağmen, oldukça serindi. İnsan burada ceketsiz oturamazdı. Kilerin özel bir yapı tarzı olmalı, tıpkı Urfa-Harran Evleri gibi. Dışarıda sıcaklık 40-45 santigrat derece iken, buralar oldukça serindi. Ziya Gökalp’in evinde de kiler gibi bir yer vardı. Orası, Gökalp’in yazlık çalışma odasıymış. Evin ayrıca, kışlık ve baharlık odaları vardı. Sağ ol Şeref Ağabey, sayende gezmiştik Diyarbakır’ı. Sen gelmeseydin kim bilir ne zaman görürdük buraları.)

Dicle, Mardinkapı’dan uzaklaştıkça -yatağı- genişliyor. Her yıl getirdiği molozları bir kenara bırakıp, kendisi diğer taraftan akıyor. İşte bu molozların üzerine ocaklar kazılarak, Diyarbakır Karpuzları ekiliyor.

(Diyarbakır Karpuzları üzerine söylenenler artık tarih olmuştur. Çünkü Diyarbakır Karpuzundan eser kalmamış. Diyarbakır Karpuzlarının en önemli özelliği otuz-kırk kg gelmeleriymiş. Bir katır, her yanında bir tane olmak üzere, ancak iki tane taşıyabilirmiş. Şehre gelen Devlet Adamları ile önemli konuklara Karpuzlardan hediye verilirmiş. Başvekil İsmet Paşa’ya da Karpuz hediye etmişler. Paşa da yetiştiren üreticiyi ödüllendirmiş.

Böylesine büyük karpuzları almaya herkesin gücü yetmediği için, Karpuzlar dilim dilim satılırmış. Karpuzların büyüklüğü yanında diğer bir özelliği, tadıymış. Tadı, güvercin gübresi ile yetiştirilmesinden kaynaklanıyormuş. Fenni gübre bollaştıktan sonra, güvercin gübresi kullanılmaz olmuş ve karpuzun tadı kaçmış.

Bana bunları anlatan köylü, özellikle Demiryolu geçen illerden güvercin gübresi toplayıp Diyarbakır’a getirdiklerini ve Karpuz yetiştirdiklerini söylemişti. Köyleri gezerken, birçok köyde güvercin evleri gördüm. Köylüler artık, gübre üretecek güvercinlerinin kalmadığını söylüyorlar.)

Diyarbakırlılar da ilgi göstermiyorlar karpuzlarına. Tadı yok, kabuğu kalın, diyorlar. Karpuz sergilerinde, “Çukurova Karpuzu!”, diye bağırıyorlar. Diyarbakır Karpuzu, hani o içleri boşaltıldığı zaman iki-üç yaşlarında bir çocuğu içine alabilen Diyarbakır Karpuzları, artık kartpostallarda yaşıyor.

Mardinkapı’dan ayrılıp, Millî Eğitim Müdürlüğüne geliyoruz. Buradan Üniversiteyi ve Dicle’yi seyrediyoruz. Nehirde salın üzerinde bir adam var. Serpme (ağ) ile balık tutuyor. Nehrin kenarına yaklaşıyoruz. Sala ve balıkçıya yakından bakıyoruz. Sal, dört tane traktör iç lastiğinin şişirilip, ikişerli olarak yan yana getirilmesiyle oluşturulmuş. Lastiklerin üzerine dörtgenin kenarları gibi tahtalar atılarak, iple iyice bağlanmış. Balıkçı, tahtaların üzerinde dört bir tarafa rahatça hareket ediyor ve ağını atıyor. Tüm çevreyi taradıktan sonra, küreğini suya atıp kendine doğru çekerek, salı ileri doğru hareket ettiriyor.

(Dicle boylarında başka tekniklerle balık tutanlar da var. Örneğin, dört bir tarafından gerilerek ağaca bağlanmış serpmeyi, çok hafif bir şekilde, suya daldırıyorlar. Bir süre bekledikten sonra, birden çekiyorlar. Bu yöntem, serpme atmanın tersi. Serpme atmada balık üstten hapsedilirken, bu yöntemde alttan alınıp dışarıya atılıyor. Yalnız bu yöntemle, yağmurlu havalarda, bulanık sularda iyi sonuç alınabiliyormuş. Ne ölçüde iyi sonuç alınıyordu pek bilemem ama seyrettiğimiz sürece, hiç balık avlayamadı balıkçı dayı.)

Şehir turunu Öğretmenevinde tamamlamak istiyoruz. Hem yorgunluğumuzu giderelim, hem de bir çay içelim, diyoruz.

(Tam Orduevi’nin önündeki kavşağa geldiğimizde, bir taksinin sağ lambasını yakarak dönüş işaretini verdiğini görüyorum. Plakasına bakın, mutlaka yabancıdır, diyorum arkadaşlara. Evet, diyorlar da, nereden biliyorsun, demiyorlar.)

Çay içip, iyi akşamlar dileyerek ayrılıyorum.

(Ne yapalım Sevgili, gelsen Seninle de gezerdik Diyarbakır’da, Çankaya Köşkü çevresinde gezdiğimiz gibi.)

Diyarbakır, olmayan akrepler, güller, karpuzlar şehri. Diyarbakır, çamurlar, çek çekler, buz üzerinde yaşayan çocuklar şehri. Diyarbakır, çarşaflı dekolte bayanlar, sigara içen çocuklar şehri. Diyarbakır, sokakta köfte yapan insanlar, kahvehaneler şehri. Diyarbakır, gelenekselle çağdaşlık arasında bocalayan zıtlıklar şehri...

 

 

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..