Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Mayıs '07

 
Kategori
Öykü
 

Kırmızı ayakkabılı kadın

Kırmızı ayakkabılı kadın
 

Güzel, güneşli bir öğleden sonrasıydı o gün… Bu güzelliğin tadını çıkarmak istercesine, boyunu daha da uzun gösteren, sivri topuklu ayakkabılarıyla edalı edalı yürüyen kadın da güzeldi. Keyfi yerindeydi bugün. Biraz erken çıkmıştı evden, acelesi yoktu. Az sonra arkadaşlarıyla, Mustafa Kemal Sahil Bulvarı'nın ötesinden de olsa denizi gördükleri “Kumrucu” da buluşacaklardı; her fırsat bulduklarında yaptıkları gibi. İzmir’e özgü, “karışık kumru” sandviçlerini yerken, hep aynı şeyleri konuşuyorlardı belki. Yıllanmış arkadaşlıkların kaderiydi bu. Zaman zaman sıkılsa da iyi geliyordu ona. En azından kimin ne yapacağını veya söyleyeceğini biliyor, şaşırmıyordu hiç. “Nasıl yürüyorsun bu ayakkabılarla” diyorlardı her seferinde. O da aynı değişmez yanıtını veriyordu; “Düz ayakkabılarla rahat yürüyemiyorum, hem seviyorum da topuklu ayakkabıyı, ” diyerek. Üstelik bugün, beyaz üzerine siyah puanlı dar eteğinin altına giyebileceği, en uygun ayakkabı buydu; kırmızı, topuklu ayakkabı… Şimdilerde moda olan, ama onun hayatında modası hiç geçmeyen; kırmızı ayakkabı.

Aniden bir zil sesi ve ardından çocuk sesleri doldurdu sokağı, birdenbire uçup gelen ve çınar ağacına konan serçeler gibiydiler. Ara sokaktaki ilköğretim okulunun önüne geldiğini fark etmemişti. Okumayı öğrendiğinde kara önlüğüne takılan kırmızı kurdeleyi anımsadı. Bütün “kara"ların üzerine yakışan bayrak kırmızısı kurdeleyi…

Köşeyi döndü, caddeye çıkmıştı. Vitrinlerdeki ayakkabılara baktı burun kıvırarak; bir kırmızı bu kadar mı kötü kullanılırdı! Kumrucunun tabelası göründü uzaktan; ilerde sağ taraftaydı. "Kapıdan giren kadın arkadaşına benziyordu sanki", diye düşünmüştü ki, ne olduğunu anlayamadan kendini yerde buldu. Dükkanlarının önünde mallarını satmaya uğraşanlar, bu uğraşlarını bırakıp, hızla uzaklaşan adamın çarpıp yere düşürdüğü kadının yardımına koştular hemen.

Toparlandı, ayağa kalktı. Yere bastı sıkıca, ayakkabısının topuğuna bir şey olmamasına sevindi. Çorabı kaçmıştı sadece. Sol bileği hafifçe acıyordu. Adamın çarptığı sol omzu da "ben buradayım" diyordu sanki.

Arkasından bağıranları, söylenenleri hiç umursamadan uzaklaşmıştı adam. Ardına bile bakmamıştı. Bu güzelim şehrin, bu güzelim caddesinde böyle “çirkin” bir adamın işi neydi. “Bunlar hep böyle abla. Yürümeyi bilmezler bir de gelip büyük şehrin ortasına yerleşirler.” diyordu gençten biri, öbür söylenenlerin sesini bastırarak.

“Amannn, neyse”, diye düşündü kadın. Bugün hiç kimsenin keyfini kaçırmasına izin vermeyecekti. Daha dün aldığı kırmızı ayakkabılarına da bir şey olmamıştı zaten. O kadar para saydığına deymişti.

Kadına çarpan adam, umarsızca değil, koşarcasına gitmişti. Az önce sesleriyle, serçeler gibi okulun bahçesini dolduran, bayrak törenindeki çocukların yanındaydı şimdi. Kızını arıyordu. Telaşla reviri bulduğunda kızının tek başına yattığını gördü. Dizindeki gazlı bez kırmızıya boyanmıştı, kapıda kalakaldı. Kızı “ Babacığım, bir şeyim yok.” derken ağlamaya başlamıştı. Kızının sesiyle kendisine gelen babanın da gözleri doldu. Önemli bir şey yoktu evet. Taksiyle gidemezlerdi, çantasını sonra alırım diye düşünüp kızını kucaklamak istedi. “Yürürüm güzel babacığım, bir şeyim yok.” diyen kızını dinlemedi. Kızın gözleri yerdeydi, “Pabuçlarımı unutma babacığım diyordu.” Telaşla.

Kıştan beri istediği, sonunda annesinin masraf parasından artırıp, Perşembe Pazarı’ndan aldığı pabuçlarının derdine düşmüştü bacağı yaralı kız. Ama kırmızı pabuçlarının…

 
Toplam blog
: 210
: 3227
Kayıt tarihi
: 29.03.07
 
 

Yazmak... Öyle güzel, öyle hoş ve öyle derin bir eylem ki!.. Olmazları bile oldurabiliyorsun. "Ke..