Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Ekim '11

 
Kategori
Öykü
 

Kızıl 5

Camdan sızan iki damla güneşin gözlerine rast gelmesiyle rahatsız bir şekilde doğruldu yatağında, dünden sonra başı kazan gibi olmuştu. Çekmeceden bir ağrı kesici alıp ağzına attı. Yatağına kıvrıldı yeniden, başını kollarının arasına sıkıştırdı, güneş ağrısını daha da şiddetlendiriyordu. Bir süre sonra yeniden uykuya dalmıştı, gözlerini açamıyordu hantallıktan. Kendisini hiç bu kadar berbat hissettiğini hatırlamıyordu. Diğer odada yağız da ayılmıştı uykusundan, esasen hiç uyumamıştı.  Halen ne yapması gerektiğini düşünüyordu, böyle bir durumda ne yapılabilirdi ki zaten. Uykusuzluktan başı çatlayacak gibiydi, mutfağa geçip ilaç dolabından bir ağrı kesici aldı. Lavaboda yüzüne iki kez su çarptı, geceden kalma gibiydi, içki içse bu kadar olmazdı. Bugün aksi gibi her şey tersti zaten, akşam yemeği için Giray’ı çağırmak belki de iyi bir fikir değildi ama nereden bilebilirdi böyle olacağını. kızkardeşini kontrol etmek için odasına yöneldi... Hala uyuyor muydu, yaklaşıp dürttü kalçasından. Kıpırdamadı bile, aslında o kadar derin uyumuyordu ama kendinde değildi. Kollarını yüzünden ayırıp düz bir şekilde yatağa yatırdı onu, gözleri açıktı. ne oluyor acaba diye düşünürken yatağın kenarına çöktü. Yüzüne hafiften iki kez vurdu ama tepki vermedi.  Eğilip nefes alıp almadığını kontrol etti ancak nefeste alıyordu. Ateşini kontrol etti, alnı normalde olduğundan bile soğuktu. Öyleyse neden hareketsizdi. Elini yakaladı, kaskatı kesilmişti; acaba anlattıkları gerçek olabilir miydi ne yapacaktı. Bir daha uyanmazsa…  Kollarına aldı onu, bu kez sert bir şekilde vurdu, salladı kollarının arasında ama hiç tepki yoktu, hiç. İyiden iyiye korku kaplamıştı içini, bir şey mutlaka bir şey olmalıydı uyandırmak için. Onu usulca yatağına yatırıp mutfağa geçti. Dün gece onunda yaptığı gibi bir sürahi buzlu suyu kafasından aşağı boşaltırsa herhalde…  Mutfağa ilerledi aceleyle suyu aldı ve tereddütsüz döktü başından aşağıya. Elya derin bir solukla kendine geldi, ciğerleri sanki infilak etmeye hazır bir bomba gibi kavruluyordu.  Sürahiyi elinden bırakıp “iyi misin” dedi olduğu yerden.  'iyiyim abi sağol ne oldu bana' diye sordu başını ovalarken...  ' ben de bunu sana soracaktım. geldiğimde hareketsiz haldeydin.' 'anlıyorum' dedi yatakta doğrularak oturdu; ' izin verirsen abi üzerimi değiştireyim üşümeye başladım. ' tamam... seni mutfakta bekliyorum...' az sonra kıyafetlerini yenilemiş mutfakta masada oturuyordu. yağız bir yandan kahvaltıyı hazırlarken diğer yandan sürekli olarak kardeşini izliyordu. çok sessiz ve dalgındı.

- Elya sen iyi misin diye sordu dikkatini kendine çekmek için...

- iyiyim abi... hafif bir baş ağrısı var o kadar...

- Elya ne olduğunu anlamaya çalışıyorum kardeşim...

- Sana anlattığım gibi abi ara sıra yaşıyorum bunu. ve senin zannettiğin gibi psikolojimle alakalı birşey değil...  orada birşeyler görüyordum...

- ne gibi şeyler görüyordun...

- kızıl bir çöldü burası...  çevremde tanımadığım insanlar vardı... daha çok bir savaş meyanı gibiydi etraf... birden bir sarsıntı oldu sonrası yok... sanırım beni uyandırdığın için gerisini göremedim...

- Elya ne diyeceğimi inan ki bilmiyorum... keşke sana yardımcı olabilecek birşeyler bilebilseydim. üzgünüm kardeşim...

- dert etme abi... bunları sen üzülesin diye anlatmıyorum... bilmeyi istiyordun... artık biliyorsun işte. ama lütfen benden ir psikoloğa falan görünmemi isteme olur mu... deli damgası yemek istemiyorum. ben oldukça sağlıklıyım.

- pekala... şimdi birşeyler yemelisin dedi önüne yeni demlediği sıcak bir bardak çayı bırakırken...

 

 

Küçük odaya geçip masayı hazırlamıştı. servis tabaklarını ve kadehleri çıkarttı, bir şişe de şarap koydu buzdolabına sonra da çardağa çıkıp gülleriyle ilgilenmeye başladı. Kendini iyi hissetmediğinde bunu hep yapardı, babasının diktiği bu güllerle ilgilenmek ona ailecek beraber oldukları o günleri hatırlatırdı. Babası ne çok severdi bu bahçeyi, işten geldikten sonra ilk işi güllerinin başına geçmek olurdu, bazen onlarla ilgilenirken dünyasını unuturdu. Ne çok özlüyordu o günleri, hep beraber bu çardağın altında oturup gülüp eğlenirlerdi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, çok şey değişmişti; hatırlıyordu da doğum günü için bu çardağı ağabeyi ona hediye diye yapmıştı, asmalarını şehir dışından özel olarak getirtmişti.  Saatine baktı istemsizce, neredeyse sekiz buçuk olmuştu; ne kadar çabuk geçmişti zaman. Değerli olduğunda hep böyle mi olurdu? Birazdan Giray gelirdi, ağabeyi neredeydi peki; işi mi uzamıştı acaba... Muhtemelen ama yine de endişeliydi işte; içeri girdi yemekleri ısıtıp servis kâselerine koydu. Şimdi tek eksik ikisiydi. Oturup beklemeye başladı, yarım saat sonra Giray kapıdaydı. Onu içeri davet etti ve ağabeyinin cebini aradı, kapalıydı. Neden acaba? Telaşlı içeriye Giray’ın yanına geçti.

 — Ağabeyin evde yok mu Elya, ortalıklarda görünmüyor dedi Giray içeri giren kızı görünce.

— Hayır, evde değil,iş yerinden aramışlardı iki saat önce... işi uzadı herhalde,telefonu da kapalı... diye yanıtladı onu...

— Bir sorun mu var yoksa sana haber verirdi mutlaka o...

— Bilmiyorum, işi uzamıştır birazdan gelir muhakkak... senin geleceğini unutmuş olamaz.

— Anlıyorum, öyleyse oturup beyimizi bekleyeceğiz.

— Evet, öyle galiba…

Saat dokuz gibi evdeydi yağız, özür dileyerek masaya oturdu… 

 - bizi epey beklettin yağız. baksana yemekler soğudu oldukça da lezzetli görünüyorlar...

- gerçekten çok özür dilerim patron kısmı işte tam işleri bitti diyorsun başka bir iş çıkartıyorlar.

- Anladım, öyleyse artık yemeğe başlayabiliriz.

- başlayalım dedi elya ya yemekleri servis etmesi için göz kırparken....

 

bu gece oldukça suskundu ikisi de, bir sorun olduğu açıktı. Bu ikisi bir aradayken,  hep neşe olurdu etrafta her zaman ve kim olursa olsun nasibini alırdı bu neşeden. Ancak bu gece farklıydı, Elya’nın yüzü hiç gülmüyordu. Kurulu bir oyuncak misali sürekli hareket halindeydi. Şarap mı bitti gidip bir tane daha getiriyor, ikisinden birinin tabağı mı boşaldı hemen başka bir yemek dolduruyordu. Yağız desen, bir put gibi sadece sorulana cevap veriyor ve sürekli dalgındı...

- Ben artık doydum. Dedi karnını sıvazlayarak.

- Biraz daha istemediğinden emin misin, giray ağabey?

- Yok, canım, ellerine sağlık, her şey harika olmuş.

- Afiyet olsun.  Boşları alıp mutfağa götürdü, Giray da bu bahaneyle ardından gitti kızın. Merak içindeydi, mutlaka bir şey vardı ama böyle suskun olmalarına ne neden oluyordu, bilmiyordu. İşte bunu öğrenecekti. Elindeki tabakları tezgâhın üzerine bırakıp kıza yaklaştı.

 

- Elya, bu gece bir terslik var sanki.

 

- Ne gibi, Giray ağabey?

 

- Bilmiyorum, bende bunu sana soracaktım.

 

- yokbirşey giray abi sana öyle gelmiş... Dedi kaçamak bir cevapla.

 

- sağlık durumunda bir problem yok öyle değil mi, herhangi bir şikayetin falan var mı?

 

-gayet iyiyim giray abi,  İzninle ben şunları makineye yerleştirip bize birer türk  kahvesi yapayım olur mu?

- tamam canım. Onları yerleştir ve içeri yanımıza gel...

 

- tamam dedi bir yandan işe koyulmuşken....

 

 yarım saat mutfakta oyalandıktan sonrakahveleri de hazırlayıp geçmişti yanlarına. Ağabeyi bütün gün ilk kez gülüyordu. o da en az kendisi kadar dalgındı anlattıklarından sonra... 

 

- Ne oluyor size Allah aşkına, bir günde ne değişti böyle? Daha dün birbirinize kavuştuğunuz için ne yapacağınızı şaşırmış haldeydiniz.

 

- birşey yok, biraz yorgunuz ikimiz de...

 

- Ya öyle mi, buradan bakıldığında pek öyle görünmüyor ama…  Cevap yok! Ne güzel.   Elya telaşla kalktı yerinden, bir şey söylemezse kavga çıkacaktı aralarında. Ne dese acaba, ne dese?  Hah, işte bulmuştu! 

 

- Şey, ben onu biraz kızdırdım; aslında biraz demek yetersiz kalır.

 

- Ne yaptın?

 

- Şu fişimi çekme meselesi, dün çok üstünde durmamıştım ama takmıştım bir kere. Eve gelince tartıştık biraz. Ona vurunca...

 

- Vurunca mı? Yapma ya, arkadaşına dönerek; - yağız ne diyor bu kız?   

 

- Ne diyorsa doğrudur. İnsan böyle bir şeyi yaşamaya görsün, koyuyor biraz. Dedi alaylı ve bu saçma yalanı bozmayarak, ne de olsa işine yarıyordu. Göz ucuyla kardeşine bir baktı; durgundu biraz, rengi de soluktu. Bir ihtimal yine başlamıştı hastalığı. Evet, öyle görünüyordu, karnını sıvazlıyordu. Kıvranmaya başlamıştı; kendini kötü hissediyordu. Karın boşluğunda dehşet bir acı vardı, bu aralar çok sık tekrarlıyordu. Onlar anlamadan bir şekilde odasına gitmeliydi, bir bahane bir bahane… 

 

- Giray ağabey ben ikinizi yalnız bırakayım artık, gerçekten çok yorgunum, izin verir misin?

 

- Tamam, canım. Seni çok zorladım zaten, kusuruma bakma olur mu?

 

- Yok, sorun değil, izninle. İzninle Ağabey.   Kendini odaya zar zor atabilmişti sonunda, biraz daha oyalansaydı ikisinin gözleri önünde yere yığılacaktı. Kapıyı içeriden kilitledi ve anahtarı kapının altından dışarı bıraktı.  Bu davranışı tuhaftı biraz ama… Acısını bastırabilmek için yatağının üzerine oturdu ancak yine de kıvranıyordu oturduğu yerde. Ateşler içindeydi ve gergindi; hareket ettikçe gerilen kasları yüzünden canı yanıyordu. Halının üzerine bıraktı kendini, oturmak çözüm olmamıştı. Yatak çok yumuşak olduğu için uzansa içine gömülecekti, bu canını daha çok yakardı. Kasları serbest kalsın diye iki büklüm oldu; buna rağmen gerildikçe geriliyor yırtılacakmış hissi veriyordu. Acı bir çığlık koyuverdi; Allah kahretsin bu öncekilerden çok daha şiddetliydi. Sonuna kadar asla dayanamazdı, nefesi kesiliyordu; havayı arzuladıkça ciğerleri çekiliyordu sanki. Halının üzerine damlayan kanları fark etti, gözleri yine mi kanıyordu. Midesi ve sırtı… Sanki bıçakla yarıyordu birisi.  Ellerinde bir ıslaklık hissetti, sıcak ve kokuyordu.  Kandı bu, karnından mı geliyordu yoksa tişörtünü kaldırdı ama tek bir çizik bile yoktu. Öyleyse nereden geliyordu bu kan? Sırtında hışmını artıran korkunç bir acı hissetti, sanki… Daha fazla sakin kalamadı, acısından odada eline ne geçirdiyse sağa sola fırlatıyordu. Çığlıkları bırak evi; yeri göğü inletiyordu. Yağız ve giray çığlıklarına yetiştiler, kapının önünde duran anahtarı gördü Yağız; dışarı mı bırakmıştı? Anahtarı yerden alıp kapıyı açtı çabucak, çığlıkları iyice artmıştı. Daha fazla dayanamıyordu, camın pervazına dayanmış, başını cama gömmüştü. Her yer cam kırıkları içindeydi, boynundan, alnından kan akıyordu. Başını hızla çıkardı camın içinden, gözleri dönmüştü adeta; bu kardeşi olamazdı. Boğazındaki hırıltılar, çığlıklarına karışıyordu. Başı önüne düşmüş, kafasından sızan kanlar saçlarından yere damlıyordu. Bu dehşet bir şeydi, Giray öylece kalakalmış yalnızca izliyordu, yağızsa ne yapacağını bilemediği için…  Elya zapt edemediği vücuduna biraz olsun hâkim olabilmek için yere çöktü, sırtındaki acı öylesine güçlüydü ki daha da şiddetleniyordu. Bu acı onu öldürecekti sonunda. Parmaklıkları öylesine sıkı tutuyordu ki neredeyse elinde kalacaklardı ancak acısı daha da artıyordu. Kulaklarında bir ses duydu, başını kaldırdığında gördüğü şey… Yaşlı olmasına rağmen yakışıklı ve diri bir yüzü, üzerinde de parlak bir cüppe vardı, gözleri bembeyazdı, acısından başka bir şey düşünseydi şu an kahkahayla gülerdi şu adamın haline. Elini uzatıyordu ona yüzünde kulaklarına değin kocaman bir gülümseme ile bunu yapacağından ne kadar da emindi. Elini vermek niyetinde değildi tabii ki, neyin nesi olduğunu bilmediği bu yaratığa. Onun yerine “ rahat bırak beni, ucube. Uzak dur; acımı senden çıkartmayayım” diye bağırdı öfkeyle.  

- Canını yakmayacağım OMAY, sadece bana elini ver.

- Hayır, lanet olsun derdin ne; aaaaaaaaaaaa! Bu acı beni öldürecek, dindirin şunu dindirin.

- Bana elini verirsen acının dineceğine söz veriyorum.

- Sana neden inanayım?

- Mecbursun, başka seçeneğin var mı? Haklıydı başka ne seçeneği vardı ki, elini uzattı çekingen bir tavırla. Yaratık elini yakaladı ve bir hamlede onu yerden kaldırdı, evet acısı diniyordu ama hala biraz sızı duyuyordu bedeninde.

- Bu neden oluyor, buna dayanamıyorum. Hem sen de kimsin?

- Beni tanımak için henüz çok erken, buraya sana seninle ilgili birkaç şey söylemeye geldim. 

- Daha uygun bir zamanlama olamazdı lanet olası, acısı yine hiddetleniyordu; - Ahhh! Sırtım, sırtım…

- Biliyorum Omay, üzgünüm ama acının dinmesinin tek yolu bu acıya dayanman, acını ancak bu kadar dindirebilirim.

- Sen neden söz ediyorsun be?

- Sen bir Omay yani bir seçilmişsin, halkının refahı için insanların arasına gönderildin, peşindeki iblis seni bulamazsa öldüremezdi, ama artık zamanı geldi, Ayei –l, tahta geçme zamanın geldi.

- Ne tahtı, ne saçmalıyorsun sen be adam?

- Artık acın son bulacak… Omayların son varisi türünü devam ettirmelisin…

Omay mı? Varis mi? Tür mü? Ne saçmalıyordu bu adam böyle, nasıl bir düşünceye sahipti?  Mecburdu zaten, gücü var mıydı ki itiraz etmeye... Acısının dinmesinin tek yolu katlanmaksa katlanırdı o zaman. Daha fazla diretmedi, bıraktı kendini. Etleri ve kanı kaynıyor ve kemikleri bu yükün altında eziliyordu. Sırtındaki acıysa… Dehşetti. Lanet yaratık sanki bir faydası olurmuş gibi sürekli “ dayanmalısın, Omay dayanmalısın” deyip duruyordu. 'Kolaysa gel sen dayan lanet ucube! 'diye söylendi içinden. İçinde bir canavar vardı sanki ve dışarı çıkabilmek için etlerini parçalıyordu, böylesi bir acıya nasıl dayanılabilir ki! Kollarını yeniden parmaklıklara doladı, yalnız elleriyle bir faydasını göremiyordu. Birkaç komşu çığlıklarına kapıya dayanmıştı ancak giray onları mümkün olduğunca kızın odasının camından uzak tutmaya çalışıyordu. Az sonra polisler ve ambulanslar da gelince evin bahçesi mahşer yerine dönmüştü. Giray kapıdakilerle uğraşırken hiç gereği yokken, yağız da kardeşinin yanında duruyordu. Konuştuğu o yaratığı o da görebiliyordu artık, ilk başta kendi kendine konuştuğunu sanmış olsa da. Yere kardeşinin yanına diz çökmüştü, ne faydası olacağını bilmese de onu böyle görmek içini acıtıyordu. “ dayan kardeşim” dedi çok az kaldı… Evet, ama daha ne kadar? Artık hiçbir şeyini hissetmiyordu, tüm vücudu kaskatı kesilmişti; nefes alıp almadığını bile bilmiyordu.  “İşte geliyor” dedi yaratık; sonunda, daha ne kadar süreceğini merak ediyordum…  Ne geliyordu, ne…  Cevap almasına gerek olmadan fezayı inleten bir çığlıkla kendini bırakıverdi; derisinin yırtıldığını, kemiklerinin tuzla buz olduğunu, kanının içinden çekildiğini ve sırtından dışarı çıkmaya çalışan o şeyi sezebiliyordu. Saatlerce süren o işkence şu acının yanında hiç kalıyordu; farkında olmadan bir şeyler mırıldanıyordu yüksek sesle. Bir çeşit eski duaydı okuduğu.  Tahtın varisi olmakla onurlandırılanlar süregelen bir zaman içerisinde yaratıcıya şükür için okurlardı bu duayı.  Duasını bitirdikten sonra da artık daha duru, saf ve insan olmanın dışında bir varlıktı.  Fizyolojik ve fiziksel yapısı tamamen değişmişti, omuriliğinde açılan yerden iki çift kanat uzuyordu yere doğru, kandan görünmez bir haldeydi beyazlığı. Saçları olduğundan uzun ve bembeyazdı, gözleri grinin tonlarını yansıtırken teni bir vampir kadar solgun ama berraktı. Yavaş ve dikkatli bir şekilde kalktı yerden, acısı dindiği için artık rahat hareket edebiliyordu. “ bitti mi” diye sordu yüzünde memnun bir gülümsemeyle önünde duran adama. Başını salladığını görünce aynanın karşısına geçti, bu gördüğü kendisimiydi? Tamamen farklı görünüyordu ama kendisi gibi hissediyordu nedense. Elini uzattı aynadaki yansımasına, sen kimsin diye sordu içinden görüntüsünü okşarken, hiç tanıdık değildi ve daha şimdiden eski halini aratıyordu. Duruşu gülüşü, hatları; her şeyi ama her şeyi değişmişti. Bir de sırtında iki çift kanat; oldukça güçlü ve muazzam görünüyorlardı. Ama o hoşlanmamıştı bu halinden, bundan böyle artık böyle mi yaşamak zorunda kalacaktı, bir insan olmayı seviyordu o; neden böyle bir şey için seçilmişti ki. Kim isterdi böyle görünmeyi. 

 
Toplam blog
: 38
: 43
Kayıt tarihi
: 10.08.11
 
 

Çalışırken denk gelmiştim milliyet blog sayfasına... Burada yazılanlar beni çok cezbetti ve ben d..