Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Haziran '15

 
Kategori
Deneme
 

Lap lap

Lap lap
 

Zamanın yaşlı insanlar için daha bir hızla akıp gittiği, buna karşılık yaralarının ise daha geç-yavaş iyileştiği söylenir. Şair Şükrü Erbaş ise, o güzelim dizelerinde, insanlığın bu meramına, hüzün bulutlarını da katarak daha farklı ve derinlemesine dokunaklı dokunur.

"Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı
Kadınlar gittikçe daha güzel

Güneş daha hızlı adımlıyor gökyüzünü
Sular daha soğuk, rüzgâr daha serin"
 
Yaşamın her alanında olduğu gibi “az miktarda var olana her daim olan yoğun ilgi” yaşlanma sürecinde de kendisini gösterir. İnsanlar ellerinden saniye saniye kum misali akıp giden ve gün geçtikçe daha bir azalan, bu bariz küçülmeyi gözlemleyerek, sürdürdükleri hayata daha büyük bir tutku ile bağlanırlar. Çünkü hayat her şeye karşın inanılmayacak bir tat ve güzelliktedir. Ve uçup gedenin bir saniyesini dahi geriye döndürüp, o en kısa anı tekrar yaşamanın imkanı yoktur. Giden hızla gitmiştir.
 
Bu hızlı akışı ve özellikle yüreğimdeki yaraların iyilenmesinin gecikmesi-yavaşlamasını, ben de epey zamandır hisseder oldum. Bu nahoşluk her ne kadar yüreğime bir burukluk verse de, elden gelen bir şey yok. Her yaşın ve evrenin kendisine özgü güzellikleri var olduğuna göre, bu durumda yapılabilecek, anı yaşamak, diğer adı ile “carpe diem” dir. Bunu yapabilirseniz, üzerinde daha az düşünür, yüreğinizin burkulmasının önüne bir nebze daha iyi geçer, sorunu büyük bir oranda ardınızda bırakmış olursunuz. Kim bilir, belki de böylelikle ırmaklara, göğe, dağlara, kırlara, ormanlara, denizlere, güneşe, yıldızlara, mehtaba ve doğanın bütününe daha çok akan, hak ettiğiniz bir hayatı sürdürür olursunuz.
 
Ben misali, kişi Camili Köyünden olunca (istisnalar hariç), çoğunlukla doğanın bütününe kayan bir hayata sahip olmak, yaşamın içinde iken, onun getirilerini ve inceliklerini görmek oldukça zordur. Görmek isteseniz de, göremediğin çoğu durumda, görülmesi gerekeni gözlerinin derinliklerine sokarak gösterseler de sonuç alınamıyor. Ve derken acımasız yıllara dağılan zaman çarçabuk geçiyor. Bu dünyadan bir “Süleyman Efendi” daha geçiyor. Sonuçta insanlığa büyük emekler ile bahşedilen onca güzellikten, dirhem kadar da olsa hiç nasiplenemeden giden çokça “Süleyman Efendiye yazık oluyor.”
 
Geçen Mart ayında ikinci bahar evliliğimin üzerinden göz açıp kapama hızıyla altı yıl gibi bir zaman geçti. Ben Camili’li ve eşim “Gavur İzmir’li” olunca, işin boyutu başka bir hal alıyordu. Dolayısı ile ışık hızında  gelip, çatan bu yıl dönümünde de benim, yine bir parfüm, çiçek veya başka bir hediye almaktan çok daha başka bir şey yapmam, “farklı olmam” gerekiyordu. (Laf aramızda bu tür günlerde jestler neden hep erkeklerden beklenir, doğrusu bunu da anlamış değilim.) Uzun araştırmalarım sonucunda, bir Rus Opera ve Bale grubunun turne için Amsterdam’da olduklarını ve Çaykovski’nin “Kuğu Gölü Balesi”ni buz üzerinde sahneleyecekleri duyumunu alınca, işte bu deyip, çok farklı olan bu organizasyonum için kolları sıvadım.
 
Gösteri günü gelip çattı ve farklı sürprizimin gösterisi için salonda yerimizi aldık. Gösterinin buz üzerinde, buz patenleri ile, o bir birinden farklı ve güzel yüzlerce muhteşem kostüm ile yapılması, inanılmaz bir sihir halinde ortaya konması, sunumu rüyalar alemine taşıdı. Buz üzerinde son derece mükemmel ve saniyelik senkronize hareketler, atmosfer, Rus balerinlerinin harikulade güzellikleri, koreografiler ve atmosfer inanılır gibi değildi. Demem o ki, evet bir Camili’li olarak bu organizasyonun altından, çok farklı olmayı gerçekleştirerek yüzümün akı ile çıkmıştım.
Gösteri esnasında Hollanda’li bir anne baba, tahminen on beş yaşlarında kız çocukları ile gelmişlerdi ve tam da önümüzdeki sırada oturuyorlardı. Baletlerin hepsi “strech” kostümleri ile dans ederlerken, birisinin önü fazla kabarık olunca, bu genç kızın dikkatinden kaçmadı, diyeceğim ama sanırım sadece O’nun değil, salonda bulunanların pek çoğu izleyicinin gözünden de kaçmamıştır. Kızcağız baba ve annesinin arasında oturuyor ve “kikir-kikir” gülüyordu. Anne baba mahcup bir vaziyette;
“Yapma kızım, etme kızım gülünecek bir şey yok dese de nafile”. Bizde olsa baba tokatı bastığı gibi, tez elden daha detaylı bir hesaplaşma için, gösteriyi falan bırakıp, kolundan tuttuğu gibi evin yolunu tutardı, diye düşünüyorum. Fakat şu da var ki kız babası olmak kolay değil. Kızım olmadığı için rahat rahat konuşuyorum. “Bekara karı boşamak kolay” misali. Bilmiyorum bir Camili’li olarak ben böylesi bir durumda ne yapardım?
 
Konuyu biraz başka yöne çektik, hani bu da ortaya yeşillik olsun der gibi. Balenin konusu da bir o kadar ilginçti. Eser Çaykovski’nin olunca, her ne kadar bayat bir espri de olsa, rahmetlinin hayrına, şöyle tavşan kanı birer çay sunulmadı. Düşünmenize; Çaykovski’nin Kuğu Gölü Balesinin, yüzlerce kişi tarafından demli çaylar höpürdedilerek, ardından da derin bir “ohh” çekilerek seyredilmesi, ne kadar da farklı olacaktı. Demek ki düşünememişler. (Çok mu banal oldu, öyle diyorsanız, bu cümleciği ya ben sileyim, ya da siz okumamış gibi yapın, lütfen + teşekkürler).
 
Öyküde; bilindiği gibi Prens Siegfried annesinin ısrarlarına dayanamaz ve evlenmek için bir gelin adayı aramaya koyulur. Uzun uzadıya aramasına rağmen gönlünün sultanını bulamaz. Günlerden bir gün avlanmak için kırlara gider. Uzun bir yolculuğun ardından, büyük bir göle gelir. Gölde yüzen kar beyazı kuğuları görür ve ansızın kuğulardan biri muhteşem güzellikte genç bir kıza dönüşür. Prens Siegfried o an bu genç kıza deliler gibi sevdalanır. Genç kız aslında büyücü tarafından bir kuğuya dönüştürülen Prenses Odette’nin kendisidir. Büyünün etkisi ile Prenses Odette gündüzleri kuğu, geceleri ise normal genç bir kız olarak yaşamaktadır.
 
Prens Siegfried hemen orada Prenses Odette’ya evlilik teklifinde bulunur. Büyük şenliklerle evlenip, mutlu olurlar. Evlilik ile bir kuğu olmaktan tamamen çıkması gerektiği halde büyücü bu dönüşüme engel olmak için elinden geleni yapar. Sürekli Prenses Odette’ya kötülükte bulunur. Canlarından bezen Prens ve Prenses intihar etmek için göle atlarlar, fakat boğulmazlar, göl aniden buz tutar. İntihar edemeyen Prens Siegfried ve kuğu eşi Prenses Odette uzun ve mutlu bir hayat sürdürürler.
 
Farklı olabilme uğraşım bununla da sınırlı kalmadı. Başka olabilme hastalık haline geldi. Bu o İç Anadolu bozkırının bağrında doğan bir Camili’li için pek de hayra alamet değil, çok geç de olsa ayrıcalıklı olmaya yeltenme hevesi, nerede ise tutku haline geldi. Bu vukuatın ardından hemen Mozart’ın Saray'dan Kız Kaçırma Operasına da gittim. Bu esere de bayılmamak elde değildi, bizim diyarın motiflerinin işlenmiş olması, gösteriyi daha da çekici kılıyordu. Benim farklı olmaya çalışma uğraşımın patırtılı gürültüsü, o kadar ayyuka çıkmış olacak ki, artık etrafımdan da bunu sürdürmeme yardımcı olup, bu konuda katkı sunmaya çalışanlar yok değildi. Ne diyeyim sağ olsunlar, var olsunlar. Heybedeki tıka basa dolu olan keşkelere bir yenisini ilave edecek olursam; bu tatlı uğraşı, hani bu zamanın geçmek nedir bilmediği gençlik yıllarında yer alsa idi, farklılık daha da farklı olacaktı.
 
İki gün önce, tanışıklığımızın bir hayli gerilere gittiği, eski bir Hollanda’lı arkadaşım öğretmenlik yaptığı okulda, öğrencilerinin bir müzikalde oynadıklarını, kendisi ile gelip, gelemeyeceğimi sorunca, ağzımdan dökülen “hay hay” sesleri uzunca bir sıra oluşturdu. Anlaştığımız gün ve saatte salonda yerimizi aldık. Amatör olmalarına rağmen, çok uzun süre üzerinde çalışmış olmalılar ki, profesyonellere taş çıkartmadılar ama doğrusu aratmadılar da. Zaten çıkartmak isteseler de Hollanda’da taş olmadığını, her tarafın kum olduğunu bildiklerinden olsa gerek, bu denli zahmetli bir işin altına girmeyi, sanırım lüzumlu görmediler. Son zamanlarda apansız nüks eden, farklı olabilmek gibi ağır içerikli tutkum sayesinde, artık amatör bir grubun, profesyonel gruplara ne denli bir mesafede olduğunu dahi görür hale geldim.
Arkadaş ile gittiğimiz bu amatör öğrenci grubunun müzikalleri de çok iyi idi. J.S. Bach, Dimitri Sjostakovich ve Mozart'in muhteşem müzikleri eşliğinde gösteri yaptılar. Birinci yarıdan sonra bir şeyler içmek için bara geldiğimizde, örgencileri ile gurur duyan ve bu konuda güzel şeyler duymak isteyen arkadaşım, kulağıma eğildi ve;
 
“Eh nasıl buldun?” diye sordu. Daha önce Rus güzellerinin bale danslarını da gördüğümden, hemen bu iki grubu karşılaştırdım. Camili’li olmak burada da yakama yapıştı. Biraz fütürsüz bulundum ve aklımdan geçenleri söylemekte gecikmedim.
 
“Evet çok güzel. Fakat dikkatimi bir şey çekti. Hollanda’lı bayanların ayakları genelde biraz daha büyük olduğundan, balede estetik açıdan görselliğin çıtasını biraz aşağılara düşürüyor. Kadınların büyük ayakları, bale dansında ‘lap-lap’ yere düşer gibi oluyor.” Bunu der demez arkadaşım bardaki bütün arkadaşlarına benim bu gözlemimi, benim kızarıp bozarmalarımla birlikte anlatınca, bütün kadınlar, ayaklarını ilk defa keşfediyorlarmış gibi, eğilip baktıkları yetmiyormuş gibi birbirlerine ayak numaralarını uğultu halinde sormaya başladılar. Olanlar olmuştu. İkinci yarının başlama zili çaldığında bütün gözler yere eğik bir vaziyette, ayaklarımıza baka baka, Anıtkabir'in aslanlı yolunda ilerleyenler gibi salona doğru yürüdük. Gösteri başlamak üzere olduğundan acele ile yerlerimize oturduk. Fakat benim oturmam da biraz farklı oldu. Açılır kapanır koltuğa oturmak istediğim anda, koltuğu elimle bastırıp, haşmetli kıçımı koymamla birlikte, arkamdaki koltukta, Hollandaca bir feryat yükseldi ki, bunun tam Türkçe karşılığı “yandım anam” dı. Ayağına uzun uzadıya bakarak salona gelen kadıncağız, hemen oturmuş ve devasa lap-lap ayağını koltuğun açık olan tarafına dayamıştı ve dolayısı ile araya sıkışmıştı. Benim oturmam ile birlikte büyük bir acı ile yaygarayı bastı. Üzerimden hala atamadığım devam edegelen mahcuplukla, onlarca kez özür dilemek zorunda kaldım. Farklı olmaya çalışmam biraz tehlikeli hal almaya başladı. Hollandalı kadınların ayağına nazar değdirmiştim. İyi ki anne ve babası ile Kuğu Gölü Balesini izlemeye gelen on beş yaşlarındaki Hollanda’lı kızın nazar eder bir durumu yoktu, yoksa önü arkadaşlarına göre daha kabarık olan Rus baletin başına kim bilir neler gelirdi. O nedenle çok hızla geçen bu zaman biriminde, parkur değiştirmekte, bir Camili’li olarak çok da radikal olmamak daha yeğ olacak gibi görünüyor. Saygılar…

Amsterdam, 27 Haziran 2015
 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..