Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Temmuz '09

 
Kategori
Edebiyat
 

Letonya'ya yolculuk

02 Nisan 2009 günü hazırlıklarımızı yapıyoruz. Biletlerimiz hazırlanmış, önce İzmir ve daha sonra İstanbul’dan uçakla gitmemiz gerekir. Kişi başına 15 kiloyu geçmemek koşulu var. Hazırlıklarımızı ona göre yapıyoruz. Eşimle birlikte gidiyoruz. Riga’da özel bir şirkette çalışan görevli oğlum ve gelinimin davetleri üzerine gidiyoruz; elbette torunlarımızı da göreceğiz. Can tatlısı iki tonunumuz var. Biri erkek, biri de kız Torun sevgisi, Allah vergisi, hiçbir şeye değişmez. Onları görmeye gidiyoruz. Eşe, dosta elveda dedik. Ne olur, ne olmaz.. Yolculuk esnasında bizi arayıp soranlara buradan teşekkürlerimizi ve selamlarımızı sunuyoruz.

03 Nisan 2009 akşamı Söke’den ayrılıyoruz. Söke Ovası geride kalıyor. Özel arabamızla gece saat 01, 30’dan sonra yoldayız. Çünkü sabah erken İzmir Adnan Menderes Hava limanında hazır bulunmamız gerekir. Gerçi biraz erken kalktık. Ne olur, ne olmaz, erken yola çıkalım dedik. Hiç bir yerde tokezlemeden saat 15.45 sularında İzmir Adnan Menderes Hava Alanı’na vardık. Yolda güzelim yol arkadaşımız emektarım Şahini üzmeyelim diye yavaş yavaş gidiyoruz. Bizi üzmeden hedefe vardık. Bizim gibi birkaç yolcu daha vardı. Sabah’ın ilk ışıklarıyla bilet, pasaport işlemlerimizi yaptırdık. Eşyalarımızın, çantalarımızın ve bavullarımızın sıkı bir şekilde kontrolü yapıldı. Cep telefonlarımızı, belimizdeki kemerleri, kolumuzdaki bilezik ve saatleri bile çıkarıp kontrolden geçtik. Çünkü sıkı bir denetim vardı. Zaten uçak biletlerimiz daha önceden ayarlanmıştı. O anda yurtdışına uyuşturucu kaçıranları ve ellerindeki silahlarla uçakları nasıl kaçırdıklarını düşündüm, bunca sıkı aramalardan sonra, hayret ettim doğrusu. Hatta bazılarının bot, çizme gibi ayakkabı olanları da kontrol ediyorlardı. Tüm bunlar bilgisayar ortamında yapılıyordu. Çantalarımızda, bavullarımızda ne var, ne yok aynen televizyon ekranında görüntü altına alınıyordu. Tek kelime ile sıkı bir kontrol ve denetim vardı.

PEGASUS şirketine bağlı bir yolcu uçağı ile yola çıkıyoruz. Hareket saatimiz 070.5.tir.İki saat önce bizim Adnan Menderes Hava Limanında yani salonda bulunmamız lazımdı. Bizde ona göre tedbirlerimizi aldık. İşlemler zamanında yapıldı. Uçakta yerlerimizi aldık. Ve saat tam 07.05’te havalandık. Uçak İstanbul’a gidiyor. Rahat ve heyecanlı bir şekilde havalandık. Yavaş yavaş yükseliyor, Yarım saat sonra, pilotumuz kısa bir konuşmadan sonra “sayın yolcular, 7 bin 300 metre havadayız. İnşallah sağlıklı ve zamanında istanbul’a varacağız” dedi. Uçakta üç güzel hostes vardı.

Ceylan gibi genç kızlar, hostesler, belleri ince, yüzleri güleç ve tatlı bir tebessümle bizlere hizmet vermeye çalışıyorlar. Ayrıca hem Türkçe ve hem de İngilizce meydana gelebilecek bir uçak kazası hakkında bizlere hareketli olarak bilgi veriyorlardı. Allah korusun bir kaza olursa bunları kim düşünür diye düşünüyorum. Bu yolculukta heyecan ve hüzün dorukta. Ölüm bizlere her dakika daha yakın görünüyor. İçimizde bildiğimiz duaları okuyoruz. Saat 08.15 civarında İstanbul Atatürk Hava limanındayız. İnişimiz kalkışımız gibi rahat ve heyecanlı oldu.. Yolculuğumuz tam 58 dakika sürdü. İstanbul Atatürk Hava Limanı kalabalık, ana baba günü, bagajlardaki bavullarımızı almak için sıra bekliyoruz..

PEGASUS MAGAZİNE :

Uçağımıza binerken hostesler bizlere gazete ve dergiler verip dağıttılar. Elime bu şirkete ait daha çok magazin içerikli PEGASUS Dergisi geçti, Nisan 2009 tarihli, daha çok bu şirketle ilgili magazin yüklü tanıtıcı reklamlar vardı. Ancak en çok dikkaktimizi neler çekti biliyor musunuz? Söylersem sizin de dikkatinizi çeker diye düşünüyorum. Dergide koca koca bir yazı ve ilgi çekici resimlerle MARDİN’i tanıtıcı yazılar ve resimler yer aliyor. Bu nasıl bir rastlantı, hayret ettim doğrusu. Mardin ilimizin tarihi dokusunu canlı bir şekilde ortaya koyuyor. Ne güzel bir rastlantı değil mi? Bu dergiden iki tane daha aldım. Yazı hem Türkçe ve hem de İngilizce yazılmış. Yazının başlığı aynen şöyledir: “<ı>Gecesi gerdanlık, gündüzü seyranlık” diye. Ve şu cümleği okuyoruz: daracık sokaklarında çan ve ezan sesleri birbirine karışırken, taşın sertliğini şefkatli dokunuşuyla yumuşatarak bir Güneydoğu masalına dönüştüren şehrindeyiz, Mardin’de. Bu satırları Pegasus’un yazarlarından Birgül Kopuz’un bir gezi yazısından alıntı yaparak sizlere<ı> sunuyorum

“ <ı>Taşların bir dili olsaydı eğer, Mardin’i en güzel onlar anlatırdı. Bu tarihi şehirde kapıları, duvarları değişik motiflerle süslü güzelim taş evlerin önünden geçerken, her birinin hikâyesini öyle merak ediyorsunuz ki! Bazı binaların dış cepheleri kitabeler, çeşitli desenler ve süslemelerle bezenmiş. Evler birbirine daracık sokaklarla, merdivenlerle ve yöre halkının “ abbara” dediği karanlık geçitlerle bağlanıyor. Her evin çatısı, bir yukarıdaki eve teras olmuş. Mardin, Mezopotamya’yı (Yeşil Ova)’yı seyrederken, sizde karşısına geçip Mardin’i seyrediyorsunuz. “ diyor.

Yazar Birgül Kopuz, Mardin’in tarihi, turistik yerlerini, mahalli yemeklerini, geleneklerini, göreneklerini, tarihi ve coğrafi dokusunu ” kimler geldi, kimler geçti? “ bölümünde ise: Bu şehirde Süryaniler, müslümanlar, Yezidiler, Yahudiler, Araplar, Ermeniler gibi birçok farklı din, etnik kökeniyle beslenen Mardin, belki de bu yüzden böylesine görkemli, canlı olduğunu devam etmiştir.”

Ben bunları okurken, uçağımız dağları, tepeleri, şehirleri çok yükseklerden aşıp, geçererek İstanbul’a yaklaşıyordu. Uçakta uyuyanlar, dergi, kitap okuyanlar da vardı. Arada, sırada uçağın küçük penceresinden yeryüzünü seyre dalıp, bulutların bembeyaz birer kar parçası gibi görüyorduk. Bulutların üzerinden koca bir tanker geçmiş gibi yol yol yarıklarla görünüyordu. Bulutların böylesine görkemli bir görünüşünü ilk defa görüyordum. Gerçekten güzel ve harika bir manzara idi. Nihayet 58 dakika sonra sağlıkla İstanbul Atatürk Hava Limanı’na vardık. Rahat bir inişle nefes aldık.

Dil bilmemenin ne denli zor olduğunu bir kez daha anladık. İçimden “ammada cahilmişiz” dedim. Bir daha dünyaya gelirsem, İngilizceyi mutlaka öğreneceğim. Genç kuşaklara İngilizceyi, Almancayı öğrenmelerini özelikle tavsiye ediyorum, Ayrıca hali, vakti yerinde olan ailelerimizin çocuklarına mutlaka İngilizce’yi öğretsinler. Özel dershanelere mutlaka çocuklarını göndersinler diyorum. Yurtdışına çıkarken ben bu zorlukları yaşadım. İtiraf ediyorum ki, bizler çok cahil kalmışız.

Oğlum Mustafa’nın arkadaşlarından öğretmen Ali Kuşçu, .bizi telefonla arıyor.” Kadir amca sizler şimdi nerdesiniz? Sizi gelip alacağım” diyordu. İstanbul Atatürk Hava limanı çok kalabalık, anacık, bacık günü. Uçağın biri iniyor, ikisi aralıklarla kalkıyor. Dünyayının her yönüne giden uçaklar, insanlar vardır. O an da ben de mihmandarımız Ali Kuşçu’ ya telefonla cevap veriyorum: “biz şu anda Atatürk Hava liman’ın İçhatlarının giriş bölümünde danışmaya yakın bir yerdeğiz” diye yanıt veriyorum.”Tamam kadir amca, oradan sakın ayrılmayın” diyor..Heyecanla bekliyoruz..

Ancak birbirimizi tanımıyoruz.”^Kadir amca salona girdiğimde bir daha telefonla arayıp, ” 3 Nisan 2009 diyeceğim, bu bir paroladır, sen de o zaman ayağa kalk” dedi. Nihat biraz sonra tekrar telefon çaldı. 3 Nisan 2009 deyince bende ayağa kaltım. Bu şekilde öğretmen Ali Beyle ancak görüşebildik, kucaklaştık. Ali Bey, genç bir öğretmendi. İstanbul’da görevli idi. Ayrıca çalıştığı özel bir ofisi vardı. Hava da ayaz ve soğuktu. Çantalarımızı, bavullarımızı aldı, bizi özel arabasına kadar götürdü. Lüks son model bir arabası vardı. “Bizi eve filan götürme, kimseyi çoluk, çocuğu rahatsız etmeyelim” dedim. “ Kadir amca, merak etme, siz benim konuğumsunuz, sizi eve filan götürmeyeceğim, şurda hava alanına yakın bir yerde çalışma ofisimiz var. Sizi oraya götürüyorum. “ dedi. Gerçekten on onbeş, dakika sonra yakın bir yerde indik.

Bizi dört katlı bir binanın önünde bıraktı, arabasını uygun bir yerde park etti. Binanın ikinci katına çıktık..Yerimizi gösterirken, “hocam bu sizin özel odanız, burada istirahat ediniz, şu zile basınız personelimiz gelip sizlere çay, kahve ihram edecekler, ayrıca yemek yemeden sizleri göndermem” dedi ve ayrıldı, gitti.Böyle yerlerde İnsanın ya parası, ya da candan iyi bir dostu olmalı veya bir yakını olacak böyle bir yerde.Hele bu devirde .Ama çoğu yerde para da hiç bir işe yaramıyor. Sizi candan seven vefalı bir dostunuz olmalı. İşte karşımıza böyle bir vefalı insan çıkmıştı. Özel odamızda iki saat istirahat ettik, Saat öyleye doğru geliyordu. Cuma’ya yetişmek kısmet olmadı. Sultan Ahmet’te bulunmayı çok isterdim. Yetişemedik; çünkü uçağımız İstanbul’dan Riga’ya saat 15.00’te kalkacaktı.

Bizim ise iki saat önce hazır bulunmamız gerekirdi..Öyle yemeğini kaldığımız ofiste yedik, çaylarımızı içtikten sonra mihmandarımız öğretmen Ali Bey yanımıza geldi, ” hocam hazır mısınız “ biz de hazırız” dedik. Tekrar özel arabasıyla Atatürk Hava Limanı’na vardık. Tekrar pasaport, bilet ve bavullarımızın sıkı bir kontrolu yapıldı. Buradaki kontrol daha da sıkı idi. Uçağımızın kalkacağı 211 nolu salonunda uçağımızın kalkış saatini bekledik.. Ali Beyle vedalaştık, Riga’ya gidecek birkaç yolcu ile el hareketleriyle daha doğrusu vücut diliyle tanıştık. Son kitaplarımdan( <ı>Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı- 4.baskı- Aydın–2008) imzalı olarak armağan ettim. Saat 12.45.’te yerlerimize yerleştik. Bilet numaramız 21E idi. Eşim pencereye yakın kolktukta oturdu. Yine kemerlerimizi bağladık. Sol yanımdaki koltuk boş kaldı. Diğer uçakta olduğu gibi yine üç hostes bizleri karşıladı. İçlerinde ikisi el, kol hareketleriyle bizlere İngilizce, Rusça açıklamada bulundular. Tövbeler olsun tek kelime anlamadım. Tek anladığım şey uçak bir kaza yaparsa alt koltuğumuzda bulunan hava yastığı ( can yelekleri) “boynunuza asın ve tehlike anında şişirin” diye anladım. Başka bir şey de anlamadım desem en doğrusudur.

Yurtdışına çıkarken en zor olanı dildir. “Bir lisan bir insan, iki lisan iki insan demektir” derdi büyüklerimiz. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Gençlere tavsiyem mutlaka bir yabancı dili özellikle İngilizce veya Almancayı bilmelerini sağlık veririm. Gerçi ben de Türkçe, Fransızca ve hatta Arapçayı iyi biliyorum. Fakat bunlar pek işe yaramadı. İkinci kezdir yurt dışına gitmek nasip oluyor. Birkaç yıl önce ( 2006) tarihinde yine Nisan ayı içinde İngiltere’ye, Londra’ya gitmek nasip olmuştu. Artık pasaport hazırlamanın, uçağa binmenin yo, yordam konusunda pek yabancı değildim. Lakin ne İngilizce, ne de Rusça veya Letoncayı bilmiyorum. Bu yaştan sonra kurslara gitmekte artık zordur. Gerçi okumanın yaşı yoktur diyorlar, Artık bu da geçti bizden diyorum.

Uçağımız İstanbul Atatürk Hava Limanı’ndan havalandı, İstanbul üzerinden Bulgaristan, Beyaz Rusya, Polonya, Macaristan, Litvanya derken Letonya’nın başkenti Riga’ya iniyoruz. Riga’nın hava limanı da oldukça kalaballık. Saate bakıyorum. Saat tam 16.10 civarında. Demek ki yolculuğumuz üç saat sürmüş. Çantalarımızı, bavullarımızı alırken yine pasaport ve kimlik yoklaması yapıldı, . Herkes gitti eşimle yalnız kaldık. Görevli memur kimlik ve pasaport konrolunu yaptıktan sonra bizi el hakeretleriyle bir başka görevli bayanın yanına gönderdiler. İnce zarif bir bayanla karşılaştık. Bu bayanın yüzü hiç gülmüyordu. Kimliklerimizi, pasaporlarımızı verdik. “Kimin yanında kalacaksınız” şeklinde Letonca bir şeyler söyledi. Elimde oğlumun kaldığı cadde, mahalle, sk, apartman ve işyerinin açık adresi vardı. Bilgisayardan kontrol etti. En sonunda el hareketleriyle gidebilirsiniz”dedi. Bir oh çekerek dışarıya çıktım. Dışarıda oğlum Mustafa ve gelinim, torunlarım bizleri bekliyorlardı. Bizi alıp özel arabalarıyla evlerine gittik. Hasretle, özlemle kucaklaştık. Sadece dil, lisan konusunda zorluk çektik, menzile rahat vardık... Uçak yolculuğumuz biraz heyecanlı olsa da iyi geçti.

Riga dümdüz bir ovada kurulmuş, tıpkı bizim Söke Ovası gibi. Ama Söke’nin beş katı kadar vardır. Tümü ile yemyeşil bir şehir. Alabildiğine çamlarla kaplı bir kent..

Ben bu satırları Letonya Riga’dan yazıyorum. Türkçe bilen oğlum ve çocuklarından başka tek Allah’ın kulu yok. Koca şehirde Riga’da gezerken kendimi yalnız hissediyorum. Dil bilmemenin şimdi ne denli zor olduğunu daha iyi anlıyorum. İnsan gerçekten kendini cahil görüyor, altı, yedi yaşlarında torunlarım var, onlar bana rehbetlik ediyorlar. Üç dil biliyorlar. Türkçe, İngilizce ve Rusça, Şimdi de Letonca’yı öğreniyorlar. Çocukların maşallah’ı var. İkisi de bilgisayar dostu. Akşamları ben onlara Türkçe ile matematik derslerini öğretiyorum, onlar da bana gündüzleri Riga’yi gezdiriyorlar, rehberlik yapıyorlar. Onlar torun ben dede. Daha doğrusu bana tercümanlık, mihmandarlık yapıyorlar.Zamanın çocukları çok zeki.

KALDIĞIMIZ SEMT :


Biraz da kaldığımız mahalle veya semtten sözetmek istiyorum. Kaldığımız yer koca bir site. Evlerin, apartmanların yeni yapıldığı belli. Aşağı yukarı 12 siteden oluşuyor. Sitenin adı MEZA CEMİES sitesidir. İnşaat levhasında ben bunları not olarak aldım. Sitenin 500 metre ilerisinde çok eski bir kilise var. Kilisenin biraz ilerisinde mahalle mezarlığı vardır. (Mezarlığın adı letonca sadece “KAPI” geçiyor. Bu mahalle mezarlığından yazımın giriş bölümünden kısaca söz etmiştim.

Sitenin Apartmanları birbirlerine yapışık, dört katlı, sıra halinde ama düzenli. Binaların ısınma sistemi karoliferle. Peteklere bakıyorsun ısınmış görünmüyor, yalnız bina tümü ile sıcak. Sistem çok güzel hazırlanmış. Isınma olayı doğal gaz ve sıcak su iledir. Her taraf aynı sıcaklıkta. Hayret ettim doğrusu. Ama dışarı soğuk. Güneş olsa da hava ayaz.

Her sitede aşağı yukarı 60 daire vardır. Demek ki tüm site’de 600 aile yaşıyor. Hepsini gezemedim. Her iki sitenin arasında boydan boya bir çocuk bahçesi, oyun alanları var. Her birin bahçesi, otopark yerleri belli. Alanlar ve bahçeler sağlı, sollu kamaralarla dizayn edilmiş. Sitenin özel bahçeleri çiçeklerle, salıncaklarla bezenmiş, değişik salıncaklar, küçük çocuklar için oyuncaklar vardır.Her taraf kamara ile kontrol ediliyor. Öyle kapıda, sitede güvenlik görevlisi filan yok. Kapıların tümü otomatik.Bir iki yerde büyükler ve gençler için pinpog masası bulunuyor..Çocuklara yönelik her türlü oyuncaklar için yer ve zemin hazırlanmıştır. Geri kalan alanda çocuklar için oyun yerleri, yürüyüş parkürü var. Arabaların park edildi yerde koca ve süslü bir Java motor dikkatimi çekti. Motorların da ayrı bir park yeri var. Bu koca motorun plakasını aynen yazıyorum: TC. 9001. Sahibini merak ettim. Sonradan öğrendim ki doğum yeri Ankara olduğunu söylediler. Ama Türkçe bilmiyor. O da Ankara’nın anısına motoruna TC plakasını almış. Onunla tanışmak mümkün olmadı. Sağında ve solunda iki Letonya bayrağı sallanıyor. Letonya bayrağıda bordo kırmızı ve beyaz. Orta çizgisi beyaz, yan çizgileri koyu kırmızıdır. Motoru tarif etmek zor. Fiyatı 45 milyar olduğunu söylediler. Yani şu anda Riga’da iki oto parasıdır bu rakam.

Her sitenin Kuzeyden ve güneyden şifreli iki kapısı vardır. Her sitenin ayrı ayrı şifreleri vardır. Bizim kalğımız sitenin şifreleri 5206 A idi, bu rakamlara bastığınız an bahçeye ancak girebiliyorsunuz, her sitenin yani her apartmanın yine iki ayrı giriş kapısı vardır. “kapıyı lütfen kapatınız” diye bir şey yok. Bu kapıların da ayrı ayrı iki şifresi vardır. Yine bizim kaldığımız apartmanın ilk giriş kapısının şifreleri: 0421, ikinci şifresi 5628 idi. Bunlara bastığınız zaman kapılar otomatikman açılıyor, içeriye girdikten sonrra kapılar kendi kendine kapanıyor. Kapıların tümü camlıdır. Şifreyi bilmezseniz dışarıda kalırsınız. Öyle kapıcı filan yok. Acmak için hiç bir kmseyi bulamazsınız, bulsanız dahi size açmazlar. Ben bir kere dışarda kaldım, şifreyi unutmuştum, Birine el hareketleriyle söyledim, anlatmaya çalıştım, tabi vücut diliyle, bana sadece ” no, no “ dedi. Açmadı. Sonradan eve telefon açarak, ancak kapıyı açabildim.

Kapılar, bahçeler en modern bir şekilde yapılmıştır. Yerde bir tek çöp bulamazsınız. Ben sadece iki kişiyi gördüm, temizlik yaparlerken; biri kadın, diğeri erkek. Karı-koca olduklarını öğrendim, her hallerinden belli oluyor. Ailece iş yapıyorlardı. Hemen yakınında koca bir dere, derenin içinde de 50’den fazla yeşilbaşlı ördek var. Derenin içindeki çer-çöpleri, naylon ve diğer artıkları topluyorlar. Ördeklere kimse dokunmuyor. Suya girip çıkıyorlardı. O anda “Yeşil ördek gibi daldım göllere, sen düşürdün beni dilden dillere / başım alıp gidip gurbet ellere” türküsü aklıma geldi. Zaten gurbete çıkmıştım, gurbet elde çok uzak diyarlarda yaşıyorum.

Ötesi koca bir çamlık alanı. Uzayıp gidiyor. Bir ara çamlığı da gezme fırsatını buldum. Derli, toplu bir çalışmaları vardı. Her iki sitenin arasında otoların park etmeleri için beli yerler ayrılmış. Nizami, düzenli. Öyle rastgele değil. Alan boş bile olsa istediğin yere park edemezsiniz. Her aracın plaka numarasına göre yerler hazırlanmıştır. Dışarıya çıkarken ve gelirken giriş kapılarının da otobanlarda olduğu gibi giriş kartı ile giriyorsunuz, o da otomatiktir. Bunun için oto sahibi her aybaşı için bu kartlarını yeniliyor ve belli bir miktarda para ödüyor. Bu paralar çevrenin genel temizliği ve bakımı için kullanılıyor. Ayrıca her iki sitenin belli bir yerinde çöp koyntenleri vardır. Bu kokteynlerde yine birer kulübe içine alınmış olup, çöpler ayrı ayrı çöp kutularına alınıyor. Cam, naylon. Kâğıt, çöp bidonları ayrı ayrıdır. Kenarda, köşede tek bir çöp bulamazsınız. Her şey yerli yerinde, derli, toplu, nizami. Çöpler özel arabalarla geceleğin alınıyor. Sabahlayın baktığınız zaman tek bir çöp bulamazsınız. Her şey saat gibi çalışıyor. Ses, gürültü yok, hele ortada dolaşan satıcılar, hurdacılar hiç yok. Öteberi, malzeme satanlarıda asla göremezsiniz. Bir şey almak isterseniz belli yerlerde marketler vardır. Marketlerde aynen bizim Migroslar’da, Tansaşlarda olduğu gibi yok yoktur. Ne isterseniz bulabilirsiniz. Kaldığımız sitenin biraz ilerisinde iki market vardı. Birinin adı BETA market, diğerinin adı Süper Netto idi. Bu marketlerde yok yoktur. Ne alırsanız vardır. Büyük alış veriş merkezleri şeklinde hazsırlanmıştır.Çay, kahve içmek için de ayrı bir yerleri vardır.

CESİS’TE TÜRK ŞEHİTLİĞİ :

Bugün Pazar. 12 Nisan 2009, oğlum Mustafa “ baba bugün sizleri çok sevdiğiniz bir yere götüreceğim, çok sevineceğinizi tahmin ediyorum” dedi. “Nereye gideceğiz değince ?“ PLEVNE TÜRK ŞEHİTLİĞİ ‘ne gideceğiz “ dedi.. Riga’dan 90 km kadar uzakta. Hazırlıklarımızı akşamdan yaptık, defteri, kalemi aldım, zaten deftersiz, kalemsiz hiç bir yere gitmiyorum. Gezi ile ilgi notlar aliyorum. Bir daha buralara gelmek çok zor diye düşünüyorum. Onun için hazırlıklı olarak gidiyorum. Gelin hanım kızım nevalemizi akşamdan hazırladı. Eşim, torunlarımla birlikte arabamıza bindik. Arabamızda son model, ceylan gibi yolları yalayıp gidiyor. Ben önde oturuyorum, zaman zaman notlar alıyorum. Yazım da çok güzel maşallah!. Alimalaah, benden başka kimse okuyamaz, yani o denli bir doktor yazısı gibi okunaklı (!). “ Âmân oğlum biraz yavaş” diyorum. Yol ise tertemiz asfalt, son derece modern ve işlek bir yol, otobanın ta kendisi. Kimi yerde dört, kimi yerde üç şeritli. Yol boyunca çam ormanı. Hem sağımız ve hem solumuz çam ağaçlarıyla dopdolu. Letonya’nın ağaca ve ormana çok önem verdiğini görüyorum. Tarif etmeye imkân yok. Her taraf yemyeşil. Çamların yüksekligi 100 metreden fazla. Bütün yollarda çam ağacı vardır. Gelin gibi nazlı ve elif gibi göklere doğru özgürce uzanmışlar. Mübarek sanki cetvelle çizilmiş, o denli dik ve düzgün. Koca işlek yolda 90 km yol aldık, trafik olayı yok, Tümü de çamlık. Havası da o denli enfes. Bizim Aydın’a nasıl Zeytin, incir yağmış ise, LETONYA’ya da çam yağmış. Ülkede ağaç ve orman sevgisi birinci planda tutulmuş. Ağaca ve ormana çok önem veriyorlar. Köylerden geçiyoruz, evler çok modern ve ağaçtan, kalaslarla kerestenden yapılmıştır. Ama düzenli ve bakımlı, hepsi de yüksek çatılı, bir veya iki katlı.

ŞEHİTLİYE GİDİYORUZ:

Şehit ve şehitlikler deyince aklıma yurt içinde ve yurtdışında olan şehitliklerimiz geldi. Aydın Eski Milletvekilimiz Sayın M. Kemal Yılmaz “Yaban Ellerde Kalanlar” adını taşıyan kitabında ( sayfa: 29 ) da yurtdışında olanları şöylece yazıyor: Hindistan, Atina, Belgrat, Mısır( Kahire), Bağdat, Trablusgarp, Kore ( Pusan) Japonya, Lübnan, Gazze, Varna, Irak, - Kütülamare, İsrail, Filistin, Ödese, Suriye ( Şam), Beyrut, Tire, Petroski, Rusçuk, Rodos, Sivastopol, Sofya, Varna, Makedonya, Çekoslovakya, İngiltere, (Londra) ve şimdi sözünü edeceğim Letonya - Cesis- kentinde bulunan şehitliklerimiz vardır.

Şehitliğe gidiyoruz. Riga’dan çıkıyoruz, Tallina, Valmera, Pleskava’ya varmadan Vangazi’den geçiyoruz. Dikkatlerimizi “VANGAZİ” kenti çekti. Aynen yazıyorum: VANGAZİ. Oğluma soruyorum, “buralarda Türkler var mı”? hayır yok, diyor. Belki geçmişte vardı. bilemiyorum, .diyor.

Söke’den büyük bir ilçe. Adı da VANGAZİ. Yolumuza devam ediyoruz yol uzayıp gidiyor viraj hiç yok. Koca koca çam ağaları, kavak ağaçları sanki otoban yolu ile dans ediyor, bambaşka bir manzara, görülmeye değer doğrusu. Tel gibi otoban’da gidiyoruz. Önümüze koca bir köprü görünüyor Köprünün girişinde GAUJA ( Riga’ya 38 Km) levhasını okuyoruz. Altında da Gauja nehri çağlayıp gidiyor. Çağlayan sular sanki bizlere “ hoş geldiniz “ diyor. Karlar yavaş yavaş eriyor, suları boldur.Biraz daha ilerde yine önümüze Lorupe köprüsü geliyor; az daha ilerde Sigulda levhasını okuyoruz. Sigulda bir kasaba, . Ama modern bir kasaba.. Pleskava yolundayız Dedimya yol tel gibidir, virajlar asla yok. Sağımızda da demir yolu görünüyor. Demir yolunun etrafı da yine çamlarla örülü. Kimi yerde de kavak ağaçlarını görüyoruz. Ekilen tarlalar yeni yeni yeşermeye başlamış, nadasa bektletilen topraklar bir hayli işlenmiş olarak görünüyor. Ortalıkta tek bir kaya veya bir tek taş yok. Harran Oavsı gibi düz ve geniş ama yemyeşil. Böylesine güzel arazileri görüyoruz. İmrenilecek bir coğrafyadayız.

Tarlalar traktörle sürülmüş beklemeye bırakılmış vaziyette görünüyor.sazlık hiç yok.. Arazi de güzelce işlenmiştir, verimli toprakları var, geçen yoldan arazileri bunu gösteriyor. Yer yer gözümüze seralar ilişiyor. Demek ki bu ülkede seracılıkta çok ilerde, Zaten köyler küçük bir çiftlik gibi her türlü traktör, döverbiçer ve tarım aletleriyle dolu.

Yollarda bekleyenler için duraklar var ve yanında çöp bidonları hazırlanmıştır. Valmerera’dan sonra önümüze KARLI levhası ilişiyor. Buda bir kasabanın adı. Ama Türkçe bir kelime.Yine merak ediyorum buralarda Türkler var mı diye? Yok diyorlar. Ama adı “Karlı” ( a’nın şapkası yok). Nihayet Valmera’dan sonra CESİS kentine ulaşıyoruz. Cesis kenti Riga’nın kuzey doğusunda yer aliyor. Pazar günü olduğu için ortalık sakin. Kocaman tarihi bir kalesi ve bir kilisenin önünden geçiyoruz. Halkı inançlarına bağlı ve dini inançlarına kimse karışmıyor, her yerde kilise var. Sözü fazla uzattım galiba CESİS ‘te bulunan Türk Şehitliğinin önündeğiz. Arabamızı uygun bir yere park ediyoruz. Zaten otolar için uygun bir park yeri de hazırlanmıştır. Her şey disiplinli ve düzenli. İşte Avrupa’nın ta kendisi.

Şehitliğin giriş bölümünde yolun solunda kocaman bir levha: “ TURKU KAPI “ levhasını okuyoruz. Levhanın soğuk demirlerini kucakladım ve demirlerini öptüm. Çünkü buralarda Türk Şehitleri vardır diye saygı duydum. Torunlarıma da anlatmaya çalıştım.” Burada yatanlar bizim atalarımız “dedim. Zaten benden hiç ayrılmıyorlar. “TURKU KAPI” demek: Türk Mezarlığı demektir. Riga’da gördüğümüz mezarlığın üzerinde de “KAPI” sözcüğü yazılmıştı. Bu letonca’da mezar demekti. Huşu içinde şehitliği geziyoruz.

Şehitliğin yüzölçümü, mezar alanı 150 metrekare, olmak üzere çevresiyle birlikte 3800 metrekare olup, arazinin mülkiyeti Cesis kenti belediyesine aittir.

1877- 1878 Osmanlı- Rus harbinde yaralanan ve Ruslara esir düşen askerlerimizin bir bölümü o dönemde Rusya içinde yer alan bugünkü Letonya topraklarına getirilmiştir.Ancak, gerek yaralı olmalarından, gerek hastalıklarından dolayı hepsi bir süre içinde hayatlarını kaybetmiş ve bunlardan bir kısmı Cesis’teki mezarlığa defnedilmiştir.

Şehitliğin oluşumu 1878 yılına dayanan bu tarihi şehitlik( Plevne kahramanları), 1937 yılında o dönemde Baltık ülkelerine akredite olan Tallin Büyükelçiliğimizin girişimleri ile bugünkü anıt mezar görünümüyle inşa edilmiştir.Mevcut kayıtlara göre burada, isimleri tesbit edilebilen 26 şehidimiz yatmaktadır.Her mezar için sembolik olarak üzerinde ay yıldız olan birer taş (mermer) bulunmaktadır.Aldığımız bilgilere göre Cesis’te toplam 163 şehidin bulunduğu yolunda bilgiler mevcuttur.

Cesis’te ki Türk şehitliğini gezerken Gazi Osman Paşa aklıma geldi. Bu büyük Türk kahramanını hatırlamak, rahmetle anmak istedim. Plevne Kahramanlarının mezarı başında saygıyla durdum. Çünkü Gazi Osman Paşa 1877–1878 yılları arasında Osmanlı Ordusu ile Ruslarla Plevne’de kahramanca savaşırken silah ve savaş malzemeleri kalmadığı için maalesef Ruslara teslim olmuş, büyük kayıplar vermişlerdi. Tarihçilerin verdiği bilgilere göre Rus Çarı Nikola, Gazi Osman paşa’ya “kılıcını beline tak, sen gerçek bir kahramansın” diye onu onurlandırmıştı. Ben bu konuyu tarihçilere bırakıyorum. Ancak meşhur Osman Paşa ile ilgili” <ı>TUNA NEHRİ AKMAM DİYOR” Türküsünü okumadan geçmeyeceğim:

<ı>

<ı>Tuna nehri akmam diyor
<ı>Kenarımı yıkmam diyor
<ı>Şanı büyük Osman Paşa
<ı>Plevne’den çıkmam diyor.

<ı>

<ı>Kılıcımı vurdum taşa
<ı>Taş yarıldı baştanbaşa
<ı>Ünü büyük Osman Paşa

 
Toplam blog
: 2227
: 832
Kayıt tarihi
: 27.06.09
 
 

1946 Mardin ili, Kızıltepe ilçesi'nin Esenli köyünde doğmuştur. İlk ve ortaokulu Kızıltepe'de bit..