Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Aysegül Akbay Yarpuzlu

http://blog.milliyet.com.tr/yarpuzlu

05 Ağustos '14

 
Kategori
Siyaset
 

Liberalizm ve uluslararası ilişkiler teorisi -1

Liberalizm ve uluslararası ilişkiler teorisi -1
 

Liberalizm – Teoride ve Tarihte


Liberalizm – Teoride ve Tarihte

Giriş

Liberalizmin Uluslararası İlişkiler(Uİ) alanındaki durumu, dünya siyasetindekinin yanı sıra, çoğu kişiye göre, sürekli iniş ve çıkışlar, göklere çıkarılan beklentiler ve utanç verici başarısızlıklar ile nitelendirilir. Bundan dolayı, Soğuk Savaş’ın ve ardından onun hızlı ölümünün sonunda liberalizmin “zaferi”; bu tarihin şu soruya yol açan en son örneğidir:  “liberalizmden sonra”, eğer varsa, ne gelecek? Fakat ileriki sayfalarda, liberalizmin bir “yükseliş” ve “düşüşü”nün, elbette bir siyasi proje olarak liberalizmin geleceğine değil, en fazla Uluslararası İlişkiler içinde liberal teorinin akıbetine denk geldiğini ele alacağım.

Bu bölümün ilk kesitinde, liberalizmin Uluslararası İlişkilerde adamakıllı yanlış anlaşıldığını ortaya koyacağım. Onun zengin, çeşitli ve zaman zaman çelişkili manifestolarıyla karşılaşan akademisyenler, liberalizmin belirli yönlerine odaklanma eğilimi gösterirler. Bu uygulama; liberalizm hakkında sadece kısmi kavrayışlar sağlayan çeşitli liberal yaklaşımlar ve teoriler ile sonuçlanır. Bu kısmi kavrayışların ışığında, liberalizm gerçekten sürekli iniş ve çıkışlardan geçer gibi görünür.

Bölümün ikinci kesitinde, buna bağlı olarak bu kısmi kavrayışlara yol açan yegâne bölünmelere köprü kurarak liberalizmin özünü anımsatmaya çalışacağım. Bu amaçla; Locke’un, ana yönleri ve siyasi dinamikleri arasındaki bağlantıyı açık biçimde kuramlaştıran ilk liberal ilkelerin öncü formulasyonuna yeniden bakacağım. Dahası, bu Locke’cu liberalizm açıklaması ve onun dinamikleri liberalizmin tarihsel gelişimi ile kapsamlı bir biçimde kanıtlanmıştır.

Bu alternatif görüşün merceklerinden bakıldığında, yakın tarih, liberalizmin ne bir “yükselişi”ni ne de bir “düşüşü”nü gösterir. Bunun yerine, bu dönemi kuşkusuz biçimde niteleyen değişimler, liberalizmin uluslararası sistem tarafından sunulan güç politikası fırsatlarına ve kısıtlamalarına uyumunu gösterir. Kısaca, onlar özde değil, biçimdeki değişimlerdir. Bu nedenle; vardığım sonuca göre, “liberalizmden sonra” gelecek olan basitçe liberalizmin farklı bir kaydıdır.  

Bölünmüş Liberalizm

1990’lar boyunca, çok çeşitli politika görünür biçimde liberalizm ile ilişkiliydi. Onların arasında liberalleştirme, serbestleştirme, uluslararası ekonominin özelleştirilmesi, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ – WTO) gelişmesi ile eski komünist ülkelerin kapitalist devletlere dönüştürülmesi vardı, kısacası neoliberal ekonomik politikalar. Başarısız, çatışma dolu, hatta basitçe otoriter devletlere çözüm olarak liberal piyasayı kurmak için yaygın çabanın yanı sıra, ileriye dönük (proactive) demokrasiyi geliştirme; liberal devletlerin, STÖ’lerin, uluslararası örgütlerin ve kuruluşların dış politikalarında önemli bir rol oynar ve “liberal barışı kurma” kavramına yol açar. Liberalizm aynı zamanda insan haklarının ileriye dönük korunması ile de ilişkilidir; “bir liberal devletler dünyası” ile uyumlu uluslararası hukuk ve uluslararası örgütlerde reform yapma planlarının yanı sıra, özellikle de insani müdahalenin biçiminde izlenir.

Liberal kuralların, uygulamaların ve kurumların bu yayılmasının tersine, genellikle gerçekçilik ile ilişkili güç politikaları eski Soğuk Savaş döneminin özelliklerini belirledi. Kapitalizm, serbest ticaret, serbest piyasa ilkeleri, Batı kürenin etkisine bağlıydı, içte ve dışta siyasi istikrar düşünceleri tarafından kıvamına getirildi. Demokrasiyi geliştirme, siyasal güç düşünceleri tarafından aynı derecede sınırlandı ve koz olarak kullanıldı; böylelikle otoriter devletlerle geniş kapsamlı ittifaklar ve demokratik devletlerin değil taraftarlarının lehine müdahaleler baskın geldi. İnsan hakları genelde egemenlik ilkesine tabi idi. Kısaca, liberalizmin “yükselişi”, açık bir şekilde liberal kuralları, uygulamaları ve kurumları yaymak için oluşturulan politikalardaki yükselişle ilişkiliydi. Bu politikalardan 1990’ların sonuna doğru geri adım atıldı ve 11 Eylül’den sonra liberalizmin bir “düşüşü”nü simgeler görünen geleneksel güç politikalarına daha bariz bir dönüş yaşandı.

Daha yakın incelemede, bununla birlikte, liberalizm tartışmasız bir biçimde bu politikalar tarafından tanımlanabilir. Demokrasi bugün geniş ölçüde liberalizmin bir ana niteliği olarak görülürken, liberaller tarih boyunca demokrasiye karşılardı. Bu arada, son zamanlardaki ekonomik liberalleştirme, serbestleştirme ve özelleştirme politikalarını “neoliberal” olarak adlandırmak, klasik liberalizmin serbest-bırakma politikaları (“bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışı) ile bazı devamlılıklar gösterir. Fakat dünya ekonomisinin büyük parçalarının Soğuk Savaş anlaşması da (içkin) liberalizm olarak nitelenmişti. Liberal devletler bugün kişi özgürlüğünün korunması ve insan haklarına saygı ile ilgili olmasına rağmen, tam da aynı kurallar, tarihsel olarak köleliğin uygulanması ve meşrulaştırılması ile aynı anda var oldu.

Bu örnekler ilk olarak gösteriyor ki; liberalizm çağdaş anlayışta tanımlandığından çok, tarihsel olarak çok daha geniş bir yelpazede politikalar, kurumlar ve kurallara bağlıdır. İkinci olarak, kuşku yok ki; liberalizm zamanla ve yerden yere göre değişen dinamik bir tarihsel fenomendir. Üçüncü olarak, farklı liberal kurallar, kurumlar ya da politikalar birbirlerini çeken şekilde durabilirler ve bu, liberalizmin tanımı için bir zorluk getirir. Doğrusunu söylemek gerekirse, liberalizmin “oldukça çeşitli” olduğu, bugüne kadar “tek bir doğrusal biçimde evrilmemiş” olduğu ve anlaşmazlık ve “değişke düzlemleri tarafından belirlendiği” gerçeği büyük ölçüde; “önemli farklılıkları gizleyecek” kuşatıcı bir tanımın izinde durmak olarak yorumlanır. Sonuç olarak, akademisyenler liberalizmin bir ya da diğer yönlerine odaklanma eğilimi gösterirler.

Genel olarak dört farklı – gerçi özel değil ama sıklıkla karşılıksız- bölünme sınırı, çözümler için temel oluşturur. Bunlar; geçici bölünme sınırları, siyasi ve mekânsal bölünme sınırları ve gerçek temelli konu alanları arasındaki kadar teori ve uygulama arasındaki farktır. Geçici çözüm genelde, liberalizmin ilk kavrayışlarının, olgunlaşmamış ve liberal ilkelerin yorumlaması ve uygulanmasında yine de yanıldığını savunur. Liberalizm ve demokrasi arasındaki gerilim ile ilgili olarak; örneğin ilk liberallerin, siyasi hakların tüm yurttaşlara eşit olarak genişletilmesinin liberal ilkeler tarafından sadece mantıki olarak talep edilmediğini ve “zenginlerin doğrudan yağması ve üretici bir ekonomi ile medeni bir toplumun yıkımına yol açmaya ihtiyaç duymadığını” anlamadıkları ama sonradan zamanla öğrendikleri savunulur. Çelişkili tarihsel kanıt; bu yüzden “kendi demokratikleşmesinin tohumlarını da kendi içinde barındıran” çağdaş olgun liberalizm yolunda (potansiyel olarak gerekli bile olan) bir adım olarak yorumlandı. Demokrasiye karşı liberal muhalefet, böylelikle liberalizm tarihinin parçası olarak kabul edilir; fakat demokrasiye sahip liberalizmin düzgün çağdaş tanımından net bir şekilde ayrılır. Liberalizm ve demokrasinin ister istemez birbirlerinin ima ettikleri varsayımını boşvermek yerine, tarihsel karşı kanıt onun gelişimini ve öğrenme kapasitesini burada düpedüz gösteriyor.

Liberalizmin bol ve çelişkili kural ve uygulamaları için açıklamanın ikinci stratejisi, bir liberal ve liberal olmayan bağlam arasında ayrım yapar. Liberal ilkelerle çelişir görünen liberal aktörler tarafındaki politikaların - korumacılık ya da kölelik ile sömürgecilikte olduğu gibi ekonomik yararlar sağlamak için güç kullanma gibi - köklerini; karşılıklı ekonomik bağımlılıktan yoksun olan ve rant arayışını teşvik eden,  rekabetsiz, tekelci, çeşitlendirilmemiş, kısacası liberal olmayan, bir ortamdan aldığı savunulur. Benzer biçimde, demokratik barış tezi, liberalizm yanlısı olmayan ülkelere karşı liberal ya da demokratik agresif davranışın, ikinci tarafın “liberal olmayan” doğasından kaynaklandığını savunur. Liberal ve liberalizm yanlısı olmayan bağlamlar arasındaki ayrım, bundan dolayı liberal aktörlerin “liberal olmayan” uygulamalar ile ilgilenebildiğini kabul eder. Fakat, ikinci taraf liberalizmin tanımı içinde girmez, çünkü onlar “liberal olmayan” ortamlar tarafından tetiklenir. Sonuç olarak, liberal devletlerin bile böylesi “liberal olmayan” davranışına bir son vermek, “liberal olmayan”ın liberal ortamlara dönüşmesini gerektirir.

Benzer bir anlayışla; iç ve dış bağlam arasındaki ayrım çelişkili uygulamaları açıklamak için sık sık kullanılır. Uluslararası dünyada liberalizmin performansı; Stanley Hoffman’a göre, hırs, cüret, talan, gaddarlık, ırkçılık, hoşgörüsüzlük ile nitelenir; hiçbir liberal devlet bugüne kadar dış ilişkilerde içişlerinde olduğu kadar liberal davranmamıştır. Bu sistematik gerilimin nedeni;  liberalizmin, çok farklı türde taleplerle karşılaştığı bir yer olan uluslararası dünyaya sadece sonradan yayılan, temelde – bireyin özgürlüğü ve onun yönetime katılımıyla ilgili- bir iç politika projesi olduğu gerçeğinde aranır. Kötü politikalar bundan dolayı liberalizmin önemli bir öğesi olarak görülürken, bu gibi politikalar “liberalizme karşı konuksever olmayan” uluslararası bir ortam tarafından oluşturulur. Bu açıdan, liberalizmin uluslararası alandaki zayıf performansına çözüm, ya uluslararası dünya için liberal ilkelerin doğru dürüst bir gelişiminde – John Rawls’ın “Milletler Hukuku”nda (2001) dikkat çeken şekilde garanti edildiği gibi- ve/veya uluslararası sistemin kendisinin “ehlileştirilmesi”nde yatar; yani liberalizmi, iç düzendekine daha çok benzemesini sağlayan gelişmelerde. Bu çoğunlukla; ya küreselleşme teorilerinde öne sürüldüğü gibi egemen devletin ölümünü içerir ve/veya (az ya da çok bölünmüş) liberal devletler tarafından hükmedilen uluslararası bir dünyayı kapsar; ki bu da, iç liberal ilkelerle uluslararası siyasetin talepleri arasındaki uyumsuzluğu ortadan kaldırır.

Üçüncü olarak, çelişkili kanıt bir yandan liberal ilkeler ve kurallar arasındaki fark, diğer yandan da liberal uygulama ile açıklanır. Bundan dolayı, liberalizm bir “radikal” ve bir “elitist” kol olarak bölünebilir. “Radikal liberalizm”, ana liberal kuralları ve ilkeleri içine alır, “elitist liberalizm” de uygulamada bu kurallara ihaneti içerir. Ayrıca, liberal kurallar ve politikalar arasındaki ya da teori ile uygulama arasındaki fark, çelişkili kanıtı kabul eder; fakat bu yüzden sadece olağandışı ve yozlaşmış uygulamalara bir çözüm sağlayan liberal kural ve ilkelerin temelinde liberalizmi tanımlar.

Sonuncusu ama en önemlisi olarak, çelişkili dinamikler, liberalizmin ya siyasi, ya ekonomik ya da normatif boyutuna odaklanan farklı teoriler ile birlikte, liberalizmin gerçek temelli boyutları arasında bir farka yol açtı. Örneğin neoliberal ekonomi politikaları büyük ölçüde, toplumsal maliyetleri nedeniyle demokrasi geliştirme politikalarına potansiyel olarak alttan alta zarar verir gibi kabul edilir. Demokrasi bu yüzden sık sık liberal kurallarla çelişkide kalır gibi görünür – bundan dolayı da son “liberal olmayan demokrasi yükseliş” ya da liberal kurumlar ve demokrasinin giriş bölümü için öneriler. Bu nedenle; liberal teoriler, liberalizmin bu boyutlarından – siyasi, ekonomik, normatif – birine odaklanma eğilimindedir. Örneğin, Andrew Moravcsik düşünsel, ticari ve cumhuriyetçi liberalizmi tanımlar; Robert Keohane ve Joseph Nye ticari, demokratik, düzenleyici ve sosyolojik liberalizmden söz eder; Jackson ve Sorenson sosyolojik, karşılıklı bağımlılık, kurumsal ve cumhuriyetçi liberalizmden; Tim Dunne Uluslararasıcılık, idealizm, kurumsalcılık ve ek olarak da ayrı ayrı kendi “neo” çeşitlemelerinden bahsederler. Michael Doyle liberal emperyalizm, pasifizm ve uluslararasıcılıktan; Mark Zacher ve Richard Matthew cumhuriyetçi, ticari, kavramsal sosyolojik ve kurumsal liberalizm ayırt eder. Bahsetmek amacıyla, bu teorilerden birkaçı şöyle: Cumhuriyetçi liberalizm siyasi kurumlara ve rejimlere odaklanır. Ticari, karşılıklı bağımlılık ve pasifist liberalizm fikirlere, kurallara ve kültüre odaklanır. Siyasi, ekonomik ve normatif bakış açıları arasındaki doğrudan gerilimlerden kaçınmasına rağmen, bu teoriler liberalizmin rekabet ve kısmi kavrayışlarını sağlayıverir. Bu yüzden; “demokratik barış”; demokrasinin temsilci doğası, uluslararası alana şiddet içermeyen çatışma çözümünün liberal kurallarının genişletilmesi ya da karşılıklı ekonomik bağımlılık tarafından teşvik edilen işbirliği ve ortak çıkarlar aracılığı ile farklı olarak açıklanır.

Özetle; liberalizmin bol ve çeşitli doğasının sorununa bu yaklaşımlar çelişkili kanıta açıklama getirebilirler; fakat bunu, üretilmiş gibi farklı şekilde görünen daha az uygun yönlerini dışsallaştırarak, uzun süre önce yenilenmiş, olgunlaşmamış bir geçmiş ile, dışsal - liberal olmayan ve uluslararası – bağlamlar ile, kusurlu bir uygulama ile ya da siyasi yerine ekonomik, normatif yerine siyasi ve ekonomik yerine normatif bir liberalizm kavrayışı ile yaparlar. Sonuçlar, kısmi ve tatmin edici düzeyde olmayan liberalizm açıklamalarıdır. Öncelikle; bu açıklamalar “liberal” teriminin genel kullanımına ve belli aktörler için uygulaması ile uyum göstermek başarısız olurlar. Liberalizm bugünkü demokrasinin siyasi kurumuna kuşkusuz derinlemesine bağlı olmasına karşın, demokratik kurumlar, bir devletin liberal olarak genel anlamda kabul görmesi için yeterli değildir – Rusya buna tipik bir örnek. Benzer şekilde, ne liberal kurallar ve ilkeler ne de özel mülkiyet ve serbest piyasaların tek başına varlığı – Çin’de olduğu gibi – liberal bir devlet tayin eder.

İkinci olarak, daha yakın bir incelemeyle, çelişkili kanıtın geçici ve mekânsal sınırlar boyunca ya da teori ve uygulama arasında düzgün şekilde bölünemeyeceğini ortaya çıkarır. Bu nedenle; deneysel liberal teori, liberal uygulamanın kendi tanımında hayati önemde bir rol oynamak zorunda olduğu iddiasında haklıyken, normatif liberaller liberal kural ve ilkelere atıf olmadan liberalizmin özgürlükçü potansiyelinin kayıp olduğunu öne sürerler. Benzer şekilde, tarihsel ve çağdaş liberalizm arasındaki fark; liberalizmin sözüm ona “tarihsel” özelliklerinin – emperyalizm için kanıtlar gibi - öne çıkan rolünü çağdaş liberal düşünce ve uygulamada açıklamakta başarısız olur. İç ve uluslararası liberalizm arasındaki farkın, liberalizmin daha az uygun bazı uygulamalarının – örneğin insan hakları ihlalleri – sadece uluslararası bağlamda değil, yurtiçinde de gerçekleştiği gerçeğini gizler. Liberalizm içi ilişkilerin liberal ilkelerin gerçekleşmesi için bilhassa müsait olduğu varsayımı; bu ilkelerin kendilerinin liberal uygulama için belirli biçimde liberal bir engel teşkil edebilir olduğu gerçeğini görmezden gelir, örneğin uluslararası hukukun dikey bütünleşmesi. Bundan dolayı, bu farklar ne liberal aktörleri ne de liberal uygulama ve kuralları tatmin edici biçimde yakalar.

Fakat, 1990’lar boyunca liberalizmin “yükseliş” ve “düşüş”nün öyküsüne dayanak oluşturan da bu kısmi liberalizm kavrayışlarıdır. İleriye dönük (proaktif) demokrasi geliştirme politikaları; liberalizmin demokratik olmayan ya da hatta demokrasi karşıtı kaydını tanımdan dışlarsak ancak, liberalizmin bir “yükselişi”ni işaret eder gibi görünür.  Bu kaydı dikkate alırsak, diktatörlerle Soğuk Savaş ittifakları liberal dış politikalara uyabilir, tıpkı liberalizmin referandum yokluğunda kusursuz bir şekilde var olabileceği Soğuk Savaş sonrası savları gibi. Ekonomik alanın siyasi düzenlemesi liberalizmin tanımından dışlanırsa – ister Keynes’çi politikalar isterse Soğuk Savaş’ın Bretton Woods kurumları aracılığı ile olsun, 1990’lardaki neoliberal ekonomi politikaları sadece liberalizmin bir “yükselişi”ni gösterir. Sonuç olarak, eğer liberal politikalarda egemenlik ilkesinin hayati rolü – örneğin Koruma Sorumluluğu’nda onun yeniden doğrulaması - göz ardı edilirse, 1990’lardaki egemenlik ilkesine karşı liberal kural ve ilkeleri yerleştirmek, liberalizmin bir “yükselişi”ni gösteriyor olarak yorumlanabilir sadece.

Bundan dolayı, son değişikliklerin doğasını değerlendirmek için daha istikrarlı ve kuşatıcı bir liberalizm kavrayışı talep edilir. Bununla birlikte, böylesi bir liberalizm kavramının gelişimi, yukarıda tartışılan tatmin edici yaklaşımlardan daha azına neden olan zorluklarla karşılaşır. Yine de, tüm eksik yönleri ile, bu yaklaşımlar Weber’ci mantıkta liberalizmin bileşik kültürel bir fenomen olduğunu gösterir: “Kültürel önemleri açısından kavramsal bir bütünde birleştirdiğimiz tarihsel bir gerçeklikle ilişkili farklı unsurların bir bileşiği”. Diğer bir deyişle; birleşim içinde kültürel çerçevemizi şekillendirmede önemli bir rol oynayan farklı unsurları tarihsel olarak biraraya getirmeye “liberalizm” kavramsal terimini katarız. Böyle fenomenleri tanımlamak zordur; çünkü öncelikle onlar, liberalizm belirtilerine farklı yaklaşımlar olarak çok yönlüdür; ikinci neden olarak, onların anlamları liberalizmin geleneksel kavrayışlarına zemin oluşturan farklılıklar dolayısıyla genel olarak gizlenen farklı unsurların birbirleri ile ilişkilerinden doğar; üçüncü bir neden de, böyle fenomenler zamanla değişir ve bu yüzden tanımın durgun biçimlerine karşı koyarlar; dördüncü neden olarak ise, kültürel çerçeve için önemli – çoğunlukla da temel – bir rol oynarlar ve bu nedenle onları ayırmak, sınırlamak ve saptamak zordur. Sonuç olarak; Weber’e göre, bu türün bileşik kültürel fenomeni için “tanımlayıcı kavram araştırmanın başında bulunmaz ama sonunda gelmelidir.” İdeal olarak, farklı temel unsurların birbirleri ile ve bir bütün olarak toplum üzerindeki sonucu ile değişen ilişkilerinin izini süren baştan aşağı tarihsel bir araştırma bileşik kültürel bir fenomen olarak liberalizmin sonraki kavramsallaştırması için gerekli bir temel sağlar. Yazık ki, bu bölümün sınırları içinde böylesi bir yaklaşıma hiç olanak yok (doğrusunu söylemek gerekirse bu, uzun bir rapor, hatta bir kitap olurdu). Onun yerine, teorik olarak iyi yansıtılmış ve yönlendirilmiş bir yaklaşım, doğru yönde en azından bir ilk adım sağlayabilen bir kestirme yola imkân verir.

Diyelim ki, kültürel fenomenler;  temel unsurlarının bağlantılarından ve genellikle bildik yaklaşımlara bölünenin tam olarak bu bağlantılar olduğu ışığında anlamlarını çıkarırlar; liberalizmin dinamik özünü yeniden bulmak için bu ilişkilerin analiz edilmek zorunda olduğu varsayımından başlarım. Aşılacak farklılıklar geniş ölçüde akademide alan bölünmesinin kıyas hatlarını izlediği için – tarih, siyasi teori, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler, ekonomi;  ana liberal ilkeler arasındaki dinamik ilişkilerin belirgin bir teorileştirmesini bulmak amacıyla liberal gelenekte alan öncüsü yansımaların harika bir düşünürüne, John Locke’a döneceğim. Locke’un çalışmasına dayalı liberalizmin başlangıç anlayışı ile donandıktan sonra, liberalizmin gelişiminin gerçekten, geniş ölçüde Locke’un kavrayışını takip ettiğini ortaya koyacağım – liberalizmin doğasındaki önemli değişimler olmamasına rağmen.

Birleşik Liberalizm

Liberalizmin tartışmasın tek bir kurucusu olmamasına rağmen, Locke’un çalışmasındaki “liberal bakış açısının ana unsurları; güçlü bir siyasi hareket içinde – eğer sıklıkla bölünmüş ve çelişkili ise, ifade edilen tutarlı düşünsel bir geleneğe ilk kez ışık tutar.”  Şimdi, liberal düşüncenin ana unsurlarının çağdaş açıklamalarda eksik olan tam da bu birleşmesini kısaca tarif edeceğim.

Locke’un çalışmasının özünde, tüm insanların doğuştan “kusursuz bir Özgürlük Devleti”nde olduğu iddiasını görüyoruz. Fakat, bu özgürlüğü sürdürmek kendini korumayı gerektirir. Ve bu gereklilik, Locke’a göre, her İnsanın kendi başına bir Mülkiyete” ve “kendi Bedeninin Emeği ve kendi Ellerinin Eseri”ne sahip ise ancak tamamlanabilir. Çünkü sadece, kendi emekleri dolayısıyla kendilerini koruyabilen insanlar, başkalarından bağımsız olarak, sahiden özgürdür. Bu özgürlüğü sürdürmek; bundan dolayı özel mülkiyet hakkını, yani “ortak olandan herhangi bir parça almak hakkını ve Doğanın bıraktığını devletten atmayı gerektirir; bu da Mülkiyeti başlatır.” Böylece özel mülkiyet ile kurulan kişisel özgürlük,  bundan dolayı yönetime kişinin rızasını gerektirir ve bu hükümetin “büyük ve önemli sonu” bu nedenle “Mülkiyetlerinin Korunmasıdır”.

Bu ana varsayımlarda; liberalizmin siyasi, ekonomik ve normatif boyutlarının karşılıklı olarak belirleyici bir biçimde biraraya geldiğini görebiliriz. Yani, özel mülkiyetin ekonomik kurumu bireysel özgürlüğü oluşturur. Bu kural; ana görevi, dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmek gerekirse, özel mülkiyetin ekonomik kurumunun korunması olan rıza ile gelmiş yönetim için temel oluşturur. Yani; çoğu kişi kendi emeklerinin meyvesine sahip değildi; bu yüzden kendilerini bağımsız olarak koruyabilme açısından özgür değillerdi. Sonuç olarak; Locke’un zamanındaki ve bilinen tarih boyunca pek çok yönetim, özel mülkiyetin korunması ile alakadar olan, rıza ile gelmiş yönetimler değildi. Gerçekten, Lock’u teorisini geliştirmek ve onu hakim olan koşullara karşı yaymak için motive eden, uygulamada bu koşulların yokluğu idi. Liberalizm bundan dolayı, özel mülkiyetin korunması ve rıza ile gelmiş yönetim aracılığı ile kişisel özgürlüğü kurmaya talip olan siyasi bir projedir. Fakat; bu amacı gerçekleştirmek için, Locke iki sorunla karşı karşıya kaldı: Biri, kendi teorisi ve hakim olan gerçeklik arasındaki aşikar kopukluk için tatmin edici bir açıklamayı sağlamaktı; diğeri de, bu boşluğu bağlamanın gerçekçi bir yolunu bulmaktı. Somut olarak, Locke; böyle gelişmeleri destekleyen insanların çoğunluğunun yokluğunda toplumun özel mülkiyet ilkelerine ve rıza ile gelmiş yönetime nasıl dayandırılabildiğini, ya da tam tersi, böyle bir yönetim şeklinin nüfusun çoğunluğuna nasıl kurdurulabildiğini ortaya koymak zorundaydı. Kısacası, Locke kendini liberal olmayan bir ortamda “liberalizm”i geliştirmek görevi ile karşı karşıya buldu. Liberalizmin karmaşıklıklarını, çeşitlemelerini, fakat aynı zamanda bu kadar ayırt edici olan çelişkilerini başlatan şey, teori ve uygulama arasındaki bu kopukluktur.  

Locke, ilk sorunu iddiasına tarihsel kanıt sunan, bir yandan da karşıt kanıtı açıklayan bir tarih felsefesi geliştirerek çözdü. Bireyin doğuştan gelen özgürlüğünün, doğuştan gelen özel mülkiyet hakkının ve doğuştan gelen, rıza ile gelmiş yönetim hakkının kanıtı olarak; Locke doğanın devletindeki insan hayatını temsil etmek olarak betimlediği yerli Amerikan toplumlarının sosyopolitik düzenlemelerinden örnek gösterdi. Bu toplumlardaki kişilerin özgürlüğü, Locke’a göre, özel mülkiyet hakkına dayalıydı. Ortak mülkiyete (doğa) verilen emek, “Geyiği, onu öldüren Kızılderiliye ait” kılar. Bu özgürlük, sonradan bu toplumların insanların rıza ile yönetildiği gerçeğine yansır. “Bu nedenle başlangıçta, tüm dünya Amerika’ydı.”

Bu varsayımların temelinde; Locke daha sonra baskın karşıt kanıtı açıklamak amacıyla kurgusal bir tarih anlatımı geliştirir. Doğanın asıl devleti barışçıl bir devletti çünkü “İnsan üzerine emek harcayabildiği her şey için bir Hakka sahipti, böylece kullanabileceğinden fazlasına emek vermek için cezbedici hiçbir şeyi yoktu. “Bu, ne Mülkiyet hakkında Tartışmaya yer bıraktı ne de başkalarının Hakkına Tecavüze”. Fakat, “hiçbir şey Tanrı tarafından İnsan bozsun ya da yok etsin diye yaratılmadı”ğı için, toprağı işlemek ya da aşırı üretim bu yasayı çiğnemeden üstlenilemezdi. Bu soruna çözüm paranın icadıydı ki; bu da, bozulmayacak olan metal için bozulacak olan ürünlerin üretim fazlasını takas etmeyi mümkün kıldı. “Komşuları arasında Paranın Değeri ve Kullanımına sahip bir şey ortaya çıkar, aynı İnsanın hemen Servetini genişlettiğini göreceksin.” Ekonomik bakımdan, bundan bir bütün olarak yararlanan insanlık pazar takası (borsa) aracılığıyla üretimi arttırdı, fakat siyasi olarak “Paranın Kullanımı ile İnsan ve Stok Mal Arttırımı Toprağı yok etmişti” ve bir savaş hali yarattı. Bu soruna yanıt, devletlerin kuruluşunda yatar ki; içte yatıştırma ve dışta savunma sağladı. Özel mülkiyeti korumayan ve gelenek ve göreneklere atıfla kendi kurallarını haklı gösteren yöneticilere gücü veren şey devletlerin bu kuruluşuydu.

Kendi teorisi ve hakim olan kanıt arasındaki kopukluğu açıklamak için kurgusal bir tarih sunduktan sonra; Locke, böyle bir “liberal olmayan” toplumun “liberal” bir topluma nasıl dönüştürülebileceğini saptamak görevi ile başbaşa kaldı. Teorisine sadık kalarak, eğer mülkiyet bireyin özgürlüğünün temeli ise, mülk sahipleri hükümetten özel mülkiyeti ve dolayısıyla onların özgürlüğünü korumasını talep edeceğini savundu. Böylece sadece mülk sahipleri için tam siyasi hakların genişletilmesini ve kendi mülkiyeti olmayanlar için bu hakların doğal reddini savundu. Fakat; zengin bir azınlık ile meydana gelen çoğunluğun siyasi baskısı, tüm insanları özgür doğduğu savına aykırı düşüyordu. Bundan dolayı, Locke;  ayrıcalık (oy hakkı) genişletmesi, toplumun daha çok kesimini - ve ideal olarak hepsini- mülk sahipleri haline dönüştürerek başarılabilirdi; o zaman liberal kuralları destekleyecek ve liberal bir yönetim şeklini sürdürmeye yardım edeceklerdi.

Bu, düzgün bir teorik çözümdü; fakat uygulamada, tüm bu fazladan mülkiyetin nereden geleceği sorununu üretti. Bir kez özel mülkiyet doğallaştırılmıştı ve Locke kendini onu korumaya adamıştı, yeniden dağıtım bir seçenek değildi. Bu yüzden Locke; özel mülkiyetin ortak mülkiyetten daha üretken olması nedeniyle, ikincisinin özelleştirilebilir olduğunu savundu. Bununla birlikte; İngiltere’de muazzam büyüklükteki ve artan sayıdaki yoksullara mülkiyet sağlayacak, o dönemlerde zenginliğin en önemli ek kaynağı, toprak çok azdı. Bundan dolayı Locke, “Yeryüzünün bulunacak, hala harika Arazileri var, […] harabeye çevrili ve üzerinde yaşayan İnsanlardan daha fazla. Yap ya da kullanabilirsin ve bu yüzde hala ortak mülkiyette duruyor.” dediği yer olan yurtdışına baktı. Amerika’daki bu ortak toprak kullanılabilirdi, en azından prensipte, tüm insanlara mülkiyet vermek ve böylece onları tam siyasi haklar için elverişli hale getirmek için. Kısacası, “Locke, Yeni Dünya’yı, özellikle de Amerika’nın sömürge tazminatlarını, kendi sosyopolitik felsefesinin geçerliliği olarak öneriyordu. Bu teoriye göre, liberalizmin kuruluşu ve onun sonradan demokratikleşmesi üç adımı gerektiriyordu. İlk olarak, siyasi haklar liberal bir devlet kuracak olan mülk sahiplerine verilmeliydi sadece; ikinci adımda ise, devlet ortak mülkiyeti özelleştirmeyi destekleyecekti ki, bu da toplum içinde mülkiyetin daha geniş dağılımına yol açacaktı; üçüncü olarak da, siyasi haklar toplumun, artık mülk sahibi olan, daha geniş kesimlerine o zaman genişletilebilecekti.

Locke böylece, liberalizmin ana unsurlarının arasındaki dinamik ilişkilerin açık teorileştirmesini yapar.  İlk olarak, ve maddi temeli olan terimlerle, özel mülkiyetin liberal mantıkta bireyin özgürlüğünü oluşturan şey olduğunu ve dolayısıyla bu özgürlüğün liberal bir siyasi kültürü – yani siyasi kurumlar aracılığıyla liberal kuralları ve ilkeleri arayışı – oluşturduğunu savundu. Bu nedenle; liberalizmin siyasi, ekonomik ve normatif boyutları karşılıklı kurucular ve liberalizm için sadece ortaklaşa toplamdır. İkinci olarak, teori ve uygulama arasındaki kopukluk, ikisi arasında dinamik bir bağlantı hizmeti gören, bir tarih felsefesi ile ele alınır. Liberal ilkelerin doğanın devletinden (uzak geçmiş) türediği ve gelecekte (yeniden) kurulabilir olduğu iddiası, deneysel zayıflıkların teorinin geçerliliğini sarsmasını engeller ve bu zamana bağlı anlatımı liberalizmin bütünleyici ve temel bir parçası yapar. Üçüncü olarak; Locke’a göre; teori ve uygulama arasındaki boşluğun bir bağlantısını mümkün kılan uygulamalar, liberal ve liberal yanlısı olmayan ile iç ve dış bağlamlar arasındaki dinamik bir bağlantıya dayalıdır. Yani, liberalizm yanlısı olmayan bir ortamda liberal bir politika kurmak, “liberal” (ör. mülkü olan) ve “liberal olmayan” (ör. mülksüz) yurttaşlara farklılık gösteren uygulamaları - yani ilki için siyasi haklar sağlamayı, ikincisi için onların reddini – gerektirir. Bununla birlikte; bu hareketten kaynaklanan eşit olmayan toplum, doğal ve bu yüzden evrensel olan özgürlük ve eşitliğin liberal teorisi ile hala çelişir. Bu sorun; toplum içinde özel mülkiyetin yaygınlaştırılması ile çözülür – yani, hayati bir şekilde uluslararası alanda olduğu kadar yurtiçinde ortak mülkiyete el koyulması aracılığıyla. Bundan dolayı; uluslararası dünya, yurtiçi liberalizmin ortaya çıkışı ve geliştirilmesinde temel bir rol oynar. Liberalizme çağdaş yaklaşımların aksine, Locke’un çalışması böylelikle; farklı boyutlar arasındaki ilişkilerin gerçekten liberalizm için gerekli ve temel olduğunu, onun tarihsel gelişimini garantilediğinin altını çizer.

Tarih boyunca, liberalizmin kuruluşu geniş ölçüde Locke tarafından ana hatlarıyla belirlenen yörüngeyi takip etti. İlk olarak, sömürgeler ile ticaretten zenginleşen toprak sahipleri ve tüccarlar – aralarında Locke’un kendisinin uzun süredir hamiliğini yapan Kont Shaftesbury de vardı – mülkiyetlerine atıf yaparak siyasi haklar talep ettiler, bu da Avam Kamarası’ndaki üyelerin dev artışına yol açtı. Bu kişiler; kişisel özgürlüklerinin dayandığı özel mülkiyetin korunmasını kurumsallaştırmak için siyasi haklarını kullandılar. Diğer bir deyişle; bu gelişme, haklı olarak siyasi gücün ticari ve kapitalist çıkarların ellerine devri ve 17. Yüzyıl Britanya’sında mülkiyet haklarının istikrarı ile nitelenen liberal bir devletin kuruluşuna yol açtı.

Bir kez iktidara geldi mi, bu insanlar kendi özgürlüklerinin dayandığı özel mülkiyeti korumak ve genişletmek için devleti kullandılar. Yani, sistemli olarak ortak mülkiyetin özel mülkiyete dönüşmesi ile meşgul oldular – hem yurtiçinde hem de uluslararası alanda. İç bağlamda, Locke’un çalışması; 1710 ve 1815 yılları arasında 6.5 milyon akresini (İngiliz dönümü) ya da toplam toprağın yüzde 20’sini ortak mülkiyetten özel mülkiyete dönüştüren özel çevreleme yasalarının lehine Parlamento’da sıkça anıldı. Bu siyasetlerin doğrudan bir sonucu olarak, nüfusun büyük bir çoğunluğu, fakirleşti; çalkantılar, isyanlar ve devrim tehdidi yaygındı ve ilk modern Avrupa toplumlarının bütünleyici özellikleriydi. Bundan dolayı; ilk “liberaller” genel seçim hakkı ya da demokrasinin getirilmesine hararetle karşı çıkma eğilimi gösterdiler,  tam da Locke’un kurmuş olduğu temeller üzerinde: kendi mülküne sahip olmayanların özel mülkiyeti koruyan yasaları desteklemesi ve sürdürmesi beklenemez. Kısacası, yurtiçindeki toplumda liberal ilkelerin getirilmesi aslen toplumsal ve siyasi gerilimler üretti – ya da onları şiddetlendirdi.

Ancak, sömürgecilik, John Locke’un önceden savunduğu gibi, bu gerilimler için rahatlama sağladı. Sömürgecilik; hem özelleştirme için bir fırsat sundu ki, bu iç gerilimlere katkı yapmadı- ; hem de liberal yönetimlere, orta ve yönetici sınıfa sömürgelerin yönetiminde yükselme fırsatları sunmanın yanı sıra; fakirleri, kimsesizleri, suçluları sömürgelere ihraç etmesi için de imkân verdi. En önemlisi, yine de, sömürgecilik mülkü olan ve mülkü olmayan yurttaşların birbiri gibi olması için ortak siyasi zemini sağladı. Bu nedenle; “hatipler, hukuk teorisyenleri ve siyasetçiler”in ilk aşama olarak İngiliz sömürgecilerinin toprak iddialarını, ardından Amerikan yurttaşlarının toprağın çevrelenmesi ve işlenmesi hakkındaki tezleri kullanmaları Locke’un mülkiyet teorisiydi. Aynı sav Avustralya, Yeni Zelanda ve Kanada’da 18. ve de 19. yüzyıllar boyunca etkili oldu. Bu sömürge siyasetleri, Avrupalı sömürgecilerin mülk edinmelerine ve Locke tarafından çizilen dinamikle kusursuz bir şekilde aynı eksende Yeni Zelanda’da, Birleşik Devletler’de ve Avustralya gibi göçmen toplumlarda mülkiyetin çok daha geniş dağıtımına dayalı vaat – genel seçim hakkının getirilmesi- ilk kez gerçekleşti.

Sömürgecilik bundan dolayı Avrupa’daki yönetici seçkinlerin ayrıcalık (oy hakkı) hakkını genişletme taleplerine direnmelerine bir süre imkan verdi ve böylelikle en sonunda Batı demokrasisinin liberal karakterini güvence altına aldı. Yurtiçindeki ortak olarak sahip olunan toprağın çevrelenmesi, ülke dışındaki toprağa el konulması ve sanayi devrimi gelişmelerinin hepsi, toplum içinde bir mülkiyetin yayılmasına yol açan ekonomik büyümeye katkıda bulundu – ekonomik gelişme ve liberal demokrasi arasındaki oldukça bilinen bağlantıya uyuyor. Diğer bir deyişle; oldukça büyük bir orta sınıf yavaşça ortaya çıktı ve liberallere oy verme hakları için, böylece ayrıcalığı genişletme için, mülkiyet sınırını git gide düşürmelerine imkân verdi. Ancak bu, sadece toplumun özel mülkiyete dayalı bireysel özgürlüğünü bir ölçüde gerçekten başarmış olan ve böylece yönetimin liberal karakterinin desteklemede bir paya sahip olan kesimleri içindi. Özel mülkiyet asla toplumun tüm üyelerine yayılmamasına rağmen, refah devleti önünde sonunda mülksüz yurttaşların bile yönetimin liberal kurallarının izlenmesinde bir paya sahip olmasını güvence altına aldı. Böylelikle, liberal devletlere geniş oy hakkının getirilmesini sağladı.

Fakat liberal yönetimleri, halka onların bu sistemdeki payını sürdüren ekonomik yararlar sağlamak amacıyla kesintisiz ekonomik büyümenin sürdürülmesine zorlayan, tam olarak liberalizmin başarılı demokratikleştirilmesidir. Locke’un savlarıyla kusursuz bir biçimde aynı çizgide olarak bu büyüme, özelleştirme (ya da el koyma) politikaları aracılığıyla izlenir; bu da dolayısıyla eşit olmayan güç ilişkilerini gerektirir. Bundan dolayı; son 20 yılda piyasa ekonomilerinin biçimlerinde liberalizmin dikkate değer bir dirilişi, devlete ait sanayilerin özelleştirilmesi ve liberal demokrasiler ile yoksullara verilen yardımda budama görülür. “Liberalleştirme” ve “özelleştirme”de son tur; su ve elektrik kaynaklarının, eğitim ve sağlık hizmetlerinin ortak mülkiyeti ile doğal ürünler ve onların kullanımları hakkında fikri mülkiyet hakları biçiminde “yeni çevrelemelerin” kuruluşu hedeflendi. Özelleştirme ve piyasalaştırma politikaları da; dünya ekonomisini düzenleyen Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi uluslararası örgütlerin, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların gelişme politikalarının temelinde ve tek tek liberal devletlerin gelişme politikalarının temelinde yatar. Tıpkı geçmişte olduğu gibi, bu politikaların başarılı gerçekleşmesi güç politikalarına başvurmadan mümkün değildir ki; bu da – her zaman değil se, çoğuolmamak kaydıyla, çoğu kısım için – bugün uluslararası örgütlerde ağırlıklı oylama, koşullu yardım, büyük pazarların dışında bırakılma tehdidi şeklini alır.

Liberalizm bu nedenle, büyük bir tarihsel değişim kuran demokrasiye bugün gerçekten derinlemesine bağlıdır. Fakat, bu değişim liberalizmin ana çelişkisini henüz çözmedi. Bu çelişki, liberalizmi bazı gruplar için oluşturan ve sürdüren ana politikaların – özelleştirme – aynı zamanda başka grupların mülküne el koyduğu ve böylece liberal olmayan alanlar oluşturduğu gerçeğinde yatar. Demokratik liberalizm, liberal olmayan atasına göre iç siyasi çalkantıdan kaçınmak için daha da büyük bir ihtiyaç duyduğu için, bu el koymanın çoğu uluslararası alanda gerçekleşir ki; orada bu ekonomi politikalarının siyasi yansımaları diğer devletler tarafından üstlenilmek zorundadır ve o zaman siyasi güç düzenlemesi gerektiren ülke dışı politikanın bir gereği olarak karşılaşılır.

Özetle Locke’un teorisi ve sonraki tarihsel gelişme; sadece siyasi, ekonomik ve normatif boyutların liberalizmin gerekli ve karşılıklı kurucu unsurları olduğunu değil, aynı zamanda bu teorinin deneysel doğrulamadan da yoksun olduğunu gösteriyor. Bu kopukluk liberalizmi ister istemez; siyasi özgürleşme ve baskının yanı sıra ekonomik tahsis ve sömürüden oluşan, liberal ve liberal olmayan aktörler ve yurtiçi ve yurtdışı alanlar arasında ayrıcalıklı muameleler aracılığıyla kendi kendini gerçekleştirmeyi sürdüren siyasi bir projeye dönüştürür. Bu sayede uluslararası / liberal olmayan alan iç liberalizmin kuruluşu için temel bir rol oynar ve dolayısıyla onun tarafından (yeniden)oluşturulur. Toplumlar genellikle kendilerinin el koyma ve baskılanmasına bilerek rıza göstermedikleri için, güç politikaları (ister ekonomi, siyasi, kültürel isterse askeri araçlarla sürdürülsün) liberalizmin vazgeçilmez bir parçasıdır ve onun tarihsel gelişimi, liberal olmayan aktörlerle ilişkileri ve dış politikaları kadar  liberalizm tanımına dahil edilmek zorundadır.

Sonuç                                                                                 

Liberalizmin bu Locke’cu anlayışının ışığında, Soğuk Savaş ve Soğuk Savaş Sonrası dönem arasındaki devamlılıklar belirgin hale gelir. Liberal aktörler sistemli olarak her iki dönemde de liberal ekonomik ilkelerinin - özelleştirme, serbest ticaret, serbest piyasalar -  yayılmasını sürdürdü. Dünya ekonomisini bu liberal ilkelere göre düzenleyen, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT), IMF, Dünya Bankası gibi, büyük uluslararası kuruluşlar; Soğuk Savaş sırasında kuruldu ve başkaları da, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi, onu geliştirdi ve daha sonra güçlendirdi.

Fakat bu liberal ekonomi ilkelerinin başarılı bir izlenmesi, yardımcı siyasi bir ortam gerektirir – yani, liberal ve liberal olmayan aktörler arasında, ilkinin bu ilkeleri ikincisine dayatmasına imkân veren, eşit olmayan güç ilişkileri. Bu yüzden Locke’cu teoriye göre; liberal dış politikalar, kendilerinin etki alanının korunması ve savunması ile (ülke içinde ve ülke dışında) asgari düzeyde, onun genişletilmesi ile de azami düzeyde ilgilenir. Gerçeği söylemek gerekirse; liberal devletlerin Soğuk Savaş sırasındaki dış politikaları büyük ölçüde, bu liberal etki alanına Sovyet ya da komünist tehdidini “çevreleme politikası” ile alakadardı ve bu tehdidin olası göründüğü yerde onun genişlemesini sürdürdü. Liberal kampın savunması ve birleştirilmesi, her türlü dış politika araçlarının tekmilini birden kapsadı – politik baskı aracılığıyla Marshall planı gibi yardım ve ekonomik teşviklerden tutun iç politikanın liberal ekonomik, siyasi ya da askeri politikaların yolundan çıkmış göründüğü durumlarda askeri destek, hatta müdahaleye kadar.  Liberal etki alanını genişletme girişimleri genel olarak, Sovyetler Birliği ile yeni bağımsız olmuş devletler üzerinde etki yarışı biçimini aldı ve baskının yanı sıra ekonomik, siyasi ve askeri yardım ve teşvikleri kapsadı. Bununla birlikte; Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte, liberal dış politika basitçe “çevrelemeden genişlemeye” değişti, yani, bu politikaların genişlemesi eski Sovyet etki alanına ve o zamana kadar görece bağımsız olan Üçüncü Dünya ülkelerine döndü. Her iki dönemde de bu politikalar -dış politika kadar liberal ekonomi ile uyumluluğuna bağlı olarak, demokrasinin geliştirilmesini içerdi. Demokrasinin eşit olmayan liberal ekonomi ve dış politika ile uyumlu görünmediği yerde, Batı dış politikası sistemli olarak demokrasiye karşı “liberalizm”i destekledi.

Soğuk Savaş dönemi ayrıca İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin hazırlanması ve kabul edilmesini gördü ki, bu egemen devlet kurumu aracılığıyla gerçekleşecekti. Egemenliğin ilkeleri, insani müdahale ya da küreselleşme hakkındaki tartışmalarda saldırı altında gibi görünmesine rağmen ; zayıf ya da “hatalı” devletlere ve de liberal güç projesine açık bir biçimde direnen, “haydut devletler”e karşı özel bir amaç temelinde egemenlik hakları reddedilirken bile, liberal devletlerin 1990’lar sırasındaki dış politikaları sistemli bir biçimde liberal devletler için egemenlik ilkesini destekledi. Bu iki değerlilik, haklar ve yükümlülüklerin farklılık gösteren genişletilmesi olanağıdır ki; Koruma Sorumluluğu bunu kabul etmiştir.

Liberal devletler böylelikle, Soğuk Savaş döneminde ve sonrasında tam olarak aynı temel hedefleri izleme ile uğraştı. Liberalizmin bir “yükselişi” izlenimini yaratan farklar, bundan nedenle bu liberal dış politikaların kapsamı ve biçimiyle ilgilidir. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, liberal ekonomik ve siyasi ilkelerin önceden böyle gelişmelere kapalı olan bölgelere kadar uzanması fırsatını sağladı. Ekonomik ve siyasi alternatif eksikliği siyasi güç ile desteklendi, üstelik bu ilkelerin daha güçlü bir “yaptırım”ına – şartlı yardım aracılığıyla Dünya Ticaret Örgütü (WTO)’nde bir ihtilafların halli mekanizmasının kurumsallaşmasından tutun da askeri müdahaleye kadar - izin verildi. Kısacası farklar, liberal hedeflerin çok daha geniş ve daha doğrudan izlenmesini mümkün kılan güç ilişkilerindeki bir değişimin, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün – sonucuydu.

Ancak güç ilişkilerindeki bu değişim sıklıkla liberalizmin ana savlarının tarihsel bir doğrulaması olarak yorumlanır. Soğuk Savaş’ın bitişinden sonra liberalizm tekeli, liberalizmin teori ve uygulaması arasındaki boşluğu en sonunda kapattı gibi göründü; “dünya çapındaki liberal öngörüyü gerçekleştirme hareketi için geniş bir potansiyel sağladı.” Bireysel özgürlük, rıza ile gelmiş yönetim, ekonomik refah ve işbirliği ve de bunların sonucunda ülke içinde ve dışında barış evrensel olarak doğru olacaktı. Bununla birlikte; bu iyimserlik bu bölümün ilk kısmında tartışılan, liberalizmin temel unsurları arasındaki çelişkili dinamikleri görmezden gelen, liberalizmin kısmi kavranışlarından doğdu. İronik bir biçimde, “liberalizm”in sonraki düşüşünü göstermiş gibi görünen gelişmelere katkı sunan da, bu iyimserliğin kendisidir.

Liberal politikaların izlenmesinin yokluk kadar refah sağlamaya da eğilimli olduğu, baskı kadar siyasi özgürleşmeyi de içerdiği ve genelde güç politikalarına derinlemesine bağlı olduğu gerçeğinin farkında olmayan bu iyimserlik; 1990’ların başlangıcında tüm bölgelerde liberal politikaların yoğun bir şekilde izlenmesine neden oldu. Ancak, neoliberal ekonomi politikalar ne kadar çok izlendiyse, ülke içinde zengin ve yoksul arasındaki boşluk ve toplumlar arasındaki boşluk o kadar çok genişledi – bu da, en sonunda küresel bir ekonomik ve finansal krizle sonuçlandı. Liberalizm yanlısı olmayan devletlere siyasi, ekonomik, kültürel ve zaman zaman askeri müdahaleyi içeren demokrasiyi geliştirme misyonerliği, demokratik kurumların kuruluşuna yol açtı – bu da sıklıkla “liberal olmayan” politikalara kararlı bir şekilde hizmet etti. Liberal aktörler kendi güç konumlarını liberalizm yanlısı olmayan devletlerin egemenlik haklarını ihlal etmek için ne kadar çok kullandılarsa – ister insan hakları, demokrasi isterse de ekonomi politikaları adı altında olsun – o kadar çok açık ve yaygın direniş oluşturdular.

Dahası, paradoksal sonuçlar, liberalizmin kısmi kavranışları nedeniyle beklenmiyordu. Neoliberal ekonomi politikaları; onların siyasi yansıması dikkate alınmadan izlendi. Demokrasi geliştirme politikaları gerekli toplumsal önkoşullara dikkat etmekte başarısız oldu. İnsani müdahale, barışı koruma ve devlet inşası yerel siyasi katılımı büyük ölçüde görmezlikten geldi. Bu yüzden; neoliberal ekonomi politikaları, demokrasiyi geliştirme, rejim değişikliği, insani müdahale, barışı koruma ve devlet inşası, 1990’ların sonuna kadar, geniş ölçüde hatalar olarak kabul edildi ve liberal ekonominin gerekli siyasi düzenlemesi, demokrasinin toplumsal önkoşulları ve barışın korunması ve devletin inşası durumlarında “yerel mülkiyet”in gerekliliğine yenilenen özen için çağrılarına yol açtı. liberalizmin bu daha kapsamlı dinamiklerini direnişle bütün halinde düşünme; böylece “genişleme”den  “birleştirme” ve “savunma” politikalarına geri bir dönüşe yol açtı. Bu değişiklik, yanlış bir şekilde liberalizmin bir “düşüşü” olarak değerlendirildi – yanlış bir şekilde çünkü, bu bölümün ortaya koyduğu gibi, güç politikaları aracılığıyla liberal başarıların korunması ve savunulması; ana liberal ilkelerin ve amaçların izlenmesinin bütünleyici ve gerekli bir parçasını oluşturur. Kısacası, liberalizmden sonra liberalizm gelir, gerçi farklı bir kılıkla.

Fakat liberalizmin “yükseliş” ve “düşüşü”nün hikayesi liberal siyasi projenin kaderini doğru olarak yansıtmazsa, yine de liberal teorinin kaderine uyar ki, bu da güç politikalarını liberalizm tanımından dışlar ve bu nedenle bu politikaları liberal olarak tanımak ve doğrulamakta başarısız olur. Uluslararası İlişkilerde liberal teorinin kaderi, bundan dolayı gerçekten değişim (güç siyaseti) rüzgârlarına bağlıdır. 

 
Toplam blog
: 46
: 361
Kayıt tarihi
: 21.03.12
 
 

Halk Sağlığı Profesörü, Kamu Yönetimi ve Avrupa Birliği Uzmanı   ..