Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Aralık '06

 
Kategori
Siyaset
 

Limanlar sorunu mu, demokrasi sorunu mu?

Limanlar sorunu mu, demokrasi sorunu mu?
 

Çok utanıyorum! Gerçekten çok utanıyorum ve günlerdir gözüme uyku girmiyor utancımdan... Sen kalk, ülkenin seçilmiş meçilmiş de olsa Başbakanı olarak, emir-komuta zincirini del, koskoca komutanlara danışma, dış politika konusunda bir adım atmaya kalk! Olacak şey değil! Soracaksın kardeşim! Dış politikada en küçük bir adım atacaksan, so-ra-cak-sııın! O kadar! Tabii ki bana sormayacaksın. Ben kimim ki? Halka değil, halk adına en doğrusuna karar verenlere soracaksın.

Sorduğun zaman ne mi olacak? Ulusal çıkarlarımız, memleketin âli menfaatleri korunmuş olacak!

Bak mesela, bundan 40 küsur yıl önce "Avrupa Topluluğuna tam üye olalım mı arkadaş?" diye sormuşlardı... İtiraz çıktı mı 40 yıl boyunca? 3 tane darbe yaptılar, bir keresinde bile AB ile ilişkileri dondurmaya, Amerika ile ilişkileri sınırlandırmaya, herhangi bir uluslar arası anlaşmayı iptale yeltendiler mi? Demek ki neymiş, sorsan sana aslında kimsenin bir itirazı olmayacakmış...

Davulla zurnayla bizi NATO’ya sokarken de sormuşlardı mesela... NATO’ya katılmamızın getirdiği yükümlülükleri Türk halkına ödetmeden önce dönüp sormuşlardı elbet, itiraz çıktı mı? Hayır!

Hele Kore’ye asker gönderirken...Somali’ye, Afganistan’a, Irak’a patır patır Memet'leri gönderirken itiraz çıktı mı? Yooo? Kimse sordu mu ne işi var askerin Afganistan’da, hangi ulusal çıkarı savunmaya gitti diye?

Bakın bütün gizli-açık uluslar arası anlaşmalarda, bütün hükümetler teeek teeek herkese sordular. Hiç itiraz var mı o anlı şanlı kurumlardan? Niye olsun? Anayasal kurumlara adam gibi danışsan sana ayak bağı olacak değiller ki?

6. Filo’yu memlekete davet ederken, limanlarımızı Amerikan bandıralı askeri gemilerle süslerken de sormuşlardı; kerhaneleri boyayıp, conilere "welcome coooniii" derken de... Ne oldu? İtiraz var mıydı? Demek ki danışınca sorun çıkmıyormuş!

Amerikan üslerini açarken de sordulardı mesela? İncirlik’te, Sinop’ta daha bilmediğimiz bilmem hangi vatan köşelerinde Amerikan Üslerini konuşlandırırken hep sordulardı. Hiç itiraz var mı? Memleketin göbeğine Amerikan üssü kurmak ulusal çıkarlarımıza aykırıdır diyen mi var? İşte, sorsan al gülüm ver gülüm olacak ama senin niyetin kötü!

Sonra, Yunanistan’ın NATO’nun Güney Kanadı’na girmesine onay verelim mi diye de sormuşlardı, çok iyi hatırlıyorum... Yine bir darbe dönemiydi, bugün Yunanistan’ın elini bunca güçlendiren süreci tetikleyen o mühim kararı alan zat-ı muhterem şimdilerde ressamlık yapıyor...

Sonra tek taraflı olarak Gümrük Birliği’ni imzalarken de sormuşlardı vallahi, dün gibi... Yani en küçük bir siyasi ve ekonomik talepte bulunmadan, "şaaak" diye imzayı basarken Gümrük Birliğine, aha herkes biliyor işte, kimsenin gıkı çıkmamıştı... Anayasal kurumlar arası uyum buna denir, öğren işte!

Mesela Amerikan, Fransız, İngiliz, Alman silah tekellerini bu ülkenin başına getirirken hep sordular. Sen sormazsan olacağı bu!

Hakkari’de vatandaşa dışkı yedirirken de sordular, sonuçta paşa paşa cezası neyse ödedik, vatan sağolsun... Danışarak yaptıktan sonra ne olacak ki?

Anayasal düzeni 10 yılda bir lağvederken mesela hükümetlere, muhalefete hep sordulardı... Yeni kuşak bilmez, mesela 12 Eylül’de sormuştu bize adam, "asmayalım da besleyelim mi?" diye... Bu kadar bile demokrat olamadınız yuh olsun size!

1960’ta başbakan asarken de sormuşlardı, 1971 de Deniz’leri asarken de... 1980’de patır patır 15-16 yaşındaki gençleri asarken de sormuşlardı herkese... Bir tek sen sormuyorsun, ayıp!

Sen kalk, ben bu ülkenin seçilmiş hükümetiyim, dış politikada bir adım atarken kusura bakmayın size soracak değilim diye açıkalama yap! Avrupa mı kardeşim burası? Amerika mı? Haddini bil! Danışacaksın güzel kardeşim, danışacaksın ki sorun yaşamayasın!

* * *

Birbiriyle iç içe geçirilen bu nedenle de tekil olarak tartışılması zorlaşan iki farklı konu var önümüzde... Birincisi Hükümetin limanlar konusundaki hamlesi... Bu kararı beğenirsiniz beğenmezsiniz, ne getirip ne götüreceği üzerine tartışmalıyız enine boyuna...

Ama öbür taraftan, iş "bana danışmadınız" mevzusuna gelince işte burada farklı bir konuya açılıyor Hükümetin hamlesi: Bir demokrasi sorununa... Bu ülkenin anlı şanlı "laik-demokrat"ları, "Tayyip’e vursun da kim vurursa vursun" diyerek yine bir demokrasi ayıbı sergiliyor...

Kimse Genelkurmay Başkanı’nın açıklaması karşısında, "Bi dakka yahu, seçilmiş bir hükümet neden Genelkurmay Başkanına danışmak zorunda olsun bir müzakere sırasında" diyemiyor! Bu hengame içerisinde de çok önemli bir konu olan Limanlar mevzusu hak ettiği vechile tartışılamıyor...

Çünkü taraflar hazır: Hükümet ve karşısında kışla önü muhalifleri... İyi de, Limanlar konusu gerçekten "ulusal bir" tartışma konusu ise, bu konuyu neden partiler ve ideolojiler üstü tartışmıyoruz ki?

Ben bu hükümetin bir çok icraatını onaylamıyorum kişisel olarak. Ama icraatları tartışamıyoruz ki? Ülke tuhaf bir kamplaşmaya götürülüyor ve bu kamplaşmanın tozu dumanı içerisinde "kim gerçekte neyi söylüyor, kim gerçekte neyi doğru neyi yanlış yapıyor, meselenin özü nedir?" hiçbirini konuşamıyoruz!

Tartışma öyle tuhaflaştı ki, bir dış politika konusu bir anda bir demokrasi konusuna dönüştü... Ama kimsenin üzerinde durmak dahi istemediği bir demokrasi sorununa... Ne "kuvvetler ayrılığı" kaldı ne Anayasanın hükümetlere yüklediği görevler...

Çünkü "seçilmiş bir hükümet" dış politikayı "tek başına" yürütmekle mükelleftir. Ne zamana kadar? "Ulusal uzlaşı gerektiren bir konu ise" işte o zaman Hükümet Meclise de gider, Cumhurbaşkanına da gider, başka diğer Anayasal kurumlara da... Ama ortada bir imza yokken, bir anlaşma yokken, olay sadece bir müzakere hamlesi iken ve üstelik, bu hamle daha önceden planlanmış, tartışılmış, yazılı hale getirilmiş ve üzerinde mutabakat sağlanmış temel üzerinde ilerliyorken...?

Türkiye geçtiğimiz Ocak ayında bir eylem planı yayınlamadı mı? Bu eylem planı, bunca zamandır Dışişlerinin, Cumhurbaşkanının, MGK’nın bilgisi dahilinde değil mi? Limanlar konusunda "müzakere sınırları" bu eylem planında açıkça ortaya konmamış mı? Bu "Anayasal kurumlardan" herhangi biri bunca zamandır tek bir itirazda bulunmuş mu? Üstelik "yazılı itirazda bulunulmuş mu?"... O tarihten bu yana kaç MGK toplantısı yapılmış ve kaçında bu Eylem Planına en küçük bir itiraz geliştirilmiş???

Anayasa’nın 90. maddesi ne diyor?

"Milletlerarası bir andlaşmaya dayanan uygulama andlaşmaları ile kanunun verdiği yetkiye dayanılarak yapılan ekonomik, ticarî, teknik veya idarî andlaşmaların Türkiye Büyük Millet Meclisince uygun bulunması zorunluğu yoktur; ancak, bu fıkraya göre yapılan ekonomik, ticarî veya özel kişilerin haklarını ilgilendiren andlaşmalar, yayımlanmadan yürürlüğe konulamaz."

Hükümet’e "meclise danışma yükümlülüğü" bile vermeyen Anayasa hükmü dururken ve daha önceki dönemlerde bu hükmün işletilmesine dair sayısız örnek duruyorken, kim neyin tartışmasını yapıyor?

Kıyametler kopuyor günlerdir.

Hükümet bir dış politika manevrası yapıyor ve "kışla önünde" muhalefeti maharet sayanlar veryansın ediyorlar: "Bize haber verilmedi"

"Bize danışılmadı" diyenler kim? Türk Silahlı Kuvvetleri. Cumhurbaşkanı. Ve tabii muhalefet...

Şimdi oturup uzun uzadıya polemiğe girmek de mümkün.

Başlarsınız sormaya, bir ülkede dış politikayı yürütme yükümlülüğü Anayasal olarak kime aittir? Hükümete mi yoksa Silahlı Kuvvetler’e mi?

Dünyanın hangi demokratik ülkesinde, bir Genelkurmay başkanı çıkıp, seçilmiş hükümetin karşısına dikilerek "siyasal kararlarında bana danışacaksın arkadaş!" diyebilir?

Allahtan tam demokratik bir ülkede yaşamıyoruz da, dış politikayı "seçilmiş" hükümetlerin yönlendiremeyeceği "gerçeğini" hepimiz biliyor ve kabul ediyoruz...

Çok şükür ki, MGK denilen bir mekanizmamız var da, hiçbir "seçilmiş" hükümetin, hiç ama hiçbir konuda MGK’ya rağmen adım atamayacağını biliyoruz... Hele bir adım atmaya kalkın, maazallah, kafanıza anayasa kitapçığını yiyiverirsiniz! Karaoğlan maraoğlan olmanıza bile bakılmaz!

E peki "seçilmiş" hükümetlerin MGK’ya rağmen en küçük bir adım atamayacağı bir ülkede bu kopan fırtına ne?

Kışla önü muhaliflerinin feryat figanlarına bakmayın siz... Onlar 7 Aralık 2006’da KKTC’de Mal Tazmin Komisyonu kurulduğunda "vatan toprağını satıyorlar" diye kıyameti koparmışlardı. Geçen hafta AİHM bir karar aldı, bizim beyzadeler kafalarını kuma soktular. Ne yaptı biliyor musunuz AİHM? Türkiye aleyhine milyonlarca euro’luk tazminat talep eden Rumlara, "gidin hakkınızı KKTC Mal Tazmin Komisyonunda arayın" dedi... Peki bunun Rum tarafında yarattığı hezeyanı biliyor musunuz? Rum Devleti, vatandaşına "peki git KKTC mal tazmin komisyonuna başvur" dese, KKTC’nin kurumlarını "meşrulaştırmış" sayacak... Yok eğer "hayır gitme" dese, milyarlarca euroluk tazminat yıllar yılı sürüncemede kalacak...

Bakın önümde 14 Aralık 2006 tarihli CNA (Kıbrıs Rum Haber Ajansı) tarafından geçilen haber duruyor:

"Pankıbrıs Anti-İşgal Hareketi (PAK) bugün yaptığı açıklamada, ‘Kıbrıslı Rumların mallarını talep etmek amacıyla Türk işgalcilerin sahte komisyonlarına başvuruda bulunmaları, ülkeye ve özgürlük için mücadele eden halkımıza karşı bir ihanettir’ dedi. PAK açıklamasında göçmenlere onurlarını korumaları ve aşağılık kabuslara dönüşmemeleri için çağrıda bulunuyor. ‘İşgal altındaki topraklarımızdaki malların yasal sahipleri, en azından şimdi Türkiye aleyhine tek yetkili mahkeme olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruda bulunmalı ve mallarını kullanım haklarından mahrum edilmelerinden dolayı tazminat talep etmelidirler’."

Limanlar konusunda kopan gürültüye bir bakın. Yılların deneyimli diplomatı İlter Türkmen bile şaşırmış:

"Şayet söz konusu olan bir Türk deniz limanının açılmasına mukabil Magosa limanının AB ile direkt ticarete, bir Türk havalimanının Güney Kıbrıs uçaklarına açılmasına mukabil Ercan Havalimanı'nın uluslararası trafiğe açılmasından ibaret idiyse zaten hiç mesele yok. Ocak ayındaki eylem planına sadık kalındı demektir. Peki, Finlilerin sızdırdığı gibi, Türkiye bir yıl için bir deniz limanını mütekabiliyet aranmadan açılmasını kabul edebileceğini bildirdiyse "devlet politikası" delinmiş mi oluyordu? Bence hayır; çünkü hükümet limanların açılması yükümlülüğünü de içeren Gümrük Birliği Protokolü'nü 2005 yılında imzalamıştı. Bu imzayı devlet politikasına aykırı sayan resmi bir gelişme de o tarihten beri olmadı. Kaldı ki hükümetin girişimlerinin amacını da saptırmamak lazım." diyor Türkmen 12 Aralık 2006 tarihli makalesinde. "Aslında, hükümet eleştirilecekse, bu adımı atmakta geç kaldığı için eleştirilmeli." diye de ekliyor... "Hükümetin girişiminin resmi politikaya aykırı olduğu iddiasının dayandığı sav şöyle: Çözüm BM zemininde bütünsel nitelikte olacaktı. "Parça parça şunu ver, şunu al seklinde değil." iyi de kapsamlı çözüm ile o çözüme varılıncaya kadar alınacak önlemler birbirine karıştırılmamalıdır. Kapsamlı çözümden önce KKTC üzerindeki izolasyonun kaldırılmasını ısrarla isteyen taraf biz değil miyiz? Bu şimdi resmi politikaya aykırı mı düşüyor? Diğer taraftan kapsamlı çözümün BM çerçevesinde aranması gerektiğine AB'nin esasen bir itirazı yok; aksine BM Genel Sekreteri'nin inisiyatif almasını teşvik ediyor. Ancak Gümrük Birliği'nin AB'ye son katılan on üyeye de teşmil edilmesi gayet tabii BM'nin değil AB'nin işi." Bunlar İlter Türkmen’in yorumu...

AB süreciyle ilgili olarak bakın Taha Akyol ne diyor: "Olumsuz konjonktürde tren yavaşlasa bile yoldan vazgeçmemek, raydan çıkmamak. Bunun için de elbette taktikler uygulamak, diplomatik oyunlar yapmak... Çünkü Türkiye'nin bu 'ray'da olması, "AB ile müzakere halinde ülke" vasfını taşıması, bize sadece "masa başında" değil, piyasada da epey bir şeyler kazandırıyor; dış ticaret ve sermaye hareketlerine bir bakın isterseniz! Bu niye mi önemli? Türkiye artan nüfusunu, birbiriyle kavgaya düşmeyecek düzeyde çalıştırmak, geçindirmek, hayat kalitesi kazandırmak zorunda. En ternel milli davamız budur!"

Birgün Gazetesi’nden Doğan Tılıç’ın saptamasıya bitirelim: "Bu önerinin, Büyükanıt'ın Özetlediği resmi görüşten sapan bir yanı yok aslında ve böyle algıladığı için de ilk andan itibaren Rumlar tarafından kabul edilmez bulunuyor. Öte yandan, konunun doğrudan tarafı olan Kıbrıs Türkler'i, Cumhurbaşkanı Talat ve Başbakan Soyer'in ağzından, önerinin "Kıbrıs davasına zarar değil yarar getireceğini" ifade ediyorlar. Ama olsun, muhalefet etmek gerek ve bunu da AKP ne yapıyorsa her fırsatta ona karşı çıkmak olarak anlayan bol miktarda "politik aktör" var ülkede. Ülke ufukta iki seçimi birden görmüşken, bu aktörlerin her fırsatı hükümeti köşeye sıkıştırmak için kullanacakları açık.

Bütün bu tartışmalar, Türkiye-AB ilişkileri son derece kritik bir haftadan geçerken yaşanıyor. Türkiye, bir aralık ortasına daha, AB'nin kendisine vereceği yanıtı bekleyerek giriyor. Oysa, AB yalnızca Türkiye'yi değil, aynı zamanda kendini tartışıyor. Avrupa'nın nasıl bir Avrupa olacağına ilişkin süreç de iniş çıkışlarla devam ediyor. Türkiye'ye kapıyı kapalı tutmak isteyen Avrupa sağı, AB'yi daha şimdiden gereğinden fazla merkezileşmiş ve politikleşmiş bir birlik olarak görüp, "Brüksel yeni Moskova oldu" derken, Avrupa solunun başını çektiği çizgi de daha politik ve daha merkezileşmiş, dünya politikalarında daha etkin bir AB peşinde. Biz, "haber verildi-verilmedi" diye tartışır ve askerin tartışmaya müdahalesiyle demokrasimizin niteliğini gözler önüne sererken, bilelim ki AB'nin Türkiye'ye vereceği asıl yanıtı da, yalnızca bu hafta sonuna kadar değil, nasıl bir Avrupa olacağı konusunda kendi kararını verene kadar bekleyeceğiz."

 
Toplam blog
: 24
: 720
Kayıt tarihi
: 19.07.06
 
 

İÜ İletişim Fakültesi'nde lisans ve yüksek lisansımı tamamladım. Milliyet Gazetesi'nde "Varoşlar", "..