Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Kasım '09

 
Kategori
Anılar
 

Madam Adası

Madam Adası
 

Adanın kıyısının yeni hali. Başka bir fotoğrafını bulamadım...


beni de alın ne olur koynunuza hatıralar
dolanıp kalayım bir an boynunuza hatıralar…

Hayat ağır yüklerini yüklemeye başladığında, çocukluğun o sorumsuz güvenli ve güzel günlerindeki, serin anılara sığınmak çok hoşuma gidiyor.

Uzuuun zincirli bir salıncaktayım. Hayatımda gördüğüm en uzun zincirli en çok uçabilen salıncak. Önüm deniz, altım kumsal. Uçuyorum. Yanımdaki salıncaktaki arkadaşımdan daha önce görmeliyim adayı. İkimiz de gitgide hızlanıyoruz. Uçtukça salıncağın üst demirinin üzerinden önce ada görünecek, sonra mantarlar, sonra sal, sonra annem ya da uzaktan izleyen büyüklerden biri koşarak ve bağırarak yanımıza gelecek.

-O kadar çok uçulmaz, şimdi demiri aşıp tepe taklak olacaksınız

diye…

Ah ada…! Ne gizemli, ne ilginç bir yerdi. Bir başkasından dinlemiş olsam, şüpheyle karşılayacağım kadar tuhaf bir öyküsü olan ağaçlarla kaplı o küçücük ada.

Çocukluğumun her yazının en muhteşem onbeş gününü geçirdiğim Tuzla’daki o güzel kamp… Deniz, her yıl karşılaştığımız ve beraber büyüdüğümüz arkadaşlar… Açıklarındaki ada Bizans’ta bir manastıra ev sahipliği yaptığından Manastır bölgesi denirdi kampın bulunduğu yöreye. Ama artık ne manastır ne keşişler… Sadece kampın tam karşısında çocukça merakımızı son kertesinde gıdıklayan, sonsuz bir merak ve biraz da korkuyla ürpererek baktığımız, ağaçların arasından kırmızı çatısı görünen küçücük bir ev olan ada… Ve bir sürü öykü, söylence, dedikodu, şüphe…

Bazen kamptan motor kiralar bizi gezdirirdi babam. Nereye doğru gidelim sorusunun cevabı hep;

-Adaya adayaaa

bağrışmaları ile sonuçlanır, Bayramoğlu’nda, içinden küçük madlen parçacıkları çıkan dondurma rüşveti bile değiştirmezdi bu durumu.

Motorla adanın çevresinde dolanırken, madamın iki köpeği, kah kumsalda koşarak kah denizde yüzerek ve son sesleri ile havlayarak bize eşlik ederlerdi. Nasıl korkar nasıl ürperirdik o köpeklerden. Madamı tek gören kişi olan, kampın cankurtaranı ve Tuzla’nın balıkçılarından ve de motorun sahibi olan Mümin Efendi’yi soru yağmuruna tutar, onu bir an olsun görebilmek için çaba sarf eder, ama asla göremezdik.

Bir sürü hikaye anlatılırdı hakkında. Kesin olan o bir Fransız’dı, Türk ya da Arap kocası ya da sevgilisi ölmüştü, kendisine o kişi tarafından armağan edilmiş bu adada inzivaya çekilmişti. Geceleri karanlığa bürünürdü ada. Çok emin değilim ama galiba elektrik ve su yoktu adada. Kampta benim arkadaş grubumdan biraz büyükçe ve hayal gücü de epey engince bir masalcı ağabeyimiz vardı. Gece olunca kumsalda toplanır beklerdik ki; gelsin ne kadar hayalet, vampir masalı uydurabildiyse anlatsın, biz de korkudan titreşerek ve masalın mekânını hep karanlığa bürünmüş adada hayal ederek dinleyelim.

Mümin Efendi ona su ve bazı ihtiyaçlarını götürürdü. Bir şeye ihtiyacı olduğunda bayrak çeker ve Mümin Efendi’nin görmesini beklermiş. Bütün sıkı sorgularımıza rağmen Mümin Amca ser verir sır vermez, O’na ait pek bir şey anlatmazdı. Muhtemelen de zaten bu küçük alışverişler dışında o da pek madamı tanımaz, soruların cevaplarını bilmezdi.

Bir de Emin Amca vardı kampçılardan. Babamın arkadaşıydı, çok sıkı yüzücüydü, Ankara’dan da aile dostumuzdu. Birkaç kez adaya yüzdüğünü söylerlerdi. O da gördüğünü ve konuştuğunu söylerdi madamla ama ne konuştuğu ya da her hangi bir bilgi ondan da çıkmazdı.

Ada yarı gerçek yarı hayal öykülerle donatılmış bu haliyle bir masaldan mı fırlamıştı, yoksa bizi gerçek bir masalın içine mi çekerdi, bilmiyorum. Gerçek olamayacak kadar büyülü görünürdü çocuk gözüme.

74 yazında, kampa geldiğimizde duyuverdik kötü haberi… Bir kere bile göremediğimiz ama hep varlığını hissettiğimiz, hakkında yarı gerçek yarı hayal bir sürü öykü dinlediğimiz madam ölmüştü. Son bir bayrak işareti vermiş. Deniz fırtınalıymış. Balıkçılar görmüşler ama gidememişler. Bir iki gün sonra fırtına dindiğinde gidilebilmiş ama artık çok geçmiş… İki köpeği başında bekliyormuş onu bulduklarında.

O yaz yılların merakı içinde, kendine bir sandal bir motor uyduran adada almaya başladı soluğu. Tam 14 yaşındayım. Kendini çoktaaaan büyümüş bayağı bayağı bir yetişkin sanan 14 yaşında bir çocuk… Kocaman bir arkadaş grubumuz var her yaz buluştuğumuz. Hemen hemen herkes aynı yaşta. Bir sabah kayıkhanenin orada kumda sohbet ederken, fikir kimden çıktı bilmem, sandalla dolaşalım mı dedi birisi. Fikir genel kabul gördü. Kıyıdan kıyıdan tuz burnuna kadar gitmek için ailelerden izin alındı. 8 çocuk bir sandala doluşuldu ve yola çıkıldı.

Bu yazıyı yazmadan önce internetten baktım; ada Tuzla’nın 2 mil açığındaymış. Kampın tam karşısına denk geldiği için daha da yakın. Tuz burnu ise bulunduğumuz koyun ucu. O da yaklaşık 1 mil civarında olmalı. İki kürek çekmede Tuz Burnuna varıverdik. Ada ise burnumuzun dibinde gibiydi. O kadar yaklaşmıştık ki, hep bir ağızdan;

- Çaktırmadan adaya gidelim diye bağırdık.

Birkaç kürek darbesi daha işte o meraktan öldüğümüz adanın sahilindeydik. Biraz adayı dolaşıp büyükler fark etmeden dönüverecektik. Heyecanla adanın içine dağıldık. Ev yarı harabeye dönmüş ve yağmalanmıştı. Yağmalanmıştı derken değerli bir eşya olmadığı zaten belliydi ama bunca sene merak içinde olan insanlar madamın özel eşyalarından bir ikisini hatıra olarak yanlarına almışlardı. Bir iki siyah beyaz fotoğrafını buldum ben de… Yanıma aldım çocukça bir hevesle. Bu arada köpekler de yoktu adada. Onlara ne olmuştu bilmiyorum. Her neyse, çok da fazla vakit geçirmeden tekrar sandala doluştuk. Öğlen yemek servisi başlamadan dönmeliyiz ki kimse adaya gittiğimizi fark etmesin. O yıllarda tek kanallı siyah beyaz televizyonumuzda pek revaçta olan bir dizi var ve dizinin de pek meşhur bir şarkısı var. Bir yandan kürek çekiyor bir yandan neşeyle onu söylüyoruz…

-Bir kayıkta sekiz ceseeet diye bağıra bağıra..:))

Kürekleri çekmeye çekiyoruz da kayık bir türlü ilerlemiyor. Çünkü bizi oraya birkaç kürekte atan akıntı şimdi tam ters yönde küreklerimize direniyor. Hiçbirimizde saat yok. Nasıl telaşlandık nasıl telaşlandık anlatamam. Ama hiç birimizin aklına, dönememek, boğulmak, denizde kaybolmak falan gelmiyor. Telaşımız sadece kaç olduğunu bilmediğimiz saatin, öğle servisi zamanını gösterip göstermediği. Var gücümüzle yüklendiğimiz küreklerden birini de kırıverdik mi? Ama hala başımıza bir iş gelmesinden çok, ortadan yok oluşumuzu büyüklerin fark edip, etmediği ile derdimiz. Herkes anne babasına kıvıracak bir yalan peşinde. Topluca dualar ediyoruz; inşallah yemek servisi başlamamıştır diye.

Bu arada karşıdan bir motor göründü. Motorun içindeki insanlar ayakta ve motorun burnunda duruyorlar.

Cem dedi ki;

-Şu önde duran benim babammış mesela.

Hala çaktırmadan döneceğimizi sanıyoruz ya. Dalga geçiyoruz aklımız sıra..:))

Arkasındaki de benim babammış mesela dedim bende. Ve biz yine “bir kayıkta sekiz ceset” şarkımıza geri döndük.

Motor biraz daha yaklaştı. Ve bize doğru geliyor. Önde burunda ayakta duran siluetler de usul usul belirginleşmeye başladı.

Veee en önde eli belinde motorun ucunda duraaan tabiî ki benim babamdı hemen arkasında el kol işaretleriyle öfke saçan da Cem ve kardeşinin babaları Sedat amca ve diğer babalaaar….:)))

Biz adada mutlu bir keşfe dalınca saatin nasıl geçtiğini fark etmemişiz. Öğlen servisi çoktaaan geçmiş. Anneler babalar çılgın bir telaşa düşmüş. Uzaktan sandalın bizimki olduğunu tahmin edip kampın motoruna atlayıp gelmişler.

İyi ki de gelmişler Bize döneriz gibi geliyordu ama şimdiki aklımla düşününce, akıntı bizi açığa açığa atarken, bir de tek kürekle biraz zor dönermişiz. Bizi motora bağlayıp kıyıya çektiler.

Paparayı yedik tabi ki. Önce motorda babalardan bir araba azar, sonra kumsalda feryat figan bekleyen annelerden bir araba daha azar… Sonra kampta meşhur olduğumuzdan, dönem bitene kadar bütün büyüklerden azar..:))

Yine de her şeye rağmen güzeldi işte. Sonu böyle hüsran ve azarla bitmiş pek çok anıyla dolu, ama hala keyifle ve gülümsemeyle andığım sorunsuz sorumsuz çocuk yazlarım…

Bir de koskoca salın altından dalarak geçmeye çalışma denemem var mesela. Mümin amcanın bacaklarımdan çekerek, zorla beni salın altından çıkarıp, boğulmaktan kurtardığı ve babama;

- Bu seninki kız mı kurbağa mı diye serzenişte bulunduğu gibi maceralarım..:))

Madam adasına gelince, şimdi o artık Rahmi Koç’un adası. Bir süre sonra satın almış ve bir cennet yapmış. Bense o eski gizemine ve büyüsüne hayranım hala. Yıllardır da görmedim zaten. Tuzla’ya hiç gidesim yok. Çocukluğumun geçtiği o güzel coğrafya İstanbul’un bir mahallesi olmuş diyorlar. Arkadaşlarla küçük yürüyüşlere gittiğimiz, Mercan Yuvası, Eşek Adası, Tuz Burnu, Kampın son günlerinde yapılan eğlencede kıyafet balosu için grapon kağıdı almaya indiğimiz o küçük deniz kasabası Tuzla hangi betonların işgalinde kimbilir? Görmeye dayanamam…

Satırlarımın başındaki hisâr-buselik şarkı bir Selahattin Pınar bestesidir. Güfte: Bâki Süha Ediboğlu

 
Toplam blog
: 54
: 1158
Kayıt tarihi
: 22.06.07
 
 

7 Ocak 1960... Hayatın öğrettiği herşeyi okumak ve yazmak için buradayım.....