Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Nisan '08

 
Kategori
Anılar
 

Madam Aspasiya IV (eve dönüş)

Madam Aspasiya  IV (eve dönüş)
 

İzmir kordon boyu


Sayılı gün çabuk geçer ya günler su gibi aktı geçti. Son gün bir fırtına patladı ama ne fırtına. Deniz kumsalı içine almış. Sahil kayıp. Her yer köpük köpük. Aradaki yaklaşık on, on beş metre mesafeyi kabararak aşan dalgalar, otelin taş duvarlarını dövüyor. Kapıdan bozma şezlonglar, hasır şemsiyelerle beraber açıklara doğru yol almış. Gökyüzü gri kara bulutlarla kaplı. İçimiz de gri kara. Sanki doğa üzüntümüze ortak oluyor.

Uçak yolculuğundan korkuyorum ya dua etmiştim uçak bileti bulamamak için. Dualarım tuttu. Bilet yok. Kıbrıs’tan Türkiye’ye kara yolu olmadığına göre mecbur gemiye bineceğim. Yeşil ada vapuru rahat değilmiş. Tercihimiz deniz otobüsünden yana. Uçan gemi de deniyormuş adına, hava yastıkları üzerinde yol alırmış. Batma olasılığı yokmuş.

Deniz otobüsü Girne’den kalkacak. Liman müdürlüğü bir gün önce, gemilerin limandan çıkmalarına izin vermemiş.

Endişeyle bekliyoruz. Cumartesi günündeyiz. Bu gün Mersin’e varmam lazım, Mersin’den İzmir otobüsle 18 saat. Ne olursa olsun, pazartesi işyerinde olmalıyım.

Uzun saatler bekledikten sonra, gemiye hareket izni verildi. Eşyalarımızı yüklemeye verdik. Büyük demir kafeslerin içinde güvertede duracaklar. Ya denize düşerlerse diye komik bir endişeye kapılıyorum.

Ve veda anı. Eşimden, üzgün ve yorgun ayrılıp kızımla beraber gemiye biniyorum. Geminin içi geniş ve uzun bir otobüs gibi. Sayısını tam hatırlamıyorum ama 75 kadar koltuk, dörderli olarak sağlı sollu arka arkaya sıralanmış. Ortada oldukça geniş bir alan boş. Bu boş alanda, birkaç krom direk var. Arka sıra yine otobüslerde olduğu gibi, gibi tek sıra. En önden ikinci sıranın orta iki koltuğunu boş bulup oturuyorum. Diğer bütün koltuklar dolu. En sondaki koltukların arkasındaki, geniş boşluğa küçük teyp, radyo kolileri tepeleme yığılmış. Şişman şalvarlı kadınlar, o koltuklara oturmuşlar aralarında yüksek sesle, koyu bir sohbete dalmışlarlar.

Bembeyaz takım elbiseler giyinmiş, beyaz çoraplı, beyaz ayakkabılı bir adam boynundaki ve bileğindeki kalın altın zincirle herkesin dikkat çekiyor. Sanırım tanınan biri. Başlar ona çevriliyken durumdan hoşnut, omuzları daha bir dikilerek, afili pozlarla koltuk beğeniyor. Yanındaki rüküş ve ortama uymayan frapanlıktaki garip giysili ve abartılı makyajlı iki kadına buyurgan, kaba bir sesle oturmalarını söylüyor.

Her iki yanda küçük pencereler var. Pencerelerdeki görüntünün değişmesiyle hareket ettiğimiz anlaşıldı.

Salıncakta yükselmeniz bittikten sonra geriye gelirken bir boşluk duygusuna kapılırsınız ya, içiniz çekilir, bir hoş olursunuz. Limandan çıkar çıkmaz, biz de oturduğumuz yerden, birdenbire yükselip, sonra çatır çutur seslerle küt diye yerimize geri düştük.

Bir kolumla önümdeki koltuğun arkalığına yapıştım, diğer kolumla kızımı sımsıkı kavradım.

İkinci hoplama çok daha şiddetli oldu. O en arka sırada oturan şalvarlı şişman kadınlar, küçük kolileriyle havada uçuşup, yerlere saçıldılar. Biri belim diye bağırken bir diğeri kolilerinin peşine düştü, bir hoplama daha, bir daha, bir daha.
Artık herkes can derdinde. Hoplamaların sıklığı ve şiddeti arttıkça koltuklarda oturanların sayısı azaldı. Bir süre sonra sağımda sonradan Zıraat Mühendisi olduğunu öğrendiğim bir bey, solumda, Doğu Akdeniz Üniversitesinde okuyan kızını ziyaretten dönen bir kadın ve önümüzde bir delikanlı ve yanındaki ablasından başka, koltuklarda oturan kalmadı.

Bütün yolcular yerlerde, birbirlerine ve direklere sarılmış üzüm hevenkleri gibiydiler. Kamarot, yere yapışmış insanların üzerlerine basmamak ve düşmemek için akrobatik hareketler yaparak, alışkın hareketlerle, kusan yolculara poşet dağıtmaya başladı.

Bu can pazarında beyaz takım elbiseli adam, rüküş ve bol makyajlı iki kadının ortasında, bir eliyle kamarotu paçasından yakalamış, diğer elindeki bir deste kağıt parayı sallayarak,

-Al bu paraları kaptana götür, geri dönsün limana. Ben ineceğim, diye salya sümük ağlıyor.

Arada, gemi hız kesince hoplamaların şiddeti azalıyor, hızlandığımız an gemi çıldırıyor, her hoplamadan sonra suya gömülürken çıkan çatırtılardan eyvah şimdi, ikiye ayrılacak korkusuna kapılıyorduk. Pencelererden de sular ve karanlıktan başka bir şey görünmüyor, bazen denizin içinde mi, yoksa üzerinde miyiz anlaşılmıyor.

Yanımda oturan kadın, bir süre sonra kelime i şahadet getirmeye başladı. Kızım korku içinde fısıldadı;

-Ölecek miyiz anne?

-O nasıl söz kızım. Teyzenin canı dua etmek istemiş.

- Teyzesi bakın kızımı korkuttunuz, lütfen içinizden dua edin.

- Sende kapat gözlerini anneciğim. Uyuyunca vakit çabuk geçer, hem de miden bulanmaz. Hadi uyu bebeğim, diyorum. Uslu kızım, akıllı bebeğim hemen kapatıyor gözlerini.

Bilet alırken yolculuğun iki saat süreceği söylenmişti. Gözüm saatte. İki saat doldu, biz hala hopluyoruz. Üç saat doldu, dört saat doldu, beş saat doldu. Taşucu’na varacağımıza dair hiç umudum kalmadı ki kaptanın sesi duyuldu.

-İyi seyirler sayın yolcularımız. Ben kaptanınız bilmem kim. Deniz otobüsümüz fiberglass olup, hava yastıkları üzerinde hareket etmektedir batma olasılığı sıfırdır. Boyun posun devrilsin. Adam, bu anonsu yola çıktığımızda yapsaydın ya.

Önümde oturan abla, kardeşinin kucağına yatmış. Kardeşi yol boyu saçlarını okşayıp elini tuttu. Sürekli yolculuğun sağ salim biteceğine dair güzel sözler söyledi. İmrendim. Korumak zorunda olduğum çocuğumla kendimi çok yalnız hissetmiştim. Beni deniz tutmaz ama, kusan insanlardan yayılan, terle karışık pis kokuya bir de ayak kokusu eklenmiş, işkence katmerlenmiş, mideme söz geçirmek imkansız hale gelmişti.
Ne olur ne olmaz diye aldığım poşetin, işe yaramasına az kala, Kamarottan Taşucu’na geldiğimizi, limanda bir gemi battığı için, bizi liman dışında beklettiklerini, limana girmemize izin verilmediğini öğrendik.

Bir yarım saat daha, hopladıktan sonra limana girdik. Sallantı hafifledi.Yolcular ayaklarından fırlayan ayakkabılarını bulup, pislik içindeki giysilerine ve kendilerine çeki düzen verirlerken önümde oturan abla nihayet, kardeşinin kucağından başını kaldırdı. Herkes birbirine geçmiş olsun diyor,

-Ne kadar şanslısınız. Kardeşiniz avuttu sizi,

-Biz kardeş değiliz,

-Pardon kardeşsiniz sanmıştım,

-Hayır ben bu beyi burada tanıdım. Korkunca bana destek oldu!

Beyaz takım elbiseli adam, kirlenmiş elbisesinin içinde, gene dimdik, yol boyu zırıl zırıl ağlayan o değilmiş gibi, kasılarak çıkışa yöneldi. Yanındaki kadınların halleri akmış makyajlarıyla daha bir korkunçtu.

Gümrük kuyruğuna girdiğimizde saat gece yarısını çoktan geçmiş, yolun sersemletici yorgunluğuna bir de uykusuzluk eklenmişti. Bir ara valizim yürümeye başladı. Koştum aldım kadının elinden. Neden dahi demeden sırama geri döndüm. Kızım pusette, boynu bükülmüş, oturur vaziyette uyumaya devam ediyor. Üşüyecek diye endişelenirken bir gümrük görevlisi koşarak yanıma gelip,

-Çocuğu bana verin üşümesin, bakın karşıdaki bürodayız biz, deyip puseti kaptığı gibi gitti. Gözlerimle takip ettim girdiği büroyu. Birkaç kişiydiler.

Valizleri, kolileri hallaç pamuğu gibi atan memur sıra bana geldiğinde,

-Gümrüğe tabi eşyanız var mı?

-Yok.

-Peki geçin o zaman.

Hemen arkamda deniz otobüsünde salavat getiren kadın var.

-Bekle beni kızım. Bu saatte Mersine vasıta bulamazsın. Taksiye binmeni tavsiye etmem. Oğlum beni almaya gelecek, seni de Mersin’e götürürüz.

Bundan güzel teklif mi olur? Gümrükteki işi bitince oğlunun yanına gidip kucaklaştılar, aralarında bana bakarak bir şeyler konuştuktan sonra, oğlan seslendi,

-Abla, hoş geldiniz. Eşyalarınız nerede.

-Hoşbulduk. Sağolun, size zahmet olacak.

-Abla sırtımda götürmeyeceğim, ne demek.

Oğlan önce annesinin sonra benim eşyalarımı, görevli memurun yardımıyla arabaya yerleştirdi.

Teşekkürlerle kızımı sıcak bürodan aldım. Anne, oğlunun yanına, ben ve kızım arka koltuğa oturup, yola koyulduk. Bir ara kolum acıdı. Arabanın ön koltuğuna yapışmışım, aynı gemideki gibi kaskatı oturuyorum. Sallanma duygusundan kurtulamadığım gibi, bir de ön koltuğu tutmaya devam ediyorum. Kolumu koltuk arkalığından çözüp, rahatlıyorum.

-Abla yolculuk nereye?

-İzmir’e gideceğim. Siz beni garaja bırakın ben oradan yoluma devam ederim.

-Abla biletinizi alalım hele bir. Verin siz bana parayı.

Garajın önünde durup, koşarak içeri giriyor.

-Abla ilk otobüs 07’de. Ne yapalım şimdi?

- Ben garajda beklerim. Zaten ne kaldı ki sabaha?

- Abla ben sizi burada bırakamam, kusura bakmayın.

-Peki ordu evine gitsem. Elimde eşimin asker olduğuna dair belge de yok ama belki kabul ederler. Etmezlerse kapının önüne koyacak değiller ya lobide oturur beklerim.

-Bak o olur.

Ordu evine gidiyoruz. Eşyalarımı resepsiyonun önüne bırakıyor delikanlı. Görevli askere,

-Abla Kıbrıs’tan geldi, artık size emanet deyip allahaısmarladık diyor. Annesiyle de vedalaşıyorum bin teşekkürle.

Resepsiyondaki askere,

-Yarın sabah ilk otobüsle İzmir’e gideceğim der demez çocuk,

-Abla ben Yeşilyurtluyum deyip, heyecanla, içerde bir yere sesleniyor,

-Osman, Hüseyin, gelin len buraya İzmirli bir abla geldi koşun.

Sanki öz ablalarıymışım gibi koşup geldiler. Ağzı kulaklarında. Eşyalarımı, açtıkları bir odaya uçurdular. Kızımı kelebek dokunuşlarıyla sevmeye çalıştılar. Sabah uyandıracaklarını, tedirgin olmadan uyumamı söyleyip, gittiler. Sanki ben İzmir’dim. İzmir kokuyordum. Benimle İzmir’i görmüşlerdi.

Sabah kapım tıklatıldı. Kalkıp giyindim, kızımı hazırladım. Oda kapısını açtım ki üçü de kapıda. Eşyalarımı ve kızımı aşağı indirdiler. Hazırladıkları yolluk paketini alırken yüreğim ezildi.

-Abla yol uzun, çocuğun karnı acıkır.

-Çocuklar zahmet etmişsiniz. Hakkınızı helal edin.

-Ne demek abla sen bize memleketimizi getirdin.

Çağırdıkları taksinin şoförüne beni dolaştırmadan doğru garaja götürüp, eşyalarımı otobüse kadar taşımasını, plakayı aldıklarını, ablalarından şikayet gelirse, onu buralarda barındırmayacaklarını sıkı sıkıya tembihleyip, arkamızdan bir kova suyu boca ettiler. Onlar da, ben de, kızım da görünmez oluncaya kadar birbirimize el sallamaya devam ettik.

Şoför de iyi bir adammış. İzmir otobüsünün yerini buldu. Eşyalarımı muavine teslim etti. Muavin verdiğim parayla gidip biletimizi aldı. Yerimiz şoför arkası. Ön camdan dışarıyı seyrederken yolluk paketimizi açtık. Küçük kutu sütler, meyve suları, soğuk sandviçler, bisküviler yok yok pakette. Kahvaltımızı bitirmeden otobüsümüz hareket etti. Neredeyse yolcuların tamamı, asker gençler. Gezi otobüsü gibiyiz. Şoför tonton bir adam. Gençleri kırmıyor verdikleri kasetleri çalıyor. Şarkılara herkesle beraber eşlik ediyor.

Toros’ları aşıyoruz. Yolun bir tarafı uçurum. Ne gam. Karadayım çok şükür. Uçağın ürkütücülüğünü, denizin zulmünü görmüşüm ben. Yemyeşil dağları kuşlar gibi aşarım. Manzara çok güzel. İlk kez görüyorum buraları. Gelmeli, görmeli, gezmeli diye geçiriyorum aklımdan.

Kızım, tuvaletinin geldiğini söylüyor. Aman yavrum sık dişini derken otobüs bir benzin istasyonuna giriyor. Mola değil. Şoförden izin alıp koşarak tuvalete gidiyoruz. Bu İzmir’e kadar birkaç kez tekrarlanıyor. Kızım ne zaman çiş dese, ne tesadüf az sonra benzincideyiz.
İzmir’e az bir mesafe kala benim yerime şoför, -sık dişini diyor kızıma. Yol boyunca şoförün benzinliğe girişlerinin tesadüf olmadığını anlıyorum. Molalarda kızım asker ağabeylerinin kucağında. Dedim ya, otobüs gezi otobüsü, biz de büyük bir aile gibiyiz. Bir başka molada kızım kucağımda uyuyor. İnemiyorum. Çayım ayağıma geliyor. Eve dönüş coşkusuna otobüsün muaviniyle, yedek şoförü de katılmış, ömrümün en güzel yolculuklarından birini yapıyorum.

Nihayet, Belkahve’den muhteşem İzmir manzarası görülüyor.

Canım şehrim,

Baba ocağım,

Ana kucağım,


Nasıl anlatsam…

narçiçeği

 
Toplam blog
: 74
: 1691
Kayıt tarihi
: 17.06.07
 
 

Emekliyim ama, yaşamdan değil; işimden. Eşim ve iki kızımla birlikte İzmir’de yaşıyoruz. Yazmak, oku..