Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ağustos '08

 
Kategori
Güncel
 

Marmara'nın altı çatırdıyor; deprem geliyor mu?

Marmara'nın altı çatırdıyor; deprem geliyor mu?
 

Marmara, din kitaplarında tarif edilen ve eninde sonunda yaşanacak olan kıyameti bekler gibi kaderine razı olmuş bir havada bekliyor yaklaşan depremini.

Türkiye’nin neredeyse % 30’una denk gelen bir popülasyonun toplandığı, sanayi tesislerinin ve (para) yönetim merkezlerinin bulunduğu bir coğrafyadan söz ediyoruz. Ankara başkent ama İstanbul neredeyse ülkemizin kalbi ve bugünlerde çarpıntısı var.

Nasıl olmasın ki?

17 Ağustos 1999 depremi geçtiğimiz yüzyılın en büyük yer sarsıntılarından ve felaketlerinden bir tanesi, belki de sonuncusuydu. Bu coğrafyadaki herkes 45 saniye süren o dehşet anını tecrübe ederek yaşadı. Resmi verilere göre 24 bin ölü vardı; kayıpların hesabını kimse bilmiyor belki de.

Bir süre önce çalışmakta olduğum kuruma benden önce girmiş ve “o an” Gölcük’te bulunan, ölüp ölmediği halen bilinmeyen[1], aynı üniversiteden mezun olduğumuz, tiyatrocu, Şehir Tiyatrolarında oynanmış Metro Canavarı isimli oyunun yazarı, elektrik mühendisi Gürkan Gür’ün hatırasını burada "bir kere daha" saygıyla anmak istiyorum. O hâlâ kayıp.

Herkesin yaşadıkları o kadar taze ki...

Yakınlarımızda bir yerlerde olan en küçük sarsıntıda acaba geliyor mu diye irkiliyoruz. Sonra yaşamamızı kolaylaştıran o “hafıza-i beşer nisyan ile malûldür” fenomeni tekrardan ortaya çıkıp, belki de çok daha büyük bir travmadan bizi koruyor.

Dünkü Milliyet'in sayfaları arasından bir başlık alıyorum.

"...yaklaşık 725 bin bina, 3 milyon 40 bin hane ve yaklaşık 9 milyon gece nüfusuna tekabül eden durumda 7.5 veya 7.7 büyüklüğü civarında bir deprem olursa, 50-60 bin civarında ağır hasarlı bina, 500-600 bin civarında evsiz aile, 70-90 bin civarında ölü, 135 bin ağır yaralı, 1000-2000 noktada su sızıntısı, 30 bin servis kutusunda gaz sızıntısı, elektrik kablolarının yüzde 3'ünde kopma, 140 milyon ton enkaz oluşacak."

"Ayrıca, yaklaşık, 1 milyon kişi için kurtarma operasyonu ve 330 bin çadır gerekecek. Yaklaşık 40 milyar dolar maddi kayıp yaşanacak.

"Açıklamada, bu çalışma sonuçlarının ortaya koyduğu tablonun tedavisinin gerçekleştirilmesi için bu çalışmadan hareketle, İstanbul'u depreme karşı korumanın ve deprem zararlarını en aza indirmenin yöntem, ilke ve esaslarını belirleyen bir Deprem Master Planı hazırlandığı belirtildi."

Bu master plan nedir, biz hala tam olarak bilmiyoruz.

Türkiye, çok çarpık gelişmenin enteresan bir imgesidir. Elimizi atacağımız her yerde yüzlerce karmaşa örnekleri gösterebiliriz. İstanbul büyük bir metropol. Tarihsel bir kimliği var. Biz onu sanayinin, yani kapitalizmin başkenti yaptık. Önce tamamen kirlettik, gecekondulaştırdık, fazlasıyla kalabalıklaştırdık. Şimdi elimizde kısa sürede çözülmesi neredeyse olanaksız büyük bir çapraşıklık var.

Uzmanlar diyor ki, “şu an bile deprem olabilir, otuz yıl bizim iyimser bir ön görümüzdür.” Bu durumda zaten kaderimize razı olmaktan başka yapacak bir şeyimiz yok.

Malum Türkiye’nin bir çok sorunu var. Örneğin eğitim. Ben ilkokula giderkende sorundu, bugün hâlâ sorun. Sorun dediğimiz şey bizde kristalleşiyor; daha sonra da totem haline geliyor. Oysa, 2001 yılındaki bir krizle ülkemiz onlarca yılda kazandıklarını bir gecede kaybettiği tecrübesindeki gibi, bazı şeyleri kaybetmeyi göze alıp, öncelikler sağlanabilir. Türkiye’nin her konuda bir önceliği var, kuşkusuz. Ama eğitim dediğimiz şey ertelenebilir mi?

Türkiye’nin müteahhitleri dünyanın her tarafında inşaat yapıyor; adı “taşerondur” aslında. Bu sektörün milyarlarca dolar da cirosu var. Kime fayda? Önce Japonya örneğini yaşadık, şimdi Çin ve Hindistan, büyük bir dev olmaya hazırlanıyorlar. Onların gelişim süreçleriyle bizimki neredeyse eşzamanlıdır. Onlar nerede biz neredeyiz? Bir teknoloji üretebildiğimizi söyleyebilir miyiz? Bu kadar büyük bir inşaat sektörüne sahip bir ülke hâlâ kalıp sistemini yabancılardan ithal ediyor desek, bu bir ayıp değil midir?

O kadar çok önceliğimiz var ki, sıraya sokmasını bilmemediğimizden böyle çarpık bir süreci devam ettiriyoruz. Eğitim için o çok övünülen 80’li yılların içinde on yıllık bir yatırım açılsaydı, bugün Türkiye başka yerde olurdu. Biz o on yılları sürekli ertelemekle, önümüzde eğitim sorunu var demekle “Siyaset Meydanları” düzenlemeyi kendimize iş biliyoruz. Uğur Dündarlar, Ali Kırcalar gidiyor, Can Dündarlar geliyor.

Marmara’yı bekleyen deprem için alınması gereken önlemler ve yatırımlar da böyle bir bekleyişin ürünü olmayı sürdürüyor. On yıl içinde deprem olmasa bile biz on yıl sonra aynı bilim adamlarını veya onların yetiştirdiği öğrencilerini ekrana çıkarıp konuşturmayı sürdüreceğiz.


Bu kısır döngüden çıkabilmek için öncelikle “anlayışımızı” değiştirmemiz gerekiyor elbette.

Deprem bu kadar kapıya dayanmışken İstanbul ve çevresindeki mücavir alanın rehabilite edilmesi kaçınılmazdır. Mutlaka bir şeyler yapılmaktadır. Fakat yapılmayanların toplamı bile ifade edilen ölçekteki bir felakette ülkemiz adına trajedi olmaya yetecektir.

Karantina bölgesi olarak adlandırılan bölgedeki senaryoların yaşayanlar tarafından iyice bilinmesi, hatta ezberletilmesi, kargaşayı önleyecektir.

Küçük bir örnek vereceğim.

1999 Depreminde, İzmit’teki bir göçüğün başında yaşadığımız sıkıntı, tam olarak ne yapacağımızı bilmemekti. Elimizde küçük el aleti <ımg height="173" hspace="10" src="http://www.indigodergisi.com/0000357444-004.jpg" width="259" align="right" vspace="5" border="0">dediğimiz, demir kesme makası, oksijen kaynağı, balyoz, eldiven gibi gereçler olmadığından o kadar zaman yitiriyorduk ki, kurtarılması olası iki kişiyi gözlerimizin önünde ölüyordu. Kimsenin sağ kurtulması imkansız gözüken göçüğün içinden ona yakın insan elini kolunu sallayarak çıktı. Bunlar küçük şeyler gibi gözüküyor ama hayat kurtarıyor.

Son dönemde iyice gözden çıkarılan ama tam da bu noktada çok önemli bir yere gelen “sivil savunma” teşkilatlarının ve uygulamalarının gündeme gelmesi yararlı olabilir.

Bir Afet Koordinasyon Merkezine sahibiz; fakat yüz yıllardır olduğu gibi her devlet-kamu kurumunun, kamunun kendisinden uzaklaşması gibi durum burada da geçerli. Ne yaptıklarından bihaber yaşamaya devam ediyoruz. Kuşkusuz herkes bir şeyler yapıyor. Ama ne yapıyor? Araya giren bu kapatılamaz mesafe olası felaketlerde sonu çatışmaya varacak anlaşmazlıklara ve birbirini anlamamaya yol açmaktadır. Oysa bu kurumların insanlarla aktif temas içinde olmasında büyük yarar vardır.

Elbette her şeyi devletten beklemeyeceğiz. Aileden başlayıp, yaşadığımız apartmana, siteye varıncaya kadar birbirimizi bilinçlendirmede çaba harcamak, yukarıda saydığımız el aletlerine sahip olmak için birilerinin bir şeyler yapması için elimizi açmayacağız.

<ımg height="203" hspace="10" src="http://www.indigodergisi.com/uzay%2003%2014%20(6).jpg" width="203" align="left" vspace="2" border="0">Haberleşme ağı kurmak böylesi durumlarda insanların yakınlarından haber alma ihtiyacını gidermenin en önemli yoludur. Yedi yıl önce olan depremde cumhurbaşkanının bile telefonunun çalışmadığı düşünülürse, “büyüklerimizin” bunun için bir şeyler yaptığını umuyoruz.

Otuz milyon aboneye ulaştığını müjdeleyen GSM operatörlerinin o gün düştükleri zaafiyetlerini onlara hatırlatmakta fayda görüyoruz. “Sabit ücret” adı altında yıllarca insanlardan para toplayanların felaket dönemlerinde haberleşmeyi “sabit kılma” zorunlulukları vardır.

<ımg height="120" hspace="10" src="http://www.indigodergisi.com/uzay%2003%2014%20(11).jpg" width="160" align="right" vspace="2" border="0">Yazılacak, konuşlacak daha dolu şey var. Son dokuz yılı depremle yatıp depremle geçiren bizlere yine deprem konusunda daha fazla bir şey söylemeye belki gerek de yok. Hepimiz onun ne olduğunu, nasıl sonuçlara yol açtığını çok iyi biliyoruz. Yeterki “hatırlamada” kalmayı bilelim. Bu hatırlama hiçbir zaman paranoyaya dönüşmemeli, yaşantımızı zorlaştırmamalı; ama geleceğimizi güvence altına alacak bir anlayışın ifadesi olmalıdır.


17 Ağustos 1999 yılında hepimiz bir şeyler yitirdik. Yitirdiklerimizin anısını saygıyla anıyoruz.

Uzay Gökerman


[1] http://arsiv.hurriyetim.com.tr/hur/turk/00/01/06/yasam/10yas.htm

www.indigodergisi.com


 
Toplam blog
: 2033
: 1268
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

"Keyif verici bir yalnızlık" olarak gördüğüm yazma serüvenimin en önemli merkezlerinden bir tanes..