Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Eylül '10

 
Kategori
Öykü
 

Memleketimin delileri-19

Memleketimin delileri-19
 

Al-Makam deliler arasında


 

Al-Makam, 46’lılar koğuşuna getirildi ve bir sandalyenin üzerine oturtuldu. Burası iç içe geçmiş iki büyük odadan oluşuyordu. İç kısımdaki odada altı tane ranza ve elbise dolapları vardı. Hem banyo hem de tuvalet için kullanılan bir yerin kapısı da buraya açılıyordu. Dışarıdaki oda, biraz daha genişti. On iki tane sandalye ve üç tane masa vardı. Masaların birisinin üzerinde bir defter ve iki tane tükenmez kalem göze çarpıyordu. İçerideki odanın da buranın da tavanla bitişik, dışı demir parmaklılarla örülü bir metre boyunda iki metre uzunluğunda ikişer tane penceresi vardı. Dış odanın hastane koridoruna açılan oldukça sağlam görünümlü kocaman bir kapısı bulunuyordu. 

Koğuşun yatak sayısından on iki kişilik olduğu anlaşılıyordu. On iki kişilik yer olmasına karşılık Al-Makam’la birlikte şimdilik sadece altı kişi bulunuyordu. Kendilerine ya da diğer insanlara zarar verebilecek durumda olan ağır akıl hastaları buraya getiriliyordu. Yemek zamanları ve bir de doktor geldiği zaman kapı açılıyor, onun dışında buraya kimse uğramıyordu. Her gelişte en az üç koruma, içeri girene zarar verilmemesi için kapının yanında hazır bekletiliyordu. 

Al-Makam en az bir saat, oturtulduğu sandalyede hiç konuşmadan hatta kıpırdamadan oturdu. Koğuştaki hastalar bu yeni gelen kişiye merakla bakıyorlardı. Fazla yanına yaklaşmadan onu uzaktan izliyorlar, her hareketini takip ediyorlardı. Sonunda birisi yanına yaklaştı, yüzüne doğru eğilerek iyice baktı. Tepki gelmediğini görünce omzuna eliyle dokundu. Gene bir tepki gelmeyince: 

-Bu bir heykele benziyor, herhalde düşünen adam heykelini buraya getirmişler. Bir heykelimiz eksikti, o da oldu, dedi. 

Diğerleri de tek tek Al-Makam’ın yanına geldiler, önce yakından bakarak sonra da elleriyle dokunarak onu incelediler. Sonunda onu yalnız başına bırakmaya karar vermiş olmalılar ki bir masanın etrafında toplanarak konuşmaya başladılar. 

Al-Makam, biraz kendisine gelince seslendi: 

-Merhaba arkadaşlar, burası neresi? 

-Aaa konuştu, merhaba! Burası meşhur 46’lılar koğuşu. Neyin var, seni neden buraya tıkaladılar? 

-Hiçbir şeyim yok! Psikiyatrist Hayati bey beni buraya gönderdi. 

-Bizi gönderen de o. Aslında bizim yerimize onun burada olması gerekir. O dışarıda geziyor, biz ise burada hapsediliyoruz. 

-Adam kafayı yemiş. Bizi deli gibi görüyor. Ben deliliği kabul etmiyorum. 

-Ben de, ben de , sesleri çoğaldı koğuşta. 

-Arkadaş, sen ne iş yaparsın? 

-Ben buranın Al-Makamıyım. 

-Bunu Hayati beye de söylediysen buraya atılmayı hak etmişsin demektir. 

-Ama ben doğru söylüyorum, gerçekten Al-Makamım! 

-Tamam biz seni Al-Makam olarak kabul edelim, ama sen bunu başka yerde söyleme, yoksa başın daha fazla belaya girer. Bizim de burada hepimizin bir rütbesi var, bunu sadece biz biliriz. Başkasına söylemeyiz. Mesela ben Fatih Sultanım. 

-Ben de Karın Deşen Jack’ım. 

-Ben Solon’um. Bu koğuşun kanunlarını ben koyarım. 

-Ben de Hasan Sabbah’ım. 

-Ben ise Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’yım. 

-Ama ayağındaki çizmelerin rengi sarı değil siyah, diye itiraz etti Al-Makam. 

-Sizin sarı olarak tanımladığınız renk acaba gerçekten sarı mı? Belki de şu benim çizmelerimin rengi gerçekten sarıdır. Gerçeğin ne olduğunu, nasıl olduğunu bilebilir miyiz? diye itiraz etti Sarı Çizmeli. 

Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’nın ömrünün yaklaşık yirmi senesi böyle yerlerde geçmişti. Gençliğinde sevdiği bir genç kız vardı. İlk başlarda kızın da ona karşı olan sevgisi çok fazlaydı. Zaman geçtikçe ortaya çıkan olumsuz davranışları bu sevgiyi bitirmişti. Sarı Çizmeli, sevgilisini her şeyden kıskanıyordu. Aşırı bir kıskançlık hem kendisine hem de sevdiği kıza zarar vermeye başlamıştı. Genç kız birisiyle konuşsa ya da selamlaşsa bunu hemen büyük bir olay haline getiriyordu. 

Bu yüzden defalarca ayrılmışlar, bir daha yapmayacağına söz verdiği için defalarca barışmışlardı. Verilen sözler tutulmamış ve ilişki her geçen gün daha da çekilmez bir hale gelmişti. Sonunda genç kız bu ilişkiyi bitirmeye karar vermiş, bu karar da onun yaşamını noktalamıştı. 

Terk edilmiş olmak Sarı Çizmeli’yi daha da kıskanç bir hale getiriyor, sokağa adımını atar atmaz gizlice genç kızı takip etmeye başlıyor, bazı geceler sabaha kadar sokakta kızın evini gözetliyordu. 

Bir gün alış veriş için girdiği bakkalda genç kızı birisiyle uzun uzadıya konuşurken görünce ikisine birden saldırmış, adam korkarak kaçmış ama genç kız bunu başaramamıştı. Boğarak öldürdüğü genç kızın cesedine sarılarak bekleyen Sarı Çizmeli, olay yerine gelen polislere hiç direnmeden teslim olmuştu. 

Solon, 46’lılar koğuşunun resmi olmayan sorumlusu konumundaki bir emekli polisti. Emekli olduktan sonra Pazaryerine yakın bir yerden ancak 5-6 metrekare büyüklüğünde bir dükkan tutmuş, burada sigara, ekmek, şeker, deterjan gibi maddeler satmaya başlamıştı. Dükkanda buzdolabı, hatta elektrik bile yoktu. Çoğunlukla karanlık olmadan dükkanı kapatırdı. Eğer karanlığa kalırsa iki tane mum yakarak durumu idare etmeye çalışırdı. O tekele sigara almaya gittiğinde hanımı dükkana bakardı. Para kazandığı filan yoktu, ancak masrafları ve vergiyi çıkarabiliyordu. Zaten onun amacı para kazanmaktan ziyade oyalanmaktı. 

Bir gün astsubay olan abisi ona ziyarete geldi. Gelirken çocuklarını ve hanımını getirmemişti. Durum sonradan anlaşıldı: Abisi eşiyle ayrılmak üzereydi. Araya girip barıştırmak istedi. Abisinin hanımı onun dengesiz davranışlarından bıktığını o yüzden kesinlikle ayrılacağını söylüyordu. 

Solon’un abisinin davranışları eşinden boşandıktan sonra daha da anormalleşti. Her şeyden korkar hale geldi. Bir helikopter ya da uçak sesi duysa ya kapı arkasına ya karyola altına saklanıyor, o araçların sesi kaybolana kadar gözlerini ve kulaklarını kapatıyordu. Solon, onun bu hareketlerini gördüğünde: 

-Ne oldu abi, neden korkuyorsun? diye soruyordu.O da: 

-Beni arıyorlar, beni almaya geldiler, diye cevap veriyordu. 

Solon, abisini bir doktora götürmek yerine: 

-Sen hiç korkma, ben tabancamı çeker hepsini buradan kovalarım. Sana onlar hiçbir şey yapamazlar, diye teselli veriyordu. 

Bir gün Solon’un abisi, öğlen vakti kardeşinin dükkanına gelir. Gözleri faltaşı gibi açılmış, yüzü kıpkırmızı kesilmiştir. O sırada Solon Tekel’e gittiği için hanımı oradadır. Onun bu halini gören kadıncağız korkuyla sorar: 

-Abi neyin var? Gel şuraya otur! 

-Kardeşim nerede, çabuk onu bul bana! 

-Tekele gitmişti, belki gelirken şu nalbur arkadaşına uğramıştır. Sen otur, ben bakıp geleyim, der ve dışarı çıkar. Bakkaldan on metre uzaklaştığında bir silah sesi duyarak geri döner ve adamcağızın şeker çuvalının üzerine yığılmış cesedi ile karşılaşır. 

Bu olay “Acaba orada olsam beni de öldürür müydü?” sorusunun cevabını arayan Solon’un ruhsal dengesini bozmuştu. Bir kaç sene sonra hanımı da ölünce Hayati beyin kapısını çalmış ve bu hapishane hayatına gönüllü razı olmuştu. 

Fatih Sultan’ın, etrafındaki kişileri kendi hizmetkarı gibi görmesinin dışında etrafa pek zararı yoktu. Bazen çok kötü koktuğunu düşünüyor bütün gününü banyoda geçiriyor, diğerlerinin o banyoda iken sabun, şampuan ve havlu getirmelerini istiyor, isteği yapılmazsa çok sinirleniyordu. 

Hasan Sabbah, içlerinde tek sigara tiryakisi olan hastaydı. Her nefes çekişinde kendisinden geçiyor, etrafındakileri de içmeleri için kandırmaya çalışıyordu. Solon onun hatırı için birkaç gün içmiş, sonra vazgeçmişti. Hasan Sabbah manik depressiv reaksiyonlar gösteren bir hastaydı. Onun için, bazen son derece neşeli, hareketli bir görüntüsü varken bazen bitmiş, tükenmiş, günahkar, zavallı bir insan oluveriyordu. Ne olduğunu kimsenin bilmediği büyük bir günah işlemişti. Bu günah nedeniyle o öldükten sonra çok sevdiği oğlu ve karısı onun yüzünden cezalandırılacaktı. Onları bu cezadan kurtarmak amacıyla öldürmüş, tam intihar edeceği sırada yetişen komşuları tarafından bu eylemi engellenmişti. 

Karın Deşen Jack, ismi kadar korkunç olmayan, aksine çok sempatik bir insandı. Şimdiye kadar hiç kimsenin karnını deşmiş değildi. Onun derdi kasalarla idi. En güvenli kasanın bile kendi deyimiyle iki dakika içinde karnını deşerdi. Sır dolu, bilinmeyen bir yaşam öyküsü vardı. Onun hakkındaki tüm bilinenler anlattıkları kadardı ve tabii bunların da ne kadarının doğru olduğu tartışmalıydı. 

Söylediğine göre, uzun yıllar gizli istihbarat teşkilatlarında çalışmış, kasa açma üzerine uzmanlaşmış, sonunda bu işten bıktığı için ayrılmıştı. Ayrılmıştı ayrılmasına da, gizli teşkilatlar onun peşini bırakmamışlardı. Sürekli izleniyordu. Doktor Hayati beyin bile onların adamı olma ihtimali vardı. Aynı kuşkuyu bir ara Al-Makam’a karşı da duymuş ve bunu yüzüne karşı söylemişti: 

-Al-Makam, sen gizli teşkilatların adamı olmayasın? Beni izlemek için görevlendirildiysen açıkça söyle! Yoksa bunun sonucunda sen çok zarar görürsün. 

-Benim gizli teşkilatlardan tanıdığım bir tek kişi bile yok. Hem seni izleyip de ne yapacağım? Seni izlemekten benim elime ne geçer? Sen benden yana rahat ol. 

-Akıllı adama benziyorsun, sana inanmak istiyorum. Buna rağmen ufak da olsa bir kuşkum yok değil. 

(Devam edecek) 

 

 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..