Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Aralık '12

 
Kategori
Öykü
 

Mesutların durumu

Mesutların durumu
 

Kendi düzenlemesi ile Fotoğraf sanatçısı ve yönetmen Şahin KAYGUN (1951 - 1992)


Yeğenimin adı Mesut. İşi var, aşı var. İşi sağlam, diyebiliriz. Ayakları üstünde durur kimseye el açmadan. Bir üretim atölyesinde çalışır. İşinin ustasıdır. Ne yazık ki onun gibi adı Mesut olan emekli arkadaşım ise hiç  'mesut' değil bana göre.  Her ikisi de hayatlarında yanlış giden bir kaç konudan dolayı bir yanları kırıktır. Mesut değildirler.

Otuz yıllık arkadaşım Mesut o düşünceli durumunu hiç bozmamış olsa da yeri geldiğinde patlatıverdiği o güzel kahkahası yok artık. Ne geldi ise başına emekli olduktan sonra geldi bence. Önceleri pek konuşkan olmayan Mesut artık uzun uzun konuşuyor, yeri geldiğinde siyasetin o karanlık alanlarına bile dalıp gidiyor. Anlıyorum ki bunalımı dal budak salmış. Sıcak yuvasında değil de uzaklarda bir yerlerde kendi Sırça Köşkünde asıp kesen birilerine çatmak istiyor. Eleştirdikçe eleştiriyor o birilerini. O birileri için  'dokunulmazlık' sıfatı ile toplumun bütün kesimleri üzerinde egemenlik kurmaya çalışsalar bile hiç bir eleştiriyi dinliyorlar mı ki Mesut kardeş, dedim geçenler. 'Kendini yorma, sinirlerini yıpratma' diye de ekledim. 'Artık katlanamıyorum. Bu kadar da olmaz ki! Sen şu açılan yaraları, şu uçuverip giden canları görmüyor musun?' diye çıkıştı bana da. 'Ömrümüzü yediler. Kul hakkı, yetim hakkı diye diye Hazineyi soyuyorlar durmadan. Sinirlerimde yıpranırsa yıpransın...' sözlerini nasıl unutabilirim. Onun siyasetçiler bağlamında gelip ulaştığı değer yargısı 'tut birini vur ötekine' biçiminde özetlenebilir.

Yeğenim dışa dönkü olsa da siyaset konularına hiç girmez. Almanya'da bulunmuşluğunun da etkisi var bunda. Orada tutunamadı. Geldikten beş altı ay sonra bir ev kızı ile evlendi anlaşarak. Onların mutluluğu dilimizden düşmezdi. O da milyonlarca kişi gibi kiracı. Eşi dört  yıldan beri ruhsal bakım altında. Beş yaşındaki oğulları Samet onların mutluluğu için ellerini gök yüzünden hiç indirmez. Onun ayrı bir kişiliği var. Söze girmez gerekmedikçe. Alıngan değildir. Kimseyi öpmez. Kendisini de öptürmez  emeklemeye başladığından bu yana. Yaramazlık yapmayı sever. Gerekmedikçe ablamdan başkasının kucağına gitmez.

Altmışına merdiven dayamış olan arkadaşım Mesut otuz yıl çalıştıktan sonra emekli oldu birden bire. Ballı bir emeklilik ikramiyesi değildi aldığı para. Değil bir ev almaya, bugün içinde oturduğu evin dörtte birini bile almaya zor yeterdi o para. Yıllarca biriktirdiği altınları ile yakınlarından da almış olduğu üç beş bin liraya ek olarak emekli parasını da birleştirerek ancak alabilmişti o evi. Yeni bir inşaatın giriş katından üç odalı, dar salonlu ve yine dar mutfağı olan bir ev alabildiler koştura koştura. O mutlulukları çok sürmeden bitti beş altı ay içerisinde. Kızları okulu bitirmiş ancak bir türlü işe girememişti. Askerdeki oğulları terörün kol gezdiği yerlerden geldiği için bunalımdan bunalıma giriyordu. 'Bugüne şükür. Sağ salim geldi. Beterin beteri var. Olur bu kadar, diyoruz. Canı sağ ya' diyordu anne baba. Evdeki bütün ilişkiler bazı değerler de aşınmaya başlamıştı. Komşuları ile kurdukları o tatlı dilli, güler yüzlü günler gerilerde kalmıştı. Üstüne üstlük ne inşaat teknikeri ne de inşaat mühendisi olan müteahhitin kullandığı malzemeler ile doğal gazlı kombilerden bazılarının ve diğer tesisatların kalitesizliği o ilk kış günlerinde evlerdeki tartışmaları daha da çoğaltmıştı. Duvar yalıtımlarının yetersizliği yüzünden bazı komşuların tartışmaları gibi onların tartışmaları da apartmanın içinde dolaşıyor; atık su borularının şırıltısı ise bitmek bilmiyormuş evlerinde.

Bir kere düşmüşlerdi bu binaya: Dışı başkalarını içi ise onları yakıyordu. Bence ‘tadilat kolik’ olmuştu herkes. Başta müteaahit olmak üzere Yapı Denetim kuruluşları da Belediyeler de görevlerini gerektiği gibi yapmamışlardı. Herker ‘kimi kime şikâyet edeceksin ki!’ diyerek ‘küfürün bini bir para’ yaşayıp gidiyorlardı. Geçenler kar yağdığında evlerden birinde gaz kaçağı bulumuş, büyük bir tehlikeden kurtulmauşlardı kıl payı. Gelen ustalar doğal gaz saatlerinin vanalarının su vanası olarak takılmış olduğunu;  gerekli sarım işlerinin de üstün körü yapılmış olduğunu anlatarak yeni vanaları takıp gitmişlerdi. Bu durum karşısında uzun saçlı sakallı oğlunun takındığı tavır ve söylediği sözler yüzünden yerin dibine girip çıktığını anlatmıştı Mesut üç gün önce Kızılay’da çay içerken.

Yeğenim Mesut  en az iki günde bir eşinin yanına gider bütün sevimliliğini takınarak. Onun o güzel gülüşüne karşılık eşinden hiç bir karşılık göremez. Yüzünü de sesini de unutmuş günden güne. Unutmuş geçmişe dönük ne var ise. Unutmuş sözlerin anlamlarını. Ne varsa acı tatlı; yeniden konuşmak artık bir düş. Samet de onun bu durumunu bildiğinden, ‘Ben gitmiyorum anneme. Bana cadı cadı bakıyor. Artık beni kucağına almıyor ki! Ben onun için Allah’a yalvarıyorum. Benim annem göyüzünde O’nun yanında bir yerlerde olmalı... ‘ diyor iç geçirerek o pırıl prıl gözlerini bir yana devirerek. Yeğenim Mesut bir türlü anlatamıyordu Samet’e her şeyi.

Bir gün eşini görüp geldiğinde kendisini karşılayan babasına boynu bükük bakan oğluna,  ‘Sametim sabır gerek. Beklemek gerek can oğlum. Annen iyi olacak. Doktorlar ona çok iyi bakıyor. Gördük ya saçları bakımlı, makyajını da yapıyor arada bir. Sana da annem baktığına göre mutlu olmalıyız canım. Unutma sana ne demiştim: ‘Dört se var artık bizim için’ değil mi? Sabrın sonu selamet Samet!’ demiş içi yanarak. Günler  Mesut için olduğu kadar Samet için de yoğun bir karamsarlığa dönüşüyordu. Oysa evlendikten sonra ne kadar mesut, ne kadar güleçti yüzleri. Onları yıkan o trafik kazasını andıkça kendinden geçer, dilleri tutulur, göz yaşlarına boğulurdu Mesut. Mutluluk adlı söğüt dalı kırılıvermişti bir anda. Ağacın dalındaki o güzel ötüşlü kuşlar bir anda ürkerek uzaklaşmışlar, kavak dallarına konmuşlardı korkarak.

Arkadaşım Mesut çocuklarının birinin işi var diğerinin işi olmadığı için üzülüyordu. Çünkü iki yıl önce diplomasını alan kızın işi var askerden gelmiş olan oğlunun işi yoktu. Kendi yağları ile kavrulup gidiyorlar. Ancak bir emekli ile iki işsizin arasında kalan örgü ustası anne de mutlu değil. Ne ki bir kaç ay önce bir tanıdılarının yardımı ile kızları mesleği alanında değilse bile sanata yatkınlığı yüzünden bir işe girmiş olduğu içinişe gidip geldiği için evdeki çatışmalardan uzak kalabiliyor ise de ona yansıyan bazı durumlardan ötürü onun da mutlu olduğu söylenemez. Kardeşinin odasındaki sessizliği onu etkiliyor, bazen onun yüzünü çiziyordu bilgisayarında iş yerinde. O resimleri peş peşe sıraladığında kardeşinin alnındaki çizgilerin uzadığını, gözlerindeki ışıltının söndüğünü görüyordu. Ordudan ilk geldiğinde saçını kendi usturası ile kazıdıktan sonraki o güleç yüzü günden güne şişmiş, saçlarına yapışan sigara kokusu geceleri onun uykusunu dağıtan kapkara bir örtü olmuştu. Bu yüzden bazı geceler salonda dizi izlerken uyuya kalıyordu. Durumu kimseye anlatamıyor, kimseye kızamıyordu. O da anne babası gibi ‘kaderci’ olmuştu hiç istemese de.

Geçenler en büyük yeğenim Mehtap anlatmıştı. ‘Dayıcığım göbek adı olarak senin adını taşıyan Kaan daha on bir yaşında da olsa bir adam gibi konuşuyor. Diğer yeğenlerimiz de öyle. Biz onlar gibi ne güzel konuşur ne akıl yürütür ne de birisi bir şey dediğinde ban akarışma, ben bilirim, kaygılanma, diyebilirdik. Sus pus oturuduk kendimize yiyerek. Bak ne oldu bu kış. Mesut erkenden işe gitmiş. Annemi de Samt’i de aldım hastaneye gidiyoruz. Kar pamuk yumağı gibi düşüyor arabanın camına. Bir süre sonra ana yolda arabalar çoğaldı. Bir kaç araba kaymaya başladı önümde. Köprüye doğru eğim de olduğu için biz de kaymaya başladık. O an bağırmışım, ‘aha kayıyoruz, yer buzluymuş demek ki!’ dedim o an. Korkuyorum ya yengemin kazasından dolayı. O sıra annemin kucağında oturan Samet, ‘Halacığım sen korkma. O arabalar kaysın inşallah onlara da bir şey olmaz bize de. Ben şimdi ellerimi gökyüzüne açarsam, gör sen, hiç kimseye bir şey olmayacak’ der demez ellerini arabanın tavanına doğru kaldırarark içinden bir dua okuyuşu vardı ki anlatamam. İnan ki bir anda on on beş metre kadar yan yan kayan arabaya ne arkadan gelen bir başka araba çarptı ne de ben öndekilerden birine çarptım. Bu Samet ermiş desem yalan olmaz dayı...’

Biribirini tanımayan her iki Mesut ile karşılaştığımda takılırım arada, 'Oh ne güzel be. İşiniz sağlam. Evde kazan da kaynıyor. Dertsiz baş olmaz. En büyük dert de bela da devlettir. Yeter ki üstüne yürümesin kimsenin. Korkak yaşamamız isteniyor, bu açık. Ya sabır demekten başka ne gelir elden. Takmayın her şeyi kafanıza. Adın gibi daha da 'mutlu, bahtiyar, mesut olmaya bak' diyorum altmışlarda salınan yaşım ile ak saçlarıma güvenerek. Kabalık yaptığımı anlıyorum bunları söyledikten az sonra. Oysa söz ağızdan çıkmış oluyordu. Artık sessizce gidip oturmak istiyorum onların yanı başına çoğu kez. Onları anlayabilmek için ya onları dinlemeliyim diyorum çok soru sormadan ya da onların düşüncelerini başka bir yöne çevirmeye çalışmadan sessizliklerine ortak olmalıyım diyorum.

Bu durumu çocukluk arkadaşım Şahin Kaygun ile Beşiktaş'taki stüdyosunda buluştuğumuzda denemiş başarılı da olmuştum. O'nun, 'İşte böyle be Ömer. Senin arada bir dalıp gidişlerindeki o suskunlukların bana çok güç veriyor bunu bil. Buraya her gelişinde Toros Dağları geliyor gözlerimin önüne. Dumanlı Dağlar geliyor. Deliçay geliyor. Çocukluğumuzda ilk aşklarımız, ilk şiirlerimiz vardı. Şarkılar, türküler söyler başımız göklerde gezerdik. İşte burası İstanbul. Kahpe Bizans burası. Kıskançlıklar, iki yüzlülükler, arkadan vurulmalar var burada. Kıskançlık kol geziyor. Sömürü de almış başını gidiyor. İstanbul bir kurt kapanıdır. O koca koca adamların ne kadar bilgisiz olduğunu gördüm. Başkalarının sırtından kazanmayı kişiliklerine yedirmişler. Utanma da yok bunlarda. Buraya gelmeyi düşünüyorsun. Bence gelme. Burası yer bitirir seni de. Bak ne diyeceğim bir de: O yıllarda ben konuşurdum daha çok sen susardın. Nutuk atardım durmadan unuttun mu? Ben de az çenesiz değildim. Şimdi tersine akıyor her şey Ömer Faruk!' diye konuşmasını hiç unutamam. Yine yıllar önce Sarıyer sırtlarında fotoğraf çekerken O'nun ne kadar sessiz çalıştığını düşündüm bizim Mesutların o içe dönük onulmaz durumlarını yazarken şimdi.

Mesutların hiç birini gözleri yükseklerde değildi. Sağlıklı mutlu yaşamak isterlerdi. Gezip tozmak, akrabaları görmek isterlerdi. Çok şendiler. Oysa şimdi gözleri de başları da yerde. 'Çaresizlik onların yastığı, yorganı olmuş, diyorum şimdi içimden. Çevremizdeki hiç bir şey ışıltısını yitirmemiş olsa da onlar için karanlığa doğru bir yöneliş vardı. Her iki evde de ışıltılar kızarıklıktan kül rengine doğru dönüşmeye başlamıştı son yıllarda.

Evlerinin penceresine konan kuşlar da kapıya gelen kediler de yoktu artık. Komşuluklar da o sıcak yuvaları pek aydınlatamıyor bence. Kapılardan uzatılan aşure tabakları ile arada bir de olsa 'Günaydın. Nasılsınız?' gibi anlık durumlar dışında bir etkileşimleri yoktu komşuların. Ben de, 'İyi ki çocukların şen şakrak koşturarak okula gidiş gelişleri ile bayramlardaki o şeker düşkünlükleri var' diyorum iç geçirerek.

 
Toplam blog
: 570
: 1034
Kayıt tarihi
: 14.09.08
 
 

1974'te H.Ü. Sosyoloji ve İdare Bölümü'nü yüksek lisans tezi ile bitirdim. 1976 yılında yapımcı y..