Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ekim '12

 
Kategori
Öykü
 

Mutluluğun sırrı

Mutluluğun sırrı
 

Saffet, yataktan kalkıp yatak odasının tozlu perdelerini açtığında odaya dolan günün ışığından, “bina”, denilen beton, çelik ve cam yığınlarının çokluğundan, “otomobil” denen tenekelerin caddede oluşturduğu iki yönlü, renkli ırmaktan ve oraya buraya koşuşturan telaşlı insanlardan tiksindi.

İdrar kesesini boşaltmak için banyoya girince, belirli aralıklarla yemek yemek ve dışkılamak zorunluluğu getiren biyolojik sisteminden de tiksindi. Sifonu çekip, aynadaki yansımasına bakarken, saçlarının dağınıklığından, gözlerinin mahmurluğundan, uzamış sakallarından da iğrenince, içindeki tiksintiyi bastırmak için mutfağa girip, bir duble rakıyı hızla dikledi. Rakının boğazından midesine inerken oluşturduğu ateş izinden de iğrendi ama bir duble daha alınca rahatlar gibi oldu.

Az sonra ikindi ezanı okunmaya başlandığında, küvete sıcak su salıp suya girdi. Sıcak suda uzanırken, dünya gezegeninin ilk çağlarında, milyarlarca yıl öncesinin karanlık sularında yüzen bir amip olduğunu düşledi. Yağmur yağıyordu amipin yüzdüğü, başı ve sonu belli olmayan okyanusa. Amip, daha sonra balığa dönüşecek, denizden karaya çıkıp sürüngenleşecekti. Çöllerin sıcak kumullarında sürünen bir yılan ya da insanların kurduğu uygarlıklardan uzak coğrafyaların karanlık taş altlarında yaşayan ve yanına yaklaşıp huzurunu kaçıranları sokan bir akrep olmayı isterdi Saffet tercih hakkı verilmiş olsaydı dünyaya gelmeden evvel ama tercih hakkı verilmemişti ve insan olmaya mahkum edilmişti, mutsuz bir insan olmaya, Saffet'çik evet.

Otuzsekizine merdiven dayamış, bekardı. O güne kadar hiçbir kadına aşık olamadıktan sonra, bundan bir süre önce, gitmeye başladığı bir kerhanede bir güzele vurulmuş ve kadını kerhaneden çıkarıp evlenmeyi kurmuştu. Nikah kıymadan önce, -pek inançlı olmasa da-, kadını hamamda yıkatacak, bir camide namaz kılacak ve dua edecekti, mutlu bir birliktelik için. Eski Yeşilçam filmlerinden benzeri sahneler yok muydu? Ve anasıyla babasının gelinleriyle gurur duyacak olmaları, Saffet'i son derece sevindirecekti.

Bir elmanın iki yarısı gibiydiler üç ay boyunca Eva'yla. “Tanrı”, demişti Eva, kerhanenin sperma ve prezervatif kokulu kırmızı çarşaflı yatağında “kadınla erkeği, bir elmanın iki yarısı olarak yaratmış ve bu iki yarıyı başka başka yerlere fırlatmış, birbirlerini arayıp bulmaları için”, Romen aksanıyla konuştuğu Türkçe'siyle. “Aşkı anlatan her teori, insanın varoluşunu açıklayan bir teoriyle başlamalı, biliyor musun Saffet?”, derken gözlerinin ışıltıları, kirpiklerinden tüm odaya yayılmış, Saffet, gecenin ortasında güneşin yükseldiği inancına kapılmıştı birden.

Yatağın başucundaki komidinde, müşteriler tarafından kullanılmayı bekleyen kağıt mendillerin, gül ve yasemin yağı dolu renkli şişelerin ve kristal bir tabağın içine yanyana dizilmiş kondomların yanında “Sevme Sanatı” adlı bir kitap duruyordu. Eva'nın müşteri beklerken okuduğu bu kitap, para için yapmak zorunda olduğu fahişelik yüzünden aşağılanan ruhunun yüksek mertebesinin simgesiydi genç kadın için ama Eva ruhunun mertebelerini, müşterilerinden çok kendi kendine ispat etmeye çalışıyordu daha çok, kitaptan yaptığı alıntılarla.

Eva'nın kollarında duyduğu mutluluğu hayatında hiçbirzaman başka birisiyle yaşayamayacak olduğunun bilinciyle evlenme teklif ettmişti Saffet o an kadına. Eva da ertesi gün bavulunu alıp Saffet'in evine gelmiş ama kitabını beraberinde getirmemişti. Kitap, Saffet evlenme teklif ettiği an Eva için teselli olmaktan çıkmış ve can simidi olma görevi ondan sonra Saffet'e yüklenmişti.

Sonra üç ay birlikte yaşadıktan sonra Eva, gizemli bir şekilde kayıplara karışınca, Saffet derin bir bunalıma girmişti. Arkadaşları farkına varmışlardı Saffet'teki değişikliğin: Gözlerinin parıltısı sönmüş, ağzını bıçak açmaz olmuş, yaşama enerjisi yok olmuştu birdenbire genç adamın.

Perişan bir halde, aylar boyu her gece kentin kerhanelerini bir bir dolaşmış, aklına gelen her yerde Eva'yı aramıştı. Eva'nın çukulata rengi gözlerinde o güne kadar hiç kimsede rastlamadığı bir şeyler, anlatılmaz bir büyü, çözülmez bir esrar vardı, evet. Sanki yıllardan beri arayıp da bulamadığı ama ona karşı duyduğu özlemin, içini gece gündüz hep kavurmuş olduğu sevgilisi, eşi, karısı, canı, aşkı, yaşamının anlamıydı Eva. Niye terkedildiğini anlayamıyordu genç adam. İşin içinde gaddar bir pezevengin ya da uluslararası kadın tüccarlarının olabileceğini düşünmemiş değildi ama karakoldaki kayıp ilanı ve soruşturmalar herhangi bir sonuç vermemişti. Ani bir haber alıp Romanya'ya hasta annesinin yanına da gitmiş olabilirdi genç kadın, herhangi bir açıklamaya zaman bulamadan. Ama aradan altı ay geçmişti ve insan hiç olmazsa şimdi bir telefon açıp haber verirdi, değil mi?

Onu rüyalarında görüyordu şimdi Saffet her gece: Romanya'da sefil bir kasabada, fakir bir evde, paçavralar içinde, hasta annesinin yanında oturuyor, ağlıyordu Eva bazen; bazen de bir dans grubunun orta yerinde, yanan sönen ışıkların altında cilveyle dansederken, Saffet'in kendisine sunduğu küçük burjuvazi hayata değer vermediğinden ve mütevazi hayat stiliyle yetinemeyeceğinden Saffet'i tanımamazlıktan geliyordu. Saffet ise her seferinde acı ve kederle uyanıp, rakı şişelerine sarılıyordu.

Küvetten çıkıp üzerini giyindikten sonra mutfağa girip, kurumaya yüz tutmuş bir dilim ekmekle, bir parça kaşar peyniri yedikten sonra, nereye gideceğini bilmeden evden çıktı. (Kerhane araştırmalarına son vermişti.) Dışarı çıkar çıkmaz kentin sinir bozucu uğultusu kulaklarına tecavüz etti. Bir sigara yakıp, dumanını ciğerlerine çekerken, tütünün tadından iğrendi.

Yılın ilk karı yağmaya başlamıştı. İstanbul, buzlu, kurşuni ve buhranlı bir paçavraya dönüşüyordu. Hayalinde Eva'nın bronz teni, gece gibi saçları, çocuksu çenesi, Saffet'i anlatılmaz bir şevke iten o iri dudakları, insan öbeklerinin arasında tesellisiz yürüdü. Epeyce yürüdükten sonra adımları onu İstiklal caddesine getirmişti. Yolun orta yerinde kır saçlı, kır sakallı yaşlı bir adama rastlayınca nedense durakladı. Adamın üzerinde, kafasının geçebileceği büyüklükte, ortasından delinmiş, eski bir battaniye vardı.

“Ey ahali!” dedi yaşlı adam, içtiği sigaraların yapış yapış bir balgam yüklediği çatallı sesiyle, “dünya öyle güzel, yaşamak öyle tatlı ki!” Boğazından birkaç parça balgam söküldü: “Ö-hö, ö-hö!” Yine de çevresine üşüşen kalabalığa konuşmaya devam etti: “Ne olursa olsun hayatın tadı çıkarılmalı! Bunun için yeterince sebep var: Örneğin şu atık gaz kokan havayı solunum yapmak bedava; şişelerde alınıp satılmıyor daha; hortumlarla taşınmıyor; insan istediği kadar nefes alıp vermekte de serbest üstelik! Bu durumda minnettar olmamak ve şükretmemek düpedüz nankörlük! Ekmek kavgası, ekonomik sorunlar, işsizlik, hastalık, açlık, yalnızlık, bunalımlar, doğal felaketler, aile faciaları ve herşeyden önce aşk acısı görmezlikten gelinmeli. İşte mutluluğun sırrı bu! Tanrı, bunu bana dün gece gaipten bildirdi! ”

Kalabalıktan alaycı kahkahalar yükseldi. Adam aldırmadan nutuğunu sürdürdü:

“Duyduk duymadık demeyin! Gelin, Tanrı'nın mesajına kulak verin!” Saffet, adamı içtenlikle dinledi.

“Evet, dünya, sefillik, yoksulluk, açlık, çöplük, yalan dolan, düzenbazlık, tehdit, korku, savaş ve politikacıların masallarıyla dolu ve bunlar hayatımızın ortasında leş gibi akan lağım kanalları! Ama yaşamda, pislik olmasın demek, Tanrı'ya küstahlık etmek!”

Dinleyici kalabalığa, elinde alışveriş torbalarıyla üç beş kişi daha katıldı.

“Bırakın lağımları oldukları yerlerde! İnanın yalancı tezlere, gerçekleri örtbas etmek isteyen sözlere, sizi gün be sömürenlere! Mutlu suratlar gösteren reklamlardaki gibi gülümseyin ki Tanrı dünyayla ilgili planını gerçekleştirebilsin! Sakın, kaybolan aşkların peşinden gözyaşı dökmeyin. Aşk, Tanrı'nın insanlara verdiği ve her an geri alma hakkına sahip olduğu, sonsuzluk garantisi olmayan bir armağandır sadece. Ey ahali, bu mesajı içinize sindirin!”

Adam yeniden öksürdüğünde, kalabalıktan biri yanındakine “kafayı sıyırmış ayyaş moruk”, dedi. Bir diğeri, adamın ayaklarının önüne bozuk para attı. Diğerleri, durumu ciddiye almadan dağıldılar.

Saffet, adamın haklı olabileceğini düşündü. Tanrı'nın, aşkı insanlara armağan olarak verdiği ve her an geri alma hakkını gizli tuttuğu fikrinde teselli bulmuştu. Ara sokaklardan birinden bir kemancı gelip, hüzünlü bir şarkı çalmaya başladı o an.

“Mutluluğun sırrı, günde bir şişe viskidir” dedi, Henry Miller, kar tanelerinin arasından Saffet'e hayalinde.

“Tek teselli, bizi bekleyen sarhoşluklar”, diye muzip gülümsedi, Charles Bukovski onun yanından, kar sessizce yağmaya devam ederken (Saffet'in en sevdiği yazarlar). Kır saçlı peygamberle, hüzünlü kemancıya sigara uzattı Saffet: “Gelin dostlar, mutluluk iksiri içmeye gidelim”. Üç kafadar ara sokaklardaki loş meyhanelerden birine yöneldi.

 
Toplam blog
: 26
: 723
Kayıt tarihi
: 15.06.10
 
 

Antalya doğumluyum. Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü mezunuyum. ..