Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Aralık '06

 
Kategori
Kültür Turizmi
 

Neden martısız bu deniz?

Neden martısız bu deniz?
 

Antalya-Kumluca arası sıcak biraz bunaltsada insanı; yemyesil cam agaçlarının arasında yapacağınız yolculuğun değip değmeyeceğini düsünürşünüz... "Bu sıcak havada ne isim vardi bu kadar yolu geldim" diye düşünmeden edemesziniz kendinizi. Ulupınar'ı geçtikten sonra ve deniz hala menzilinizde bile görünmüyorken erimeye başlayan asfalt yolun solundan kıvrılan bir yol görürsünüz...

Tabela "Çıralı" der. Tanrıların, asırlardır tasların arasından yanan ateşine götürür sizi... Tepelerin yamacında, yaninda yıkılmış, beklemekten yorulmus tasların çevreye dağıldığı tanrı Zeus'un rahiplerinin barınağına götürür sizi.. Koyu gri kaya kütlelerinin yanından "ben hala yanıyorum" demeye inat; alev alev yanan ateş topları.. Bir orada "iste bir daha" dedirtip coşturacak kadar cok hem de.. Yağmurda bile yanar bunlar. Ve eğer olurda sönerse alevi atesleyecek bir çakmak bir kibrit beklerler. Ve yüzyıllardır söyledikleri o türküyü ıslak ıslak söylemeye devam ederler...

Aşağılara uzattığınızda bakişlarınızı deniz ayrı bir tad verir bakışlarınıza... sevecen, sıcak.. yesillikler arasından bakarken siz, o mavi mavi söyler türküsünü... ama hala anlayabilmis değilim; bu güzel görüntü arasında neden bir tane bile martı yok?..

Çıralı sapağından Kumluca'ya devam eden yolun biraz ilerisinden, yine sol yanından bir kıvrım gibi iner aşağıya belli belirsiz yolumuz. Tabela bu kez Olympos, Çavuş Köy, Adrasan yazar. Kıvrılırsınız sessizce, ürkütmeden.. Yolun her iki yanında çam ağaçlarında sızlanan böceklerin sesi asılıdır. Arı kovanlarının rahatsız edilmemesi konusundaki uyarıcı tabelalar gözünüze çarpar.. Birden karşınıza yanmaktan siyahlaşmış toprak çıkar. Hangi hain elin attığı belli olmayan bir ateşin yok ettiği yeşilliğin hüzünlü çığlığı...

Bu renklenmeye başlayan yolculuğun ilk tadına ulaşırsınız. Yol sol yandan toprak bir yolla ayrılır.

Tabela Olympos yazar... Tepede çam ağaçlarının altında yatan Krallar, mezarlarıyla hoşgeldiniz çığlığı atar adeta.. İşte Kadir'in yeri.. Ağaç evler.. Nereye ait olduğunu anlayamadığımız bir ülkeden gelen Hippi grubun eski otobusu ağaçların altında uzun yolların yorgunlugunu atiyor.. İşte Türkmen pansiyon derenin kenarında.. Gece yanan kütüğün külleşmeye tutmuş iri cüssesi bir sonraki akşam yanmaya hazırım dercesine çevresinde toplanmaya çağırıyor sanki... Ve kalıntıları eski şehrin. Yüzyıllardır yağmalanmaktan yorgun düşmüş ama hala güzelliğini sunuyor ziyaretine gelenlere... Denize derenin kenarından çıkıyoruz. Sol yanımızda kenarları kırılıp yağmalanmış şehrin korsanlara ayak direyen mezarlarıı.

Ve deniz.. Baktınız mı taa Çıralı'ya uzanan bakışlarınızla sereserpe uzanmış bir güzellik. Su masmavi ve kanakana içilecekmiş gibi temiz ve davetkar... Bırakın kendinizi kollarına, sizi sarsın koklasın. Sizinle oynasın... Olympos sapağını gerilerde bıraktık. Yol buğday basaklarının ve çamların arasında ilerliyor yine.. İşte sıcaktan bunalmış bir tavşan hızla yolun karşısına geçiyor, korkmuş gibi.. Ve her zaman ki gibi ürkek..
Yol iyi. Biraz dar ama asfalt. Hafif rampa var, tırmanıyoruz. Sola doğru dönüyor yol, sonra sağa.. Tekrar sağ ve sol yine.. Ve işte karşımızda tabiatın bütün renklerinin bir senfoni orkestrası gibi yüzümüze çarpan tebessümü, kokusu ve o sıcak rüzgarda nazlı nazlı sallanışları duruyor.
Nasıl bir araya toplanmış bu tat. Atıyosunuz kendinizi aralarına, siz de başlıyosunuz onlarla o türküyü soylemeye. Kokular sarhoş ediyor.

İşte Çavuş Köy. Sağlık ocağı karşılıyor önce. Solda tek katlı ama temiz boyalı belediye binası. Sağda yörenin tek ekmek fırını. Jandarma karakolunun yanından yani küçük köyümüzün meydanından sola dönüyoruz. Küçük köprü hala sağlam.. Okul solumuzda.. Portakal bahçelerinin arasında ilerliyoruz artık. Kokular mest ediyor burnumuzu.

İşte ilerde domates bahçesi. Domatesler kırmızılıktan bağırıyor neredeyse. Dönüyoruz tekrar yolun götürdüğü yana doğru, ve birden o maviliği görüyoruz.. hiç bir yerde göremeyeceğimiz denizin gülümseyen maviliğini. Her şey birden bire oluyor. Deniz birden bire karşılıyor bizi. Kıyı boyunca uzanan kumlar, kumların üzerinde renkli midye kabukları, sol yanımızda yükselen keltepe, sağımızda yükselen çamlıtepe, hepsi birden bire....

Sonra çakılıp kalıyoruz bir müddet olduğumuz yerde.
Sonra saygıyla kumlara oturuyoruz. Çığlıklar içerisinde deniz, cırcır böcekleri, balık tutmaya çalışan çocuk, Hüseyin'in teknesinin pancar motorundan çıkan ses, herşey yok oluyor bir anda. "Niye martı yok bu denizde?" sorusu beynimi yiyor hala... Çeviriyorum başımı martısız denizden içerilere. Dağlar beni çağırıyor...

Cem Ergün

 
Toplam blog
: 47
: 1425
Kayıt tarihi
: 20.09.06
 
 

İstanbul'da yaşıyorum. Kiraz ayının üçüncü günü doğmuşum. Dağlara dost, dağlara sevdalı ve sevdas..