Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Nisan '09

 
Kategori
Sinema
 

Okuyucu/The Reader sağlam bir film…

Okuyucu/The Reader sağlam bir film…
 

Okuyucu/The Reader sağlam bir film…

Birçok olumlu eleştirileri okuyarak, merak içinde gittim izlemeye. Sanırım bu eleştirilerin etkisiyle daha canlı, daha hareketli bir filmdi beklediğim. Oysa durgun ve griydi. Ama derindi, etkileyici ve kesinlikle düşündürücüydü.

Filmin başında, gelişmesini ve sonucunu tahmin edemiyor insan. İlginç bir başlangıçtı. İlişkileri ne kadarda masumdu. Nasıl keyifli zaman geçiriyorlardı. Bir beraberlikte okumak bu kadar sevilebilir mi? Kadın okuma bilseydi bu kadar sevebilirler miydi okumayı?

İlişki güzel olmasına güzeldi de, bir kadın ve bir çocuk yaşıyordu bunu. Pek akıl almıyordu işte burasını. Ben olsam yaşamazdım dedim. Kapımın önünde karşılaştığım hasta bir çocuğa yardım ederim, hastaneye ya da evine götürürüm. Bu çocuk iyileştikten sonra elinde bir demet çiçekle bana geldiğinde, ona kurabiye ve meyve suyu ikram eder gönderirim o kadar. Bunlar kendilerini banyoda buldular çırılçıplak. E sonra da kurabiye yiyecek halleri yoktu tabii.

Okuma bilmediği birkaç sahnede anlaşılıyordu. Menü olayında da gözümüze soktular. Bu yüzden çocuk kitap okurken, kadının aldığı keyif duygulandırıyordu beni.

Derken Hanah’ın terfisiyle alt üst oldular. Okuma bilmediği için ofis işini kabul edemezdi ve topladı bavullarını gitti. Ufaklık dibe vurdu.

Ve yıllar sonra lisansüstü eğitimde seminer hocası bir dava duruşmasına götürdü Michael’ı, sanıklardan biri Hanah’dı. 300 Yahudi’yi bilinçli olarak öldürmekle yargılanan 6 sanıktan biri Hanah…

Okuma bilmediği için gardiyan olan Hanah…

İşinin gereği üstlerinin her dediğini yapan Hanah…

Yaptığının insanlık dışı olduğunun ne kadar bilincindeydi bilemiyorum. Ama kurulu bir robot gibi yapmıştı yıllar önce. Ve tüm bunlar olurken, “okutmaktan” vazgeçmemişti. Anlayamadığım; neden özellikle okutmak için seçtiklerini gönderdi ölüme. Okuyamadığını anladıkları için mi? Ufaklığı hatırlattıkları için mi? Bir bilen var mı?

Yargıca hiddetle sordu; siz olsanız ne yapardınız? İşi gereği yapmak zorundaydı anladık! Okuma yazma gerektirmeyen bir işte çalışmak zorundaydı onu da anladıkta, tek iş bu muydu? Yani bu mecburiyeti saflığıyla da ilgili değil mi?

Ben olsam, bahçıvan olurum, bir okulda görevli olurum, çay kahve yaparım, paspas yaparım. En fazla kalorifer böceği ya da solucan öldürürsün o kadar…

Derken yaş olmuş kırklarda hala okuma bilmediği için utanıyor ve sırf bu yüzden “raporu ben yazdım” diyor. En fazla cezayı o alıyor. Michael bu durumda onu kurtarabilecekken, anlamak-affetmek ve vicdan-hukuk arasında dalgalanıyor. Düşünüyor insan, ben olsam affeder miydim, mahkum mu ederdim? Söz konusu olan bir insanlık suçu! Hem de tarihe kazınan bir insanlık suçu!

Ufaklık büyüyor. Büyürken de Hanah’ı hiç unutamıyor. Hep yaşatıyor onu içinde. Hem aşkını hem de ona uyguladığı cezanın vicdan karmaşasını.

Ve hiç ziyaret etmiyor, hal-hatır sormuyor. Evleniyor, baba oluyor, boşanıyor v.s. mutsuz yaşıyor.

Ben olsam, alır kitaplarımı giderim. Hem aklında, hem dışında ne bu böyle. Yaşasana! Ama yıllarca içini kemiren o karmaşa set çekiyor belki de…

Sonra ne oluyorsa bir hareket geliyor büyüyen ufaklığa; aman yarabbi kutu kutu kitaplar, kasetler, okuyup gönderiyor Hanah’a.

Hanah kasetleri alınca şaşırıyor, sesi duyunca heyecanlanıyor, duygulanıyor, seviniyor. Okumayı bile öğreniyor zaman içinde bu sayede.

Ufaklığın tek faydası bu oluyor…

Sonra o ziyaret, sona doğru…

Gittin kadını ziyaret ettin. Sarılsana sıkı sıkı, insanca, dostça…

Tek ihtiyacı bu onun aslında. Yapmıyor, öyle odun gibi oturuyor karşısında. Ve oturtuyor içine o yaşlı kadının, “geçmişi benimle yaşama sil, unut” benzeri bir şey söylüyor.

Ve sonunu hazırlıyor Hanah’ın.

Sonra alıyor kızını, mezarının başına getirip mazisini anlatıyor Hanah’la.

Kime lazımsa. Giden gider, kalan sağlar bizimdir misali bitiyor film.

İyi kurgulanmış bir filmdi. Kate Winslet gerçekten iyi oynamıştı. Hiç kasmadan, çok rahat, çok doğal. İlk kaseti dinlediğinde yüzünün ifadesi unutulur gibi değil. Gözlerini kapatıp, başını bir sağa bir sola acı ve sevinçle karışık sallaması…

Sevgili ufaklığa gelince…

Küçükken sevimliydi de, büyüyünce ne kadar silik biri oldu. Ama bu imajı yaratmak da bir başarı sanırım. Ufaklık ve Michael’ı da kutlamak gerek.

Velhasıl iyi ki gitmişim dediğim bir filmdi. Kate Winslet oscarı hak etmiş miydi?

Yakışmıştı bu ödül!

Ben şimdi o sorgulamadayım hala…

Ben olsaydım…

En azından daha az ceza almasını sağlardım.

Sağlar mıydım?

Uzaktan hoş mu davulun sesi?

Film güzeldi!

Sevgiler,

Bu blog Sinema sitesinde de yayınlanmaktadır

 
Toplam blog
: 58
: 819
Kayıt tarihi
: 19.07.07
 
 

Bir çok şeyden keyif alırım, okumaktan, okuduğum kitaplarda sevdiğim satırların altını çizmekten,..