Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Kasım '16

 
Kategori
Kitap
 

Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir

Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir
 

“Mucize Kaymakam”Turan Eren’in “Üç Dilek” (*) adlı kitabını okuyun lütfen. O’na halkımızın “Mucize Kaymakam” demesinin, O’nun bu sıfatı hak etmesinin sırrı, bu cümlelerdedir çünkü. Öğrenci, öğretmen ve dahi yönetici olduğum yıllarda bu bilinçte bir “üst yönetici” ile çalışmayı ne kadar çok isterdim!

Nerde!.. Geçti o günler.

Mümkün olmayacak bir şeyi istemenin hiçbir anlamı yok.

Ben size bugün, “Mucize Kaymakam”ın çocukluk ve gençlik yıllarından söz edeyim. Bakalım, O’nun geleceğiyle ilgili bazı ipuçları bulabilecek misiniz?

Yama Dağı”nı -benim gibi- siz de duymamış olabilirsiniz. “Ortaanadolu Yaylasının en önemli zirvelerinden biri”  imiş. İşte bu dağın Ziyaretmevkiinde bir “oba”nın “yayla çadırı”nda ters ve zor bir doğumla dünyaya gözlerini açmış; Turan Eren.

Şu satırlar çok önemli:

“Çocukluğumun ilk yıllarında oldukça yaramaz, her şeyi öğrenmeye meraklı, son derece hareketli olduğumu anlatırlar. Bir dakika bile yerimde duramayan bir çocukmuşum. Saçlarım kına renkli, yüzüm kıpkırmızı… Sabahtan akşama kadar koşar, sevmediğim çocuklarla kavga edermişim. Kavgalarda birçok çocuğu dövdüğüm için de anneler bana çok kızarmış. Reşit Amca’nın eşi Fatma Yenge,bu yüzden bana, ‘Kırmızı Yılan’dermiş.”(*)

Neden mi çok önemli bu satırlar?

Şunun için: Hiçbir çocuk birbirinin aynı değildir. Böyle bir “süper aktif” çocuğa sahip anne– baba, genellikle, “Bir başka çocuklara bak, bir de bizimkine… Bu çocuk laftan anlamıyor. Dur diyorsun, durmuyor; otur diyorsun, oturmuyor. Söylediklerimiz bir kulağından girip ötekinden çıkıyor.” diye dert yanar.

Birçoğu bunu çocuğa da yansıtıp:

“Ne laftan, sözden anlamaz bir çocuksun sen. Herkesin çocuğu uslu uslu otururken, damda ne işin var, ağaçta ne işin var senin? Gel deyince gel, otur deyince otur. Bunu anlamayacak kadar gerizekâlı mısın sen? Böyle gidersen, sen adam olamazsın. Ve bir daha beni dinlemezsen, yapma dediğimi yaparsan, eşek sudan gelinceye kadar döverim seni”diye tehdit eder, hatta daha ağır hakaretlerle döver de.

Bereket Turan Eren’in annesi babası, öyleleri gibi değil. Yaramazlık sonucu ibriğin çenesinden giren sivri ucunun ağzından çıkması, başka bir sefer düşüp burnunun ezilip kırılması bile O’nu bu yaramazlıklarından alıkoyamaz. Buna karşın, büyükleri O’nu bir güzel pataklamaz.

Her bahar, nisanda yaylaya göçüp ekim ortasına kadar kalan ve 95 yaşında yaylada ölen dedesinin 600 büyükbaş, 1500 küçükbaş hayvanı ve 500 arı kovanı varmış. Düşünün ki, özellikle o yıllarda, (1900’lü yılların başlangıcı) bu kadar malın yüzde birine bile sahip olan bir aile, “orta gelirli”sayılırdı.

Üç gün süren 60 km. uzaklıktaki yaylaya göç; bayrama, düğüne gider gibi olurmuş. Haziran ortalarında eli orak tutanlar köye iner, ekinler biçilip harmanlar kaldırıldıktan sonra, yeniden çıkılırmış yaylaya.

Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi, kızın gönlü var mı yok mu hiç sorulmaz, ana–baba kimi uygun görürse ona verilirmiş. Çoğunlukla da amca oğlu, dayı oğlu, teyze oğlu ya da hala oğluna… Ve kızlar, gelin gittiği evde teyzesi, halası; amcası, dayısı da olsa, kaynanası ve kaynatası ile uzun süre (10 – 15 yıl) konuşmaz, konuşamazmış. Saygısızlık sayılırmış çünkü bu. Genç evlilerin, büyüklerinin yanında birbirleriyle konuşmaları da hoş karşılanmazmış.

Turan Eren, -birçok delikanlının aksine- ortaokul, lise ve üniversitede sigaraya elini sürmediği gibi, hayatı boyunca da sigara içmemiş hiç. Neden acaba?

Cevabını kendisinden dinleyelim:

“Bir bayram gününün akşamı ben, halamın oğlu Hasan Hüseyin, amcamın oğlu Abdülkadirile birlikte sigara içmeye karar verdik. Her birimiz birer sigara aldık ve yaktık. Dumanını hızlı hızlı içimize çekmeye çalıştık. Dumanı içimize çekmeyle birlikte öksürmeye başladık ve gözlerimizden yaşlar geldi. İnatla yarım saat içinde üçümüz bir paket sigarayı bitirmiştik. Ama öksürme ve gözyaşları arasında. Kısaca, keyif almak yerine oldukça eziyet çekmiştik. “Bu sigaranın nesi güzel, neden içiyorlar?”diye birbirimize sorduk. Eve geldiğimizde gözlerimiz şişmiş, yüzümüz oldukça değişmişti. Sigaradan tiksinmiştim. O nedenle de hayatım boyunca hiç sigara içmedim. O geceki denememiz, herhalde hayırlı olmuştu. Abdülkadir’i tam bilemiyorum ama Hasan Hüseyinde benim gibi hayatı boyunca bir daha sigara içmedi hiç.” (*)

Çok güzel bir anı! İşte bu yüzden oğlunuz, kızınız ve torununuzun sigara içmesini istemiyorsanız, bu mereti küçük yaşta bir kez denemelerine izin verin; derim ben.

Turan, 7 yaşında iken halaoğlu Hasan Hüseyin’le güreşe tutuşur. Hasan Hüseyindaha güçlü kuvvetlidir, fakat Turanda hırslı… Bir ara altta kalan Turan,kurtulmak için çabalarken, Hasan Hüseyinbütün gücüyle öyle bir bastırır ki, çatırdayarak kırılıverir ayak kemiği. Kalkıp yürüyemez Turan.Kucakta gider eve. Kırıkçı Hasan’ı çağırırlar hemen. Gerekeni yapar o.

Pekiyi, şimdi ne olacaktı? Bilindiği gibi böyle durumlarda yakın akraba da olsa, aileler kavgaya tutuşur, bıçaklar çekilir; tabancalar, tüfekler ateşlenir.

Ne güzel ki, burada öyle olmaz. Hasan Hüseyin’in babası üzüntüsünü dile getirip oğlu adına özür diler. Ve Hasan Hüseyin’in elinden tutup Turan’ın yanına getirir. Hasan Hüseyinçok üzüldüğünü söyleyince, Turan’ın babası:

“Çocuklar, üzülecek bir şey yok. Herkesin ayağı kırılabilir. Yeter ki kalpler kırılmasın. Siz iki arkadaş değil, iki kardeşsiniz.”der.

Böyle bir durumda, kaç baba bunu söyleyebilir? Ne güzel bir baba, ne güzel bir amcaymış o!

Sözü yazara bırakayım ben yine:

“Böylece Hasan Hüseyin ile aramızdaki kırgınlık bitmiş, eski dostluk ve arkadaşlık yeniden yerine gelmişti. Kırk gün ayağım sargılar içinde kaldı. Yataktan hiç kalkamadım. (…) Kırk birinci günü babam ayağımdaki sargıları açtı. (…) Yirmi gün sonra da ayağım tamamen iyileşmişti. Topallamadan ve acı duymadan yürüyebiliyordum. Bugün kırılan ayağımın hangisi olduğunu bilmiyorum. Düşünüyorum da, köylerde o kırık çıkıkçılar olmasa; eli, kolu, bacağı sakat dünya kadar insan olurdu.”(*)

Ne doktoru, ne hemşiresi? Ne ebesi, ne sağlık memuru… Yoktu hiçbiri. Dara düştükçe, köylerimizdeki o kırık çıkıkçılar, o halk doktorları tedavi ettiler;  her birimizi.

Ve annelerimiz… Ve ninelerimiz…

Grip olduysak nane kaynatıp içirdiler, karnımız ağrıdıysa kekik… Ne antibiyotiği, ne bilmem ne biyotiği… Aspirin de görmedik biz çocukluğumuzda, Gripin de..

Ve o okuma–yazma bilmeyen ebeler doğurttular bizi. Nûr içinde yatasıca o halk ebeleri… Ve öyle güzel yaptılar ki işlerini, ne analarımızı ağlattılar, ne bizi…

Beş–altı yaşına gelince erkek çocukları, onları sünnet edenler de halktan bu işi meslek edinenlerdi. Yoktu hiçbirinin diploması, belgesi.

O yıllarda yüce devletimizin, “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir”(**) felsefesini benimsemiş “Muhterem Sağlık Bakanları”-haklı olarak- bu tür basit işlerle ilgilenmezlerdi hiç!

Onları da saygıyla analım da borçlu kalmayalım!

Ne dersiniz, “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir”felsefesi güzel ve doğru bir ilke, değil mi?

 

     Hüseyin Erkan

huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

(*) ÜÇ DİLEK(Yazan: Turan Eren, Anı – Roman, 2016)

(**) “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir”dizesi, halk ozanımız Dadaloğlu’nın bir deyişidir.

 

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..