Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Haziran '08

 
Kategori
Etkinlikler / Festivaller
 

One love festival

One love festival
 

Söz verdim yazacağım dedim, sözümü tutuyor ve başlıyorum anlatmaya One Love Festival’i… Bir gece önceki muhteşem Uni Rock temaşasından sonra silkinip, kendime gelmem saat 17’i bulmuştu. Artık yavaştan çocuğa atlayıp ( çocuk benim motosiklet olur ), Santral İstanbul’un yolunu tutmanın vakti gelmişti. Hem zira neden adı böyle acayipti onu da bu bahaneyle öğrenmem gerekmekteydi. Tarif için soruşturduğum her aklı evvelin beni alakasız yerlere sürüklemesi neticesinde ancak yarım saatte bulabildiğim mekâna vardığımda (sadece Alibeyköy’e dön, görmüyorsan ahmaksın deseler kafiydi) bir mahşer günü ile karşılaştım.

Neyse bir yerler bulup, çocuğu park ettikten sonra (motoru burada sokağa park ettirdiler!); arkadaşlarımı bulmak için kapıdan içeri seyirtiyordum ki, kapının üstündeki kocaman tabelaya gözüm takıldı. Meğerse burası bir zamanlar Türkiye Elektrik Kurumuna bağlı bir termik santralmiş. Henüz başlamamış bir konserin arifesinde Gülşah ve Cevher ile çim üstü sohbetimize mukabil öğrendim ki, buraya gelme ereğim olan Gogol Bordello’nun çıkmasına daha en az 3 saat varmış. Kısa bir hoşbeşin ardından sahne dolaylarında fark ettiğimiz hareketliliğe dikkat kesilip, vaktin geldiğini anladık ve güruhun içinde sahneye yakın bir yere konuşlandık.

One Love Festival’in Pazar günkü konserler silsilesinin ana fikri; çingene müziğini çeşitli tarzlarla birleştirmiş gruplara yer verip, ortaya çıkan ilginç ama bir o kadar eğlenceli, cazibeli ve insanları hop hop hoplatan bu grupların canlı performanslarını Türk dinleyicisi ile paylaşmaktı. Sahneye benim gittiğim saatten sonra ilk çıkan sanatçı Miss Platinium diye tanınan asıl adı Ruth Maria Renner olan sevimli insandı. Almanya’ya Romanya’dan göçmüş bu dünyalar şekeri insan, Almanya’da tanıştığı hip hop’u kendi öz kültürü ile birleştirince ortaya inanılmaz neşeli ve bir o kadar da insanın kanını kaynatan enfes bir tarz vücuda gelmiş.

Genelde hanımların muzdarip olduğu konulara değinen ilginç ve bir o kadar da komik sözlere sahip şarkıları bir yana, Beyoncee’nin emmi kızları olduğuna inandığım, sütlü çikolata renkli, gördüğümde yok bunlar insan değil kesin dedirten, hem kendi hem sesi muhteşem iki hatunla sergiledikleri sahne performansını buradan kelimelerle aktaramayacağım çok özür dilerim. Lakin hanımlara ne zaman aklınıza eserse yiyin doya doya, hiiiç kendinizi tutmayın gibi verdiği öğütlerle dolu şarkılarından oluşan albümünün adı “Chefa” olmasına rağmen çıkış parçası Gimme The Food yani “Bana Yemek Ver”. Siz anladınız ne demek istediğimi, bulursanız sakın atlamayın hemen alın albümü.

Park Orman’la kıyaslanamayacak kadar küçük bir alana sahip kampüsün yahut en azından festival için ayrılan kısmının izleyicilere dar gelmesinden ötürü ciddi sıkıntıların yaşandığı alanda, fenalık geçirenlerden tutun da, yerde sakin sakin oturan Gülşah’ın üstüne bayılan ablalara kadar çok şenlikli ama insanı bunaltıcı bir yönü de vardı. Ortamdaki kesif dere kokusu da festivale ayrı bir hava katıyordu. Bira 5 YTL olup, Uni Rock’a nispeten ucuzdu ve 50’lik bira veriliyordu. Zaten pesti, zira festival sahibi Efes Pilsendi.

Sıkışıklıktan kaynaklı ortamdaki gerginlik, sahneye Disco Partizani şarkısı ile Türkiye’de en iyi çıkış yapan yabancı sanatçı ünvanı kazanan Chantel’in çıkması ile daha da bir belirgin hale geldi. Konser alanına sığamayan seyirci zaten aktiviteyi uzaktan izliyordu fakat sahne önünde zar zor yer bulabilmiş olanlar arasında artık ilerleyen saatten kaynaklı yoğun alkolün ve Chantel’in iç gıcıklayıcı, insana göbek attırıcı şarkılarının da etkisiyle ilginç olaylar yaşandı. İnsanlar birbirlerinin üzerine bira döktü, birbirini sigara ile yaktı, birbirinin üstüne sıcaktan telef olup bayıldı, itişti, tartıştı ama neyse ki dövüşmedi. Tüm olumsuzluklara rağmen Alman asıllı üstün sempatik sanatçı Chantel, konser alanını yıktı geçti. “Hayatımda başıma gelen en güzel ikinci şey” dediği Türkiye ve İstanbul için sahneden indikten sonra tekrar çıkan sanatçı, neredeyse ikinci bir konser verdikten sonra alkışlar, ıslıklar, çığlıklar arasında bizlere veda etti.

Verilen arada konuştuğum arkadaşlarıma veda edip, kuytu ama serin bir köşe seçip kendime Gogol’un sahne almasını beklemeye başladım. Gogol Bordello, Ukrayna asıllı Eugene Hütz tarafından New York’ta kurulmuş. Eugene, ülkesinde yaşanan Çernobil faciasının ardından ailesi ile vatanını terk edip, Polonya, Macaristan ve Avusturya’da göçmen olarak yaşarken çingenelerin kendilerine has mistik yaşantısından etkilenmiş. New York’ta 1993 senesinde tanıştığı Sasha, Eliot ve Vlad’la müzik adına adeta bir yürek olup, 1999’a ilk singleları olan “When The Tricster Comes a Pokin”i piyasaya sürmüşler. Bu single’ın ardından Eugene’nin oynadığı bir filmin müziklerini yapan grup, aynı yıl ilk albümleri “Voi la Intruder” ı piyasa sürmüş ve sürdükleri anda bir bomba etkisi yaratmış. 2006 Eylül’ünde Rock&Coke Festivali sahnesinde verdikleri konserleri sırada tanıdığım Gogol Bordello’ya ve dansçı kızlarına o günden beri vurgunum.

Çingene Punk diye adlandırdıkları müziği tarif etmeye kalksak inanın kelimeler kifayetsiz, nefesiniz ise tükenip anlatmakta naçar kalacaktır. Hele ki, “Start Wearing Purple” bir çalmaya görsün, bu şarkıyı dinleyip de dans etmeyen yahut hiç olmadı olduğu yerde zıplamayan bir adam görürseniz hemen polisi yahut jandarmayı arayın çünkü kendisi o an kesin ölüdür. Aksi takdirde kimse bu müziğe kayıtsız kalamaz. Anarşizmin doruklarını mesken tutmuş grubun vokalistinden tutun, dansçı kızlarına kadar hepsi birbirinden aykırı ama renkli kıyafetler ve neşeli samimi tavırlarıyla süsledikleri sahne şovuyla (ki ben ona artık kabare diyorum) izleyenlerin içinde sevinç pıtırcıkları oluşturuyorlar.

Türkiye’ye ve özelikle İstanbul’a olan hayranlıklarını her fırsatta dile getiren grup elemanlarının, özellikle Eugene’nin sahneden festivalcilere verdiği mesaj tüyleri diken diken edip, gözleri doldururcasına özel, güzel ve de kendilerine yakışır cinstendi. En yakın şekilde aktarmaya çalışıyorum; “dün gece Sulukulede’ydik, oradaki muhteşem insanlarla sabaha kadar içtik eğlendik. Onların kıymetini bilin lütfen, muhteşem bir kültürünüz var ve kültürünüzün her öğesine sahip çıkın. Ramada Oteli’ne, Mc Donalds’a, Starbucks’a ihtiyacınız yok. Onlar olmasa da olur ki, onlar ülkenizi istila edene kadar zaten yoklardı. Kendi kültürünüze sahip çıkın, o hayat kadını evlatlarına da lanet (anladınız siz onu) olsun”

Başka söz söyleyemiyorum, gece gözlerim nemli motoruma doğru ilerleyip, yolda efkârdan 2-3 bira alıp evime geldim (alkollü araç kullanmak tehlikeli ve çevremizdeki suçsuz insanların hayatına kast etmek olacağından, çok büyük suçtur deyip bütün gün hiç bira içmediğim için eve dönerken aldım. Aman sakın yanlış bir fikre kapılmayın) Sevgili Eugene’i, grup arkadaşlarını, o güzel yüreklerini, o güzel şarkılarını ve verdikleri güzel mesajlarını kalbimde saklayıp, bir daha geldiklerinde Sulukule’de hepsiyle aynı masada rakı içmeyi canı gönülden diliyorum. Hepinize sevgiler, saygılar hayatınız hep festival tadında olsun.

 
Toplam blog
: 58
: 795
Kayıt tarihi
: 14.01.08
 
 

1978'de dünyaya gelmişim şirin bir anne babanın ilk erkek evladı olarak. Istanbul'a göçmüşüz sonra k..