Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Haziran '07

     
    Kategori
    Siyaset
     

    Özel mi özel, maalesef ruhu yok…

    Özel mi özel, maalesef ruhu yok…
     

    Liberal iktisadın kurucusu Adam Smith ünlü yapıtı Ulusların Zenginliği’nde hükümdar ve tüccarın birbiriyle uyuşması en zor iki karakter olduğunu ifade eder. Kendimizi piyasanın gizli elinin sihrine bırakmamız gerektiğini salık veren Smith, bu şekilde ekonomik alanın siyasal alandan özerk olması gerektiği yönündeki tezi ortaya koymakta ve söz konusu uyuşmazlıkta tercihini tüccardan yana yapmaktadır.

    Liberalizmin bugün geldiği nokta Smith’i bile hayrete düşürecek durumda diyebiliriz. Öyle ki bu iki karakter, uyuşmamak bir yana, aynı bünyede cisimleşiyor. Artık devir “hem ticaret hem siyaset” devri. Siyaset ve ticaret arasındaki muhabbetin geleceğini tahayyül etmekte o kadar başarılı olmasa da, ingiliz iktisatçının aynı kitabındaki değerlendirmeler özelleştirmeyi savunanların bugün de dört elle sarıldıkları gerekçelere kaynaklık ediyor. Ekonominin düzgün bir biçimde işlemesi için rasyonel bireylerin serbest piyasa içinde özgürce tercih yapmaları gerektiğini düşünen Smith, bu işleyişin önündeki en büyük engellerden birinin kamu mülkiyeti olduğunu düşünür. Smith’e göre özel mülkiyet sınırları içinde rasyonel tercihler yapabilen bireyler, iş kamu mülkiyetine gelince şaşırmakta, rasyonaliteyi filan bir kenara bırakıp verimliliği düşürmektedir. Çünkü Smith’e göre bu rasyonel bireyleri güdüleyen, rasyonel davranmak zorunda bırakan kendi çıkarlarıdır. Ancak kendi çıkarları için harekete geçebilen bu bireyler, kolektif çıkarlar söz konusu olunca üzerlerine düşen ihtimamı göstermez, müsrifçe davranırlar.

    Ekonomik-politik tercihlerini özelleştirmeden yana kullananların savundukları bugün de aşağı yukarı bunlardır. Peki, o zamanlar özelleştirme diye bir kavramdan söz edilmezken, bugünü farklı kılan nedir? Elbette tarihsel, toplumsal, siyasal ve ekonomik konjonktür, Adam Smith’ten bu yana hayli değişmiştir, fakat aradaki esas farkın ne olduğunu anlamak için öncelikle özelleştirmenin ne olduğunu anlamak gerekir.

    Özelleştirme kavramının kullanıma girmesi çeyrek asır öncesine rastlar. Bugünkü haliyle ilk kez 1979 yılında Thatcher’ın seçim programında tariflenen özelleştirme, sözcük olarak da 1980’lerin başında bir sözlükte yer bulur. Thatcher’ın Atlantik ötesindeki muadili Reagan’ın da özelleştirme politikalarını uygulamaya başlamasıyla birlikte, aynı dönemde ABD eliyle dünyanın dört bir tarafına bu ekonomi politikaları ihraç edilir. Görüldüğü gibi özelleştirme, kapitalizmin krize girip yeni bir birikim modeline yönelmesi ve neoliberalizmin ortaya çıkmasıyla eşzamanlı –daha doğrusu bu sürecin bir parçası- olarak doğmuştur. Daha önceki dönemlerde de bir üretim aracının kamu mülkiyetinden özel mülkiyete geçmesinin örneklerine rastlanabiliyorken özelleştirmenin iktisadi bir kavram olarak neoliberalizmle birlikte gündeme gelmesi tesadüf değildir. Zira özelleştirme basit bir mülkiyet devri ya da ekonomi politikası değil, sermayenin belirli bir döneme özgü ihtiyacını karşılamaya yönelik ideolojik bir tercihtir. Söz konusu ideoloji, tüm insani faaliyetleri ve toplumsal ilişkileri kâr hırsına ve piyasanın insafına terkeden, insanların ancak bireysel çıkarları doğrultusunda verimli olabileceği varsayımını gerekçe göstererek kamu yararını gözardı eden, neoliberalizmdir.

    Neoliberal ideolojinin anayasasısı sayabileceğimiz Washington Mutabakatı’nda kârlılığın her zaman verimlilik ya da üretkenlik anlamına gelmeyeceği gerçeği ya da bu kârlılığın kimin yararına gerçekleşeceği gibi sorular yer bulmaz, buna karşılık “daha etkili bir yönetim performansı” için eğitim, sağlık gibi kamu hizmetleri de dahil olmak üzere her şeyin özelleştirilmesinin ne kadar gerekli olduğundan dem vurulur. Özelleştirmeye yandaş olmanın çeşitli biçimleri olduğu gibi ona karşı olmanın da çeşitli biçimleri vardır ve tüm bunların gerekçeleri şaşırtıcı şekilde birbirine benzer. Örneğin kimileri devletin adalet, güvenlik gibi “asli” görevlerini daha etkin yürütebilmeleri için özelleştirmeyi savunurken kimileri de özelleştirmeye devletin gücünü azaltacağını düşündükleri için karşı çıkmaktadır. Kimileri özelleştirmeyle vatanın refaha kavuşacağını, kurtulacağını öne sürerken kimileri de özelleştirme karşıtlığını bir tür vatan savunusu olarak yürütmektedir.

    Özelleştirmeyi bu çerçevede tartışınca, sorun kâr eden ya da “ulusal çıkarlar” açısından stratejik öneme sahip kurumların satılmasıymış, satın alanın yerli ya da yabancı olmasıymış gibi bir sonuca varılabiliyor. Oysa özelleştirme politikası, ulusal çıkarların ya da ekonomik göstergelerin çok ötesinde bir zihniyeti ifade eder. Bu zihniyet, toplumu oluşturan bireyleri, kendi kişisel çıkarları için birbirinin gözünü oyabilecek rakipler olarak gören, dahası bu rekabeti toplumsal gelişimin motoru olarak görüp kutsayan neoliberal ideolojidir. Bu ideolojik saldırının yaratmakta olduğu toplumsal tahribat, halkın kendi kaynaklarıyla oluşturduğu kuruluşların, hem de başarısız bir şekilde, yağmaya açılmasından, ülkenin uluslararası sermayenin ve mali kuruluşların at koşturduğu bir alan hale getirilmesinden bile daha ciddi bir sorundur.

    Elbette bu toplumsal tahribata karşı koymanın yolu, KİT’lerin içinde bulunduğu durumu ya da devlet mülkiyetini savunmak değildir. Bir yandan KİT’leri arpalık haline getirip, sonra ‘bakın bunlar arpalık olmuş, zarar ediyorlar, iyisi mi satalım’ diyen; bu işletmeler kâr ederken de ‘hazır kârdayken’ satmak gerektiğini öne süren anlayışı teşhir etmek önemlidir. Fakat devlet mülkiyetine karşı özel sektörü savunanlara karşı, başka bir alternatifin, kamusal mülkiyetin varolduğunu söylemek gerekir. Kamusal alanın devlet daireleri olduğu sanılan, kamuyla devletin özdeşleştiği, yerine göre parklarda bile bir anda kamusallığın –tabii devlet otoritesi anlamıyla- oluşacağının iddia edildiği bir ülkede bunun çok kolay olduğunu söylemek zor. Yine de mevcut köhnemiş devlet işletmeciliği ile kâr hırsına dayalı piyasa mekanizması arasına sıkışıp kalmış insanlara kamu işletmelerinin bu işletmelerde çalışanlar, üretilen mal ve hizmetten yararlananlar, hatta işletmenin bulunduğu bölgede yaşayanlar tarafından denetlenip yönetilebileceği bir sistemin varolabileceğini, yeni bir kamusal alan anlayışını yüksek sesle savunmak gerekiyor. Böyle bir kamusallık anlayışının yerleşmesi için verilecek mücadele sadece özelleştirmeye karşı bir mücadele olmayıp, toplumu oluşturan bireylerin kendi yaşamları ve gelecekleri üzerinde söz sahibi olması, yani demokrasi için verilecek bir mücadeledir. Çünkü özelleştirme süreciyle birlikte piyasa mekanizması toplumsal ilişkilerin en uç noktasına kadar sızacak ve herşeyi alınıp satılması mümkün metalar haline getirecektir. Böyle bir sistemde eğitimden, sağlığa her konuda, hatta Irak’ın işgali sürecinde ipuçlarını gördüğümüz gibi, bir ülkenin savaşa girip girmemesi noktasında bile “piyasalar” karar sahibi olacaktır. Çünkü unutmamak gerekir ki, her şeyi düzene koyacağı iddia edilen piyasanın gizli eli, aynı zamanda 2001 krizinde bir gecede insanların cebindeki paraların yüzde 40’ını aşıran, Irak halkının üzerine demir bir yumruk olarak inen eldir. Bütün değerlerini bu ele bırakan bir toplumun daha rasyonel, daha etkin ve verimli çalışan bir toplum olacağından emin olamayız, hatta bugüne kadar gelinen sürecin bunun aksini gösterdiği söylenebilir. Fakat böyle bir toplumun kamu yararı yerine kişisel çıkarın, dayanışma yerine rekabetin gözetildiği ruhsuz bir toplum olacağını öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor.

     
    Toplam blog
    : 1
    : 401
    Kayıt tarihi
    : 11.06.07
     
     

    Lise yıllarından beri örgütlü olarak siyasetle uğraşıyorum. Yakın tarih, toplumsal mücadeleler tarih..