Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Ocak '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Palmyra : Öyle bir yer ki burası, görmeden ölmemeli...

Palmyra : Öyle bir yer ki burası, görmeden ölmemeli...
 

Palmyra 'nın mezarlık alanı ve arkada Maan Kalesi


Bugün Palmyra ‘ya gideceğiz. Bunun için önce Harassa garajına gideceğiz. Taksi 300 sp tutar denilince belediye otobüslerine bakalım diyoruz. Bir şoför bize 15 numaralı otobüse binmemiz gerektiğini söylüyor. Bu muhteşem bir hat. Şehrin iki garajı olan Harassa ile Soumaria arasında çalışmakta. Nihayet 15 numaralardan birini görüp hangi yoldan gittiğini gözledik. Sonra yolun üzerindeki ilk otobüs durağında beklemeye başladık. Çok geçmeden araç geldi ve Harassa garajına ulaştık. Toplu taşıma Şamda çok ucuz. Adambaşı 10 SP (30 kuruş bizim parayla ) ödedik.

Harassa, Şamın kuzeyine yapılan ulaşımın ana merkezi. Hatay menşeeli çok sayıda firmanın burada bürosu mevcut. Her akşam saat 22:00 da beş, altı otobüs Hatay’a gitmek üzere kalkışa geçmekte. Garajın içine girerken Xray tarafından çantalarınız incelenmekte.

Palmyra için ofisleri dolaşıyoruz. Saat 08:30 . Ama giden otobüs yoktu. Alalniah ‘a uğruyoruz. Onlarda da olmazsa Alkadmous ile gideceğiz. Karşı sıradaki Alsultan ‘ı işaret ediyor. 9:00 kalkışlı bir otobüsleri var ve adambaşı 200 SP ödeyerek biletimizi alıyoruz.

Otobüs dendiği gibi 9 ‘da değilde 9:30 ‘da harekete geçiyor. Yerimizdeki klimayı ayarlamak mümkün değil. Kapakları olmadığı için buz gibi bir hava kafamıza vuruyor. Hemen bir sıra arkaya kaçıyoruz. Yol uzun. Kısa süre içinde, şehir çıktıktan az bir müddet sonra manzara çöle dönüşüyor. Bu çöller kumul değil. Genelde beyaza yakın çakıllardan ve daha küçük taş parçacıklarından oluşmuş. Kimi yerlerde kırk yılın başı yağan yağmurun yaptığı yarıklarda görülüyor. Yolda gözüme bir ara Fransız askeri mezarlığı çarpıyor. Bizim onca şehidimiz nerede peki ? Varsa, yerini bilen var mı? Yoksa neden yok?

Bitmezmiş gibi görünen üç buçuk saatin ardından Palmyra’ya varıyoruz. Hep aynı umutsuz, tekdüze çöl bize eşlik etmekte. İner inmez taksiciler etrafımızı sarıyor. Öyle bir yerdeyiz ki Ma’an kalesi çok çok uzaklarda görülüyor. Servis var mı diye soruyoruz ama yanıt olumsuz. Mecburen taksi. Adam başı 200 SP ‘ den 400 SP diyor Arap..Tenzilat diyorum 300 SP ‘ye anlaşıyoruz. Az biraz dolanarak Bel Tapınağının önüne dek taşıyor bizi. Siz siz olun kaleye çıkarttırın kendinizi. Kaleden aşağıya inmek kolayda kaleye yayan çıkmak biraz zor. Bizim aklımız kesmedi bu nedenle kaleye çıkmayı denemedik bile.

Palmyra. Çölün gelini. Fırsatlardan yararlanıp çok hızla büyümüş, zenginliği sonuna dek yaşamış ve aynı hızla çöküp sefaleti tatmış bir şehir. Kendi kadar belki de daha çok Zenobia ile anılır. Kent çölün ortasında bir vahadır ve bu da ona ticaret yolu üzerinde olma imkanı vermiştir. Palmyralılarda bundan azami istifade edip zenginleşirler. Günümüzün İsviçresi gibi etrafta olan onca olaya rağmen bağımsızlıklarını korurlar. Ta ki Marcus Antonius ‘a dek. Romalılar şehri alırlar ve Roma yönetimi başlar.

Zenobia bu şehirde doğan zengin, aristokrat bir kadındır. Günümüzdeki Zeynep, Zennube gibi isimlerinde isim annesidir. Şansı mı yoksa hırsı mı yardım etmiştir bilinmez ama Palmyra kralının ikinci eşi olarak evlenir. Bir oğlu olur ve bir yıl geçmeden eşi ve üvey oğlu suikaste uğrar ve öldürülür. Oğlunun adına Zenobia naip (madem Arap ellerindeyiz naibe diyelim ) olarak tahta çıkar.

Hırslı ve zeki bir kadın olmasının yanısıra dönem olarakta şanslı bir dönemdedir. Roma dini nedenler ile sarsılmakta, isyanları bastırmak için ordularını merkeze çekmektedir. Zenobia büyük bir şehir olan Bosrayı ele geçirir. Ardından Mısırı ele geçirir. Mısırdaki Roma generali direnir ama direnişi sırasında kafasını kaybeder. Zenobia kendini Mısır ‘ın imparatoriçesi olarak ilan eder ve Kleopatra ‘nın mirasçısı olduğunu yayar. Güçlü bir ordu ile Anadoluya girer ve rivayetlere göre Ankara hatta Kadıköye dek ilerler. Geride kalmış zayıf Roma garnizonlarını ezer geçer. Artık adı savaşçı kraliçe olarak anılmaya başlamıştır.

Ama bu sırada Romalılar Galyadaki problemlerini çözmüş, gözlerini Suriyeye dikmiştir. Hızla, başlarında Aurelian olduğu halde inanılmaz bir mesafeyi kat edip isyan eden her şehri ezerek Palmyraya ilerlerler. Sadece İstanbul (Byzantion) ve Tyana biraz direnebilir Romalılara karşı. Önce Antakya yakınlarında Immae Savaşı ‘nda Palmyralıları yenerler. Palmyra ordusunun bir kısmı Antakyaya diğer kısmı Emessaya (Urfa) çekilir. Romalılar strateji uzmanıdır. Hazinenin olduğu Emessa ‘ya saldırır ve burada Palmyralıları tekrar ezerler. Altı ay geçmeden Roma orduları Palmyra önlerine gelmiştir.

Şehrin kaderi aşağı yukarı bellidir. Zenobia oğluyla beraber gizlice bir deve sırtında Perslere sığınmak üzere kaçarken yakalanır. Roma ‘ya esir olarak getirilirken yolda oğlu ölür. Bundan sonrası biraz bulanıktır. Kimisi imparatorun Zenobiadan çok etkilenip ona özgürlük verdiğini ve Tiburda (günümüzde Roma yakınlarındaki Tivoli) bir villa tahsis ettiğini söyler. Kimine göre burada imparatorun metresi olmuş kimine göre ise Romalı konsüllerden biri ile evlenmiştir. Bir rivayet ise Zenobia ‘nın intihar ettiğine yöneliktir ama kısa ve serüvensiz bir son olmasından mıdır bilinmez pek akla getirilmemiştir.

273 ‘te Zenobia ‘nın ardından Palmyralılar gene isyan ederler. Aurelian gene gelir ve şehri tekrar ele geçirir. Bu kez askerlerine şehri yağmalama izni verir. Palmyralılar Bel Tapınağına sığınır.Bu romalıların işlerini dah açabuk görmesini sağlar.

Biz de gezimize önce Bel tapınağı ile başlıyoruz.

1. yüzyılın en büyük ve en önemli dini yapısı olduğu sanılıyor yörede. Gerçektende aklın sınırlarını zorlayan büyüklükte bir avlu yüksek duvarların ardında yer almakta. Tapınağın boyutları 205 * 210 m. Bu avluda çok sayıda sütunun yanısıra pek çok kabartma ve heykelde söz konusu. Fakat çöl ikliminin etkisi ile kabartmaların oldukça yıpranmış olduğunu belirtmek gerek. Avlunun içinde içinde küçük bir avlunun daha olduğu ana tapınak görülüyor. Oldukça büyük, heybetli ama genede zarif bir yapı. Bu tapınağın duvarlarında ve yakınlarında dikkatlice bakılınca epeyce görülecek detay mevcut. Zzenobia ‘ya ait olduğu söylenen bir kabartmada burada. Bu kısma giriş paralı. Bizanslılar ve Osmanlılar burayı bir dönem askeri amaçla kullanmışlar.

Bel (Ba’al) Tapınağından çıkınca antik kente girmeksizin direkt Mezarlar Vadisi ‘ne girdik. Yolun solunda bir tepenin üzerinde kuleler var. Aslında yolun soluna bir duvar yapıp antik şehrin surları diye yazmışlar. Surların dışında hurmalıklar ve büyük bir göl var. Palmyraya zenginliği bahşeden vaha bu olmalı.

Fotoğraf çekmek çok zor. Kum fırtınası nedeniyle gökyüzü kum rengi. Fotoğraflar çekmek için makinamı odaklayamıyorum bir türlü. Çöl aslında kumluk değil. Sahranın bile %90 ‘ı kumluk değilmiş. Çölde ağırlıklı olarak çakıl var. Ama uçuşan kumlar taşlara, çakıllara çarpa çarpa onları da parçalıyor olmalı. Akrep çıkar, yılan çıkar diye yoldan pek çıkmadık.

İlk tepede sağlam kalmış kule mezarlar var. Bunların girişleri kapalı. Sadece bir tanesi neredeyse çökmüş olduğu için girilebilir durumda. Kapalı olanlara restorasyon yapılmış. Kulelerin her biri bir aileye ait. İki üç kattan oluşan yapıların her bir katında üç dört sıra raftan oluşan mezar bölmeleri var. Mezarlara cesetler mumyalanarak yerleştirilmiş. Bunlar günümüzde Palmyra müzesinde görülebilir denmekte. Mezarlarda süslemeler var. Zorlukla görülen bazı süslemeler söz konusu.

Tepeden kaleye bakarken sol omuzunuz hizasında da kuleler devam ediyor. Burada yer alan Üç Kardeşler mezarı hemen hemen en sağlam kule ve paralı olarak geziliyor. Ama biraz uzakta kaldığı için tur otobüsleri gitmekte. Taksi ile de gidilebilir.

Kale tarafında ise aradaki boşlukta bir çok mezar daha var. Buradaki kulelere girilebilmekte. Pek iç açıcı yerler değil. İnsan huzursuz oluyor. Kulelerin yanısıra toprak içerisine açılmış galerilerde mevcut. Biz bunların halk tipi mezarlar olduğunu düşünüyoruz. Çok sayıda lahit sağa sola devrilmiş durumda. Bunlar içinde güzel görünümlü olanları var. Bu kısım aslında Palmyranın tümü sahipsiz olduğu için epeyce defineciler tarafından yoklandığını tahmin ediyoruz. Topraktan çıkan mezarların giriş kapılarının üzerindeki mermer yada taş oyma kısımların etrafta genelde parçalanmış durumda olması bizde bu intbahı bıraktı.

Kaleye çıkamadık. Kale gayet müstahkem. Kendisine Lübnan prensliği verilen Dürzi Fahreddin isimli bir arap tarafından 16. yy da kullanılan kalenin adı Maan Kalesi. IV. Murat tahta çocuk olarak çıkınca imparatorluğun sağında solunda isyanlar patlar. Bunlardan birisi de tarihimizde Maanoğlu Fahreddin olarak anılan bu zatın başlattığı isyandır.. Zaten kafasız olduğu için bizim birliklerde bu adamın kafasını kulanmadığı için İstanbula nakletmişler. Çocuklarıda canlı olarak İstanbula getirilir. Çocukların akıbetini bilmiyorum. Sadece kaleden kurtulan kızı Diyarbakır ‘a kaçar ve orada bakırı gümüşe, gümüşü altına çevirdiğini söylemeye yani ilmi simya ile uğraştığını sağa sola yayar. Onu yerel tarikatlardan birinin başı himayesine alır. Gel zaman git zaman IV. Murat Bağdat seferine çıkar. Gelenek olduğu üzere yörenin evliyalarına uğrar. Bu kadın dergahında ilmi simyaya hakim biri olduğunu ve sultanın seferde paraya ihtiyacı olduğunu söyler.Sultan Diyarbakırdan çıkarken bu kadınlara yüklü miktarda para bırakır ama adamlarından birisini de gizlice onları izlemekle görevlendirir. Ortada altın yoktur sadece sarı renkli bazı metaller vardır. Neden altın olmadığı sorusuna ise daha işe yeni başlandığını altının zamanla oluştuğunu söylerler. Bu sırada sultanın bıraktığı paralar eğlencelerde har vurulup harman savrulmaktadır.Sultan Bağdat ‘ı alır dönüş yolunda şehre uğrar. Burada bu iki kadının kellelerini de alır.

Kaleden harika bir manzara olduğunu tahmin ediyorum. Kalenin 13. yy da Memlukler tarafından inşa edildiği sanılmakta.

Palmyranın antik kent bölgesindeyiz. Önce Diocletian tarafından elit askerlerini barındırdığı tapınaktan bozma kısmı gezdik. Cardo Maximus ‘un (Sütunlu cadde) sol tarafı Bizans dönemi kiliselerinin kalıntıları daha doğrusu yıkıntılarına ev sahipliği yapmakta.

Sağ tarafta tetrapilion ‘un hizasında agora ve senato binası yer almakta. Tiyatronunda yakınında olan bu kısımlarda günümüzde pek birşey kalmadıysa da içerisinden toplanan heykellerin bir kısmı Şamdaki Ulusal Müzede sergilenmekte.

Tiyatrosu kapalı ama demir parmaklıklardan gördüğümüz kadarıyla oldukça güzel. Burada İpekyolu festivali adında bir şenlik düzenlenmekte.

İki Belçikalı kızla lak lak ettikten sonra ayrılıp yolumuza devam ediyoruz. Kararlıyız, yüyüyeceğiz ve bu şekilde 300 SP kar edeceğiz. Önce turizm bürosuna uğrayıp Palmyrayı anlatan birşeyler alıp karşısındaki müzeye geçiyoruz. Ama müze saat 4 ‘te kapanmış (Giriş 150 SP ) bu nedenle bahçesinde dolanıp garaja gitmek için yöneliyoruz.

Yine alışıldık görüntüler. “Hello, hello“ diye bağıran, bahşiş isteyen çocuklar. Adres sorduğumuz epeyce yaşlı bir adam Türk olduğumuzu öğrenince dua etmeye başlıyor. Çeşitli küçük olaylar.

Bir restoranın önünden geçerken adam sesleniyor. “Şam, Homs ?” Duymaz olaydım ama atlıyorum. 200 sp? Kadmous? Diyorum “evet” diyor. Film işte bu noktada kopuyor.

Sadece iki kanalın çektiği televizyona bir çeyrek saat kadar bakıyoruz Hamas liderlerinin fotoğrafları ile duvarları bezenmiş lokantada. Nihayetinde adam tekrar gelip istasyona gideceğimizi söylüyor. “Tamam da neyle, servis yok ki ortada” diye birbirimize sorarken adam motosikletinin arkasına ikimizi de alıyor. Alıştığımız birşey değil kesinlikle. Tam şenlik ama hafiftende tırsmıyor değilim.

Curcunanın birinci faslı, Kadmous denilipte Dejle (dicle) tur çıkan, ön camının üzeri gazete ile kaplı otobüsü görünce bitiyor. Uğura göre Hamas kamplarına kaçıracaklar bizi.

Araca biniyoruz. Sanki görecek birşey varmış gibi en öndeyiz. En kenardan, gazetelerin yapıştırılmadığı küçük bir aralıktan gelen güneş ışığı ağzımızın tadını kaçırıyor.

Tam Şama 100 km kalmışken otobüslerin durduğu bir yol ayrımına park ediyoruz. Bir tabelada Irak 187 km yazmakta. Uğur haklı mı acaba diye düşünüyorum. Şoför “yallah” deyince herkes gibi bizlerde iniyoruz. Aktarma mı diyorum ama şoför muavini adamın dediği hiç birşeyi anlamıyorum.

Suriye Kızılayının acil servis ünitesinin önü ana baba günü gibi ve herkes oraya doğru yürüyor. Belki alalade, olağan bir durum bu ama manzaradaki detayları görünce ürkmemek elde değil. Yolun kenarında iki tane arkası açık kamyonet var. Bu kamyonetlerden birinin arkasına ağır makineli tüfek yerleştirilmiş. Ötekisinde ise tüfek yoksada tüfeğin yerleştirilebileceği yuva var sadece. Sonrasında muavin gene bizleri toplayıp otobüse bindiriyor. Karanlıkta Harassa garajına varmış oluyoruz.

Akşamları otobüs seferlerinin çoğu bitmiş oluyor. Bu nedenle yapılması gereken en akıllıca iş otelin kartını yanınızda bulundurmanız. Ya da en azından bir kağıda okunaklı olarak yazdırım. Servisler size yardımcı oluyor. Otele en yakın yerde indiriyorlar yada başka bir servise aktarma yapmanızı sağlıyorlar. Doğunun gizemlerinin biri bu. Avrupada tarifelerdeki seferler bitti mi taksiye kalırsınız. Taksiyi de yolda görüp çevirme şansınız neredeyse yoktur. Ama burada su yolunu bir şekilde buluyor...

 
Toplam blog
: 35
: 3517
Kayıt tarihi
: 10.08.09
 
 

Gezmeyi severim. Aileden gelen bir alışkanlık bu. Ufacıktım gezdiğimi hatırlıyorum. Gezeceğim. Ağ..