Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Ocak '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Bundan iyisi Şam'da kayısı

Bundan iyisi Şam'da kayısı
 

Hamidiye Çarşısından bir görünüm...


Hamadan ayrılma vakti. Check out için resepsiyona uğruyoruz. İlk yoklama şu kadar şişe su içmişsiniz şeklinde. İçmedik, dışarıdan aldık diyorum. Neyse gerçeği kabulleniyor. Bu kez anlaştığımız bedel olan 2000 SP yerine 4000 SP istiyor. Ben bastırınca da odaları karıştırmışız kusura bakma deyip 2000 SP ‘yi kabul ederek hesabı kapatıyor.

Taksiye atlayıp (50 SP/adambaşı) gara gidiyoruz. Al-Alniah ‘ın otobüsü var Şam ‘a. (140 SP)

Şam. Yörenin en büyük kenti.Pek çok adı var. Damaskus, Dimaşk gibi adlarıda en az Şam kadar çok kullanılmakta. Yaseminlerin şehri diye de anılıyor. Zaten Nisan ayında şehirde yasemin festivali yapılmakta.

Burası da oldukça eski bir şehir. 1000 ‘li yıllarda başlayan Türk hakimiyeti kimi zaman kesintilere uğrasa da 1.Dünya Savaşının sonuna dek sürer. Her uğradığımız şehrin kaderi burada da yaşanmıştır. Devamlı el değiştiren şehir, deprem, veba, Timur gibi afetleri şiddetli bir şekilde yaşar. Timur şehri yağmaladıktan sonra işe yarar nüfusu Semerkanda nakleder. Günümüzde <ı>burj al-ru’us olarak anılan yer adını o günden almıştır. Kelle kulesi...

1516 ‘da Osmanlılar şehri ele geçirir. Yavuz şehre girer. İslam alimi Muhiddin Arabi ‘nin mezarını arar, buldurur ve buraya bir türbe ve cami yaptırır. Şehrin ilk Osmanlı yapıları da bunlar olur. 1918 ‘de Türkler şehirden çekilir. Araplar bayram yapar, çekilen Türk askerlerine ateş açarlar. Aradan yıllar geçer ve hamileri Fransızlarda şehrin merkezini topa tutup yakar yıkar.

Yolculuk tekdüze. Uzun ama çok uzun bir süre kıraç topraklardan geçtik. Suriyeliler ağaçlandırma için çok çaba harcıyorlar ama işleri çok zor. Sadece toprak, çakıl ve kum kaplı tepeler masmavi göğe tezat oluşturacak şekilde ufku kaplıyor.

Sonunda otobüs Şamın Harassa garajına yakın bir yerde duruyor. Hemen taksiciler musallat oluyorlar. Taksicilerin otellere adam ayarladığını okumuştum. Al Haramein diyorum, Uğur Rabia diyor adamsa ikiside yakın diyor. Tam kurt. Sonra Al Macid ve diğer otelleri tanıtan ilanları gösteriyor. Gecesi iki kişiye 2500 SP diyor. Pahalı diyorum. Haramein diyorum. 1500 SP ‘ye iniyor fiyat. Uğurla birbirimize bakıp tamam diyor otele gidiyoruz.

Adam 200 SP alıyor. Otelin girişi güzel. İyi diyoruz birbirimize. Resepsiyon iki gecelik parayı peşin istiyor. İlginç gelsede ödüyoruz parayı. Asansöre biniyoruz. Sürpriz büyük. -1 ‘e iniyoruz. Zeminin altında, penceresi olmayan bir odadayız. Küveti, vantilatörü ve televizyonu var.

Yerleşiyoruz. Artık keşif zamanı. Para bozmak için bankaya gidiyoruz. 100 USD ‘yi 4400 SP olarak bozuyorlar. İtiraz ediyorum. Komisyon almışlar. Komisyon yazısını Arapça ve küçük harflerle yazmışlar.

29 Mayıs Caddesinin başındaki heykelden merkeze ilerliyoruz. Her köşede bir polis var. Bizde gördüğümüz her polise turizm bürosunu soruyoruz ama nafile. Camii Kebir diyerek Emevi Camiine gidiyoruz.Ama çok açız.(Turizm bürosu 29 Mayıs Caddesinde, Al Khamal restoranının yanında imiş. Defalarca önünden geçmemize rağmen göremedik. Ahmaklık bizde mi yoksa Suriyelilerde mi?)

Merjeh meydanına geliyoruz. Şehrin kalbi burası. Sultan Abdülhamit tarafından yaptırılan bir anıt mevcut. Demirden yapılan anıtın Şam ‘a telgrafın getirilmesine şükran amacıyla dikildiğini öğreniyoruz. Anıtın üzerinde Yıldızdaki Hamidiye Camiinin bir modeli var. Cemal Paşa Osmanlıya karşı isyan ettirdikleri gerekçesiyle sekiz arabı burada, belediye binasının önünde sallandırır. Bu meydan böylece arap tarihinde ve Hafız Esad’ın Türkiye karşıtı propogandalarındaki yerini almış olur.

Bir sağa bir sola koştururken Derviş Paşa Camiinin önünden geçiyoruz. Yiyecek birşey bulamayınca gözümüzü karartıp esnaf lokantası benzeri bir yere giriyoruz. Temiz bir yer. Halep kebabı ve kola istiyoruz. Ugarit kola geliyor. Suriyelilerin kendi kolası bu. Halep kebabı ise bizim Tire köftesine benziyorsa da eti biraz daha gevşek. Bol maydanoz ve güzelce bir sos ile servis ediyorlar. İki kişi 410 SP ödüyoruz.

Turizm polisini yakalıyor ve turizm bürosunu soruyoruz. Cevap yok, bilmiyor. Kalenin yanından geçip Hamidiye Çarşısına giriyoruz.

Osmanlının şehre kazandırdığı önemli yapılardan birisi bu. Çarşının içerisinde uzunca bir süre iki katlı dükkanların arasından yürüyorsunuz. Tavanı örten herneyse delikler oluşmuş. Kafanızı kaldırıp baktığınızda gökyüzündeki yıldızları görüyor gibi oluyorsunuz. O deliklerden içeri süzülen ince ışık huzmeleri özellikle çarşının loş bölümlerinde sihirli bir hava katıyor ortama.

Envai çeşit mal satılmakta dükkanlarda. Ortada seyyar satıcılar dizilmiş başka şeyler satmaktalar. Bisikletler insanların arasından vızır vızır geçmekte. Hepsinin kontrollü, usta biniciler olduğunu gözlemledim. Başka bir hayatın başka kurallarla oynandığı sevimli, küçük bir dünya burası.

Çarşıdan çıkarken sizi dev sütunlar karşılıyor. Karşımızda Emevi Camii. Caminin ana kapısından girmeden durup sağımıza bakınca Safranboluda, Beypazarında, Mudurnuda görebileceğiniz tarzda bir iki bina görebildik. Şaşmaya gerek yok. Son doksan yılı saymazsak bin yıldır canımızla, kanımızla bu topraklardayız.. Neyse sağda gene Osmanlıdan kalan üzerinde Abdülhamitin mührünün olduğu birde çeşme var.

Emevi Camiine girerken yabancıların bilet alması gerekiyor. Biletler caminin yanındaki Selahaddin Eyyübinin türbesinin yanından alınmakta. Kadınlara ayrıca bir tür kapişonlu elbise veriyorlar. Bunu giyen turistler caminin içinde ve avlusunda gizli ayinler yapan rahipleri andırıyorlar. Görevli bize de mister diye seslendi. Ayakkabılarıda paralı saklıyorlar. Pasaportumu çıkarıp Türküm, müslümanım diyerek üzerindeki ay yıldızı gösterdim. Büyük hürmet göstererek ayakkabılarımızı yanında sakladı.

Avluya girdik. Sanki Venedikte, San Marko meydanındayız. Fazlası var eksiği yok. Avluya girilen kapının etrafındaki duvarlar renkli mozaiklerle bezeli. Avlunun zeminindeki mermerler caminin ve dolanan insanların görüntülerini yansıtmakta.

Cami tahmin edebileceğiniz gibi bir Bizans katedrali üzerine kurulmuş. Bizanslılar katedrali Romalıların Jüpiter tapınağından çevirdiği bir kilisenin yerine yapmış. Jüpiter tapınağını yaparken Romalılar, Aramilerin inşa ettiği Hadad tapınağını yıkmış J Hep aynı.

Başlangıçta, müslümanlar şehri ele geçirdiklerinde yapıyı hristiyanlarla ortak kullanmışlar. Sonra 1.Velid zamanında 706 – 715 yılları arasında hristiyanlara yüklüce altın ve üç kilise yeri vererek müslümanlar burayı devralmış.

Camiyi yaparken Hz. Muhammed ‘in Medinedeki evi temel alınmış. Yapı, ibadetin yapıldığı, eğitimin verildiği, politik görüşmelerin ve tartışmaların yapılabileceği, evsiz ve kimsesizlerin yemek ihtiyaçlarının karşılanacağı bir külliye olarak inşa edilmiş.Halife yapının inşaatı sırasında Bizans İmparatorundan usta talep etmiş. Bizans iki yüz kadar ustayı Şam ‘a göndermiş.Cenneti betimleyen mozaikler İstanbullu ustaların işi.Caminin yapımı o kadar masraflı olmuş ki masrafların tutulduğu defterleri camiye taşımak için on iki deve gerekmiş.Halifede bu defterlerin hepsini yaktırmış.

Dev avlunun batısında (ki caminin boyutu 96*157 m.) hazine kubbesi de denen sekiz korint sütununun taşıdığı bir yapı var. Doğuda da yine aynı tipte ve sayıda sütunun sırtladığı Zein al–Abidin kubbesi var.

Caminin içine de girdik.

İki sıra sütun cami tavanını taşımakta. Küçük, bizans tarzı bir kubbeye sahip. Ön sıralar erkeklere, alçak bir tahtaperde ile ayrılmış arkadaki bölüm ise kadınlara ait. Caminin ortasında Yahya peygamberin sandukasıın olduğu yeşil ışıkla aydınlatılmış bir bölüm var. Bir nevi tavaf merkezi olmuş. Türbenin kıbleye bakan yüzünde, camın üzerinde küçük bir delik var. İnsanlar buradan ellerini bileklerine dek uzatıyorlar. Anlamı nedir, bilemiyorum. Fatiha okuyup çıkıyoruz. Ayrıca Kerbelada şehit edilen Hüseyin ‘in kafası da cami içinde saklanmakta.

Bir zamanlar Herekedeki halı fabrikasında dokunup Sultan Abdülhamit tarafından camiye hediye edilen iki yüz parçalık halının yerinde şimdi yeller esmekte. Ama Osmanlı çinileri hala yerlerinde.

Dışarıda Hz. İsa ‘nın inip deccal ile dövüşeceği ak mimareyi arıyoruz. Ama üç minareden hangisi bunu bilmiyoruz. O esnada Türkçe bir ses bize yardım teklif ediyor. Nereden öğrendin Türkçeyi diye soruyorum.Lazkiyeliymiş, Türkmenmiş. Biz sizinle yaşarız, sizi seyrederiz, size bakarız diyor oda. Türkiyeye selam gönderiyor. Minarelerden hangisi aradığımız o da bilmiyor.

Çıkışa ayakkabıları saklayan görevlinin yanına gidiyoruz. Adam, caminin doğusunda kalan (girişe göre ilerideki, caminin arkasında kalan minare) minare olduğunu söylüyor. 25 SP veriyorum. İstemiyor. Israr edince dualarla alıyor. Kıblenin karşısında kalan yani iki minarenin arasında kalan beyaz minare ise <ı>Gelin minaresi olarak anılmakta.

Sırada Selahaddin Eyyübi ‘nin türbesi var. Girişin soluna doğru biraz ilerlerseniz görebiliyorsunuz. Kırmızı kubbeli bir yapı. Kısa bir rampanın aşağısında Roma tapınağından kalanlarda görülebiir.

Selahattin Eyyübi ‘nin kökenine inmeyeceğim. Zaten herkes sahiplenmiş durumda. Ama girmeyeyim desemde insan kendine hakim olamıyor. Buralardan Türk adı silinmeye and içilmiş anlaşılan. Selahattin Eyyübi Türk olmayabilir ki yaptıkları ile milletlerüzeri bir insan olduğunu göstermiş zaten. Ama kimi kardeşlerinin adının Turan, Tuğtekin, Böri olması bana ilginç geldi. Eniştelerinin ve yeğenlerinin isimlerine hiç girmiyorum bile. Dönemin Arap şairlerinin kendisine yönelttikleri hiciv ve övgülerdeki millet ismini zikretmiyorum bile. Fanatik düşünce zaten kabul etmeyecek, ahmak zaten anlamayacak.

Zengi döneminde önemli bir general ailesinin eğitimli bir çocuğu olarak hızla yükselmiş. Yükselmişte Tanrının inayeti mi yoksa başka güçler mi var bu yükselişte düşünmeye değer. Selçuklu Atabeyi olan Nureddin Zengi ‘nin, onun küçük yaştaki oğlunun, Eyyübinin amcası Şirkuh ‘un peşpeşe ölümleri düşündürücü. Bununla beraber Haçlılar, Zengiler, Haşhaşiler, Türkler, bilimum büyüklü küçüklü kabilenin güç yarışı sırasında sabırla mücadele edip başarıyla çıkar.

Kendi içinde güç birliğini sağladığında birbirini yiyen diğer islam uluslarını birleştirmeye çalışır ve haçlıların üzerine yüklenir. Başta Kudüs olmak üzere neredeyse tüm Haçlı şehir ve kalelerini ele geçirir. Tüm bunları yaparken psikolojik yöntemleride azami ölçüde kullanır. Gerektiğinde affeden, tarafsız bir yargıç , gerektiğinde acımasız bir generaldir. Ama dürüsttür ve herkes buna saygı gösterir. Öyleki Dante için bile İlahi Komedyada hristiyan olmayan ama insanlığa yararı olan tek müslümandır ve yazar ona cehennemim <ı>limbus katında yer verir.

Eyyübi kuşattığı kalelerden birinde düğün yapıldığını duyunca düğündekilerin rahatsız olmamaları için mancınıklarına kalenin başka burçlarını hedef aldırtmış, iyi savaştığını düşündüğü aslan yürekli Richard ‘ın atının yaralandığını görünce ona iki tane kaliteli Arap atını savaş sırasında hediye etmiş bir insandır. Sadece Templarlardan nefret eder. Çadırına gelen Le Ranaud ‘u kendi elleriyle öldürür ( ki adam cidden kaşınmıştır ) ve sonrasında “kral kralı öldürmez ama bu küstahlıkta çok ileri gitmişti” der.

Bonkördür. Varını yoğunu dağıtır. Muhasebecilerinin bile ondan aciil işler için kullanılacak bir miktar parayı kendisnden saklarlar. Öldüğünde kendine ait pek fazla bir parası yoktur. Denir ki tellallar “<ı>Duyduk, duymadık demeyin! Kudüs' ü fetheden; hazinesinde altınlar, mücevherler bulunan Sultan Selahaddin ölmüştür! Mezarına amelleri dışında sadece kefen bezini götürebilmiştir!” diye dolaşmıştır ülkenin her sokağında.

Konumuza dönelim. Selahattin Eyyübi ‘nin türbesinde fotoğraf çektirmiyorlar. Buna karşın içerisini biraz anlatayım. İçeride biri ahşap diğeri süslü mermerden yapılmış iki sanduka bulunmakta. Mermer olan Alman imparatoru II. Wilhelm ‘in hediyesi. Müslümanların hamisi rolünü oynarken yaptıklarından biri sadece. Büyük savaşçı sağdaki, sade sandukanın altında yatmakta. Ruhu şad olsun.

Bir anektod daha vereyim. Yukarıda da anlattığım gibi Selahaddin Eyyübi haçlılara karşı başarılı mücadeleler verip Kudüs gibi pek çok şehri onların elinden geri alabilmiş. 1.Dünya Savaşı sırasında Türk ordusu Şamdan çekilip İngilizler şehre girdiğinde İngiliz ordularının generali Allenby ilk iş bu türbeye gelmiş. Ayağını sandukanın üzerine dayayıp “Yine geldik Selahaddin ” demiş. Avrupalının kindar kafası.

Türbenin önemi biz Türkler için bu kadarla bitmiyor. İlk havacılarımız olan Fethi Bey, Sadık Bey ve Nuri Bey ‘in kabirleri de burada.

Bu da büyük projelerimizden birisiydi. İmparatorluğu baştan başa havadan kuşatan bir posta ağı kurmak. Ama olmadı. Bu uçuşlar sırasında ilk hava postası yerine törenlerle ulaştırıldı. Fakat şanssızlık nedeniyle önce Fethi bey ve yardımcı pilot Sadık Bey uçtukları Muavenet – i Milliye isimli uçak 1914 ‘te Taberiye gölü yakınlarında düşünce şehit oldular. Yanlarında yatan üçüncü şehit ise bir sonraki uçuş sırasında düşen uçaktaki (Prens Celaleddin uçağın adı) Nuri Beydir. Diğer pilot sağ olarak kurtulabilmiştir. Yazıktır bu konuda da fazla bir araştırma yapılmamış.

Buradan çıkıp sokaklara karışıyoruz. Kimi sokakların başlarında bazı levhalar var. Elinizde bir rehber kitap yada harita yoksa bile bu levhaları izleyerek sur içi kısmı rahatlıkla dolaşabilmeniz mümkün. Suriyeliler kültür turizminde sağlam adımlarla geliyorlar. Biz ülkemize fakir Avrupalıları, ahlaksız Rusları doldurup kaliteyi düşürürken adamlar uzun vadede meyveleri toplayacaklar.

Sokaklardan bahsedeyim. Sanki Osmanlının son günlerindeki İstanbul tasvirlerinden birisinin içerisindeyiz. O sokak senin, bu sokak benim gezdik. Suriyenin farkında olmadığı renklerini, farklılıklarını, zenginliklerini farketmeye çalıştık. İki hedefimiz kaldı bu gün. Hicaz demiryollarının Şam garı ve Süleymaniye Tekkesi.

Bu sonuncuyu kime sorsak bir yanıt alamadık. Siz siz olun boşuna polislere birşey sormayın. Olduğumuz yerden yaklaşık iki km yürüyerek ulaşabileceğimiz bir yere gelmek için abartısız saatlerce dolandık.

Neyseki eldeki ile yetinmeyi bilen bir kültürden geliyoruz. O çarşılarının hepsini dolaştık. Nerede ne satılır, hepsini biliyoruz artık. Rastlantı eseri girdiğimiz Seyyide Rukiye türbesi ve camiide görülmeye değer. İlginç bir yer.

Türbe Şii geleneklerine göre ziyaret edilmekte. Gelenlerin bir kısmı daha türbe kapısının üzerinde secdeye kapanıp öyle giriyorlar, kimisi kapının üzerini okşayıp öpüp içeri giriyor. İçeride, kadınların tarafından canhıraş feryatlar gelmekte. Şii kültüründeki Ali ve yandaşlarının çektiği acıyı çekme ve hissetme ritüelleri burada da kendini göstermekte. Erkekler tarafında ise Kerbeladan gelen küçük taşlara secde ediliyor. Taşlar yere, alnın secde ederken geleceği yere konuluyor. Küçük yaklaşık 1 TL boyundaki gri taşlar bunlar.

İçeriye bakıyorum. Türbede paralar, bebekler. Dilek tutanlar dileklerini atıyorlar. Arkamdaki adam bir bebeği türbenin içine atıyor. Bam diye bir ses geliyor.Türbe bölümü yeşil ağırlıklı renklerle bezenmiş. Türbe girişindeki görevli nereli olduğumuzu soruyor. Türkiye dediğimizde adamdaki ciddi ifade değişiveriyor. Konuşuyoruz. İlginç bir ortam. Fatiha okuyup avluya çıkıyor ve sevimli bir çocuğun fotoğrafını çekmeye çalışıyoruz ama nafile. Biraz soluklandıktan sonra cami kısmına geçiyoruz. Pek görülebilecek birşey yok. Fazla oyalanmayıp yollara düşüp Süleymaniye Tekkesine gitmeye çalışıyor. Şam nüfusunun önemli bir kısmı ile irtibata geçiyoruz. Nihayet bir turizm polisi bize doğru yolu tarif ediyor.

Tarifi izliyoruz. Karşımızda Hicaz demiryollarının binası. Dönemin dev projesinin dev ayağı. Zarif bir bina. Ulusal mimarlık akımının binalarını andıran, Sirkecideki vakıf hanlarına benzer bir bina burası.Dışında, girişin sağında eskilerden kalma bir şimendifer durmakta. İçeri girip Türk olduğumuzu söylüyorum. Niyetim yukarı çıkmak ki görevli adam bize içtenlikle yardım ediyor. Sağ taraftaki kapıdan girip kısa koridorda ilerleyerek merdivenlere ulaşıyoruz. Koridor eski bir modanın mostrası. Tavanlar ise zarif işlemelere sahip. Üst katta pek birşey yok. Duvarlarda tren resimleri var. 2003 ‘e dek bu gara tren seferleri yapılmış. Günümüzde ise hafif raylı sistemin bir parçası olarak kullanılacakmış. Camdan arka tarafa bakınca kazı çalışmalarını görebiliyorsunuz.

Görevli ile konuşuyoruz. Adam Abdülhamit ‘e dualar ediyor. Gerçektende konuştuğumuz gibi büyük bir proje bu. Abdülhamit ‘in büyük hamlesi görünürde İstanbul ‘u Mekke ‘ye direkt tren yolu ile bağlayacaktı. Bununla beraber devamlı isyanlarla boğuşulan bölgede asker ve para nakliyesi hızlanacak, sultanın gücü bir kez daha alem-i islamiyye ‘ye gösterilecekti.

Bunun için devlet bütçesinin muazzam bir miktarı (yaklaşık %18 ‘i ) bu işe aktarıldı. Memur maaşlarından kesintiye gidildi, dışarıdan borç alındı. Kurban derilerinin gelirlerine bile el konuldu. 1 Eylül 1900 ‘de burada, Şamda başlayan çalışmalarda harcanan paranın, ölen işçinin haddi hesabı yok. Tam dört yıl sonra döşenen ray 460 km ‘ye ulaşmıştı.

Avrupa basını olaya “Osmanlı yeniden diriliyor” şeklinde haberlerle yaklaşıyordu. İran ve diğer bazı islam devletlerinin ilgi ve memnuniyetle olaya yaklaştıkları görülüyor. Ama aslında İngilterenin kontrolünde olan ve sadece kağıt üstünde Osmanlılara bağlı bu topraklarda demiryoluna karşı gruplarda mevcuttu. Hac yolunu korumakla görevli olan (aslında hacılara saldırmasın diye rüşvetle dizginlenen ve bunu sürre alayı adı altında alan Bedeviler) Bedeviler gelirleri elden gidecek diye, Mekke şerifleri ve valisi gibi yerel otoritelerde Osmanlının bu şekilde eskisi gibi yönetimi kontrolleri altına alacağı için engel olmaya çalışıyorlardı. İngilizler projeyi finansal açıdan engellemeye çalışıyor yada Akabe körfezine dek rayların uzatılması halinde savaş açacakları gibi tehditlerle direkt yukarıdaki hainleride el altından maddi olarak destekleyerek durdurmaya çalışıyorlardı.

Yinede Osmanlı rayları döşemeye devam etti. Arabistan toprakları sünger gibi kan ve parayı emiyordu. İngilizlerin destekleri savaş sırasında da sürdü. Özellikle Lawrance ‘ın kışkırttığı Arap birlikleri sürekli hatlara zarar verdiler, askeri üsleri bastılar.

Osmanlı 1918 ‘de yöreden gittiğinde döşenmiş binlerce kilometre tren yolu ve çok sayıda istasyon binasını bırakmıştı. Tıpkı Selanik ‘e dek trenlerin halen Osmanlının döşediği rayların üzerinde yine Osmanlının inşa ettiği istasyonlara uğrayarak gittiği gibi Suriye ve Ürdün arasındaki yolculuklarda aynı şekilde Osmanlının parası ve emeği üzerinde gidip gelmekte.Yıllardan 2009 Eylül ayı. Ve halen değişen birşey yok.

Düm düz yola devam ediyoruz. İlerilerde iki minareyi görünce külliyeye geldiğimizi anlıyoruz. Çifte minareli cami inşa etmek sultan ve ailesine mahsus bir davranış idi. Kapıdan içeri girince sağlı sollu, turistik eşya ve takı satan dükkanların oluşturduğu araştayı görüyoruz. İlk solda bir avlu ve akabinde insanların namaz kılmak için içine girdikleri küçük, tek kubbeli, basit bir cami var. Ama içindeki çinileri oldukça güzel. İmama Vahdettin ‘in türbesini soruyoruz. Caminin yanında diyor. İçinde olduğumuz camiyi Selim-i Sani (yani II. Selim), diğerini Sultan Süleyman Kanuni bin Selim-i Evvel yaptırdı diyor. Bu kadar teşrifatlısını canlı olarak duymamıştım.

Dışarı çıkıyoruz. Arastanın öteki kapısını açıyoruz. Meğer ana cami burada imiş. Kapısı kapalı. Tipik çifte minareli selatin camii. Mimar Sinan tarafından inşa edilmiş. İçeride bir görevli var. Selamlıyoruz, selamımızı alıyorve yanımıza geliyor. Derdimizi anlatıyoruz. Cami avlusuna buyur ediyor ama anahtarları olmadığı için hazeireye sabah 7 gibi gelin diyor.

Dönüyoruz. Birşeyler atıştırıp turlayacağız. Yemek işini rastlantı eseri gördüğümüz büfe benzeri Subway restorantta hallediyoruz. Al Khamal ‘e girmeyi başka bir güne bırakıyoruz. Adam başı bir kola, bir sosisli sandviç 85 SP. Doyurucu.

Akşam haybeye epeyce dolandık. Yorgunluktan yığılacak gibiyiz. Sonunda otele dönüyoruz.

Ertesi gün Palmyra 'ya gidip yorgun argın şehre dönüyoruz. Dönüş yolunda İstanbul 'a dönüş kararı da aldık.

Son günüüzde sabah 9:20 gibi uyanıyoruz. Saatin camına vuruyorum bir problem mi var diye. Neden sonra ancak odada pencere olmadığını hatırlıyorum.

Midem kötü, karnımda bir basınç var. Açlıktandır diyor dolapta beklettiğimiz dünden kalan sosisli sandviçleri yiyoruz.

Planımız gereği, artık Ürdüne gidilmeyeceği için Bosraya da uğramayacağız. Gidiş dönüş en az dört saat sürecek ve daha fazla para bozdurmak istemiyoruz.

İlkin Hataydan İstanbula dönüşü ayarlamamız gerekmekte. Bunun içinde firmayı aramalıyız. Aramızda gerilimler artıyor iyiden iyiye. Uğur kontörlü telefon bulalım derken ben üç kuruş için yorulmaya ve vakit kaybetmeye gerek yok diyorum. Postane arıyoruz. Alışıldığı üzere bilen yok. Eninde sonunda otele çok yakın bir noktada postane binasını buluyoruz. Hicaz demiryolları binasının sol çaprazındaki sırada. Ayrıca üst katında birde pul müzesi var. Ama kontörlü telefon yok. Ne yazıkki bu sonuca ulaşabilmek için sıcakta kaybettiğimiz zaman ve enerjinin hesabı yok. Allahtan sırt çantalarımız otelin emanetinde durmakta. Haybeye yorgunluk.

Güneşten sakınmak için Süleymaniye Külliyesinin içinden geçerek Ulusal Müzeye gidiyoruz.

Müze girişi 150 SP. Bahçeden geçip önce sol tarafa giriyorsunuz. Bu müzeninde girişi Alheer algharbi kalesinin girişi esinlenerek yapılmış. Neresidir burası bilmiyorum.İşin ilginci ve kötüsü içeride fotoğraf çekmek burada da yasak.

Sol taraftan ilerlediğinizde Roma ve Bizans dönemi eserlerin sergilendiği odaları görüyorsunuz. Ama ağırlık Palmyra ‘da. Palmyradaki mezarlardan çıkarılan eşyalarda sergilenmekte. Mezarlardan ağırlıklı olarak Çin ipeği çıkmış. Ve aradan geçe onca zamanada kısmende olsa meydan okuyorlar.Katta Duro Europosta İngiliz askerlerince rastlantı eseri bulunan nesnelerde sergilenmekte. Çok övüldüğü halde nedense pekte etkilenmiyorum. Sadece bir at için yapılmış bronz, örme zırh ve girişin tam karşısındaki freskin alt sırasındaki çocukların yüz hatları görülmeye değer.

Bu katta benim için en ilginç olan şey üzerinde Yunan tanrılarının yer aldığı mozaik pano oldu. Panonun sağ üst köşesinde kuzey rüzgarının tanrısı Boreas yer almakta. Ama ilginç olan BOPEAC şeklinde yazılıyor olması. Çok istediğim halde fotoğrafını çekemedim. Aynı odanın devamında güzel birde lahit bulunmakta.

Sol bloktaki en güzel bölüm alt kattaki Palmyra hipojesi. Palmyradan çıkarılıp burada tekrar monte edilmiş. Yapı mükemmel.

Girişin solunda tahminen dua etmek iin kullanılan üç nef var. Tam karşımızda ise (yanılmıyorsam) kırk iki bölmeden oluşan mezar kısmı bulunmakta.Her bir bölmede, mezar sahiplerinin büstleri zarif bir şekilde işlenmiş. Çok yaşlı ve çok genç yüzler bir arada. Ölümün tırpanı her yaştan insana dokunmuş. Aradaki boşlukta ise büyükçe, zarif ama görkemli bir ştel yer almakta.

Arkamda kalan duvarda ise bu hipojenin bulunuşu sırasında çekilen fotoğraflar sergilenmekte. Fotoğraflara bakınca çöl kumlarının antik şehri nasılda kapladığını görebiliyorsunuz.

Sol bölümden sağ bölüme geçmek için üst kata çıkmak ve buradaki asma katı aşmanız gerekmekte. Burada, gene Palmyraya ait ama çok daha sonraki dönemlere tarihlenen buluntular yerleştirilmiş. Sağdaki duvarda muhtemelen bir Türk savaşçısının at üzerinde yayının kirişini gererken yapılmış bir çizimi var.

Sağ bölümü gezelim. Burada Ugarit kazılarından elde edilenler sergilenmekte. Ugarit tahminlerimin ötesinde bir zenginliğe sahipmiş. İspanyol turist grubuna rehberlik yapan adamın anlatımında Ugarit ‘in “sağlıklı kadın” anlamına geldiğini öğreniyoruz.

Burada Rakka ‘da bulunan parçalarda sergilenmekte. Özellikle bir ejderha (yada dev bir yılan) ile dövüşen çekik gözlü, atlı adam heykelciği kayda değer. Rehber Moğol desede saçları at kuyruğu yaparak ören atlılar ilk dönem Selçuklular. Sessiz ve derinden bölgedeki Türk varlığını silmeye yönelik bir propoganda sürmekte.

İslam eserleri reyonundayız. Çeşitli dönemlere ait envai türlü eser sergilenmekte. Meğerse Homstaki Halid bin Velid türbesinde Baybars ‘ında sandukası bulunuyormuş. Masif ceviz bir sanduka. Ahşap işçiliği çok güzel. Ama koskoca Kıpçak general için “Arap savaşçı” diye yazmışlar. Pes doğrusu, delirmemek elde değil.

Bununla beraber eski kente inip hediyelik vb almamız gerekli. Hamidiyeden giriyoruz. Artık aşina olduğumuz sokakları geçip Mithat Paşa çarşısına dalıyoruz. Sonra tekrar ara sokaklara geçip baştan turluyoruz.

Burada neler var anlatalım artık İlk başta şam fıstığı. Ecnebilerin cinnamon dediği kırmızımsı pembemsi renkte etli bir kabuğu olan yemişin kilosu 200 SP. Bildiğimiz sert kabuk bu yumuşak kısmın altında. Meyvesi ise yağlı. Isırıldığında bıçağın sabunu kesmesi gibi kesiliyor. Tuzda pişirilmediği için tadı epeyce farklı. Yarım kilo alıyorum.( Havadar biryerde, sıkıştırmadan saklamanız gerekmekte. Yoksa kabuklar büzüşüp kuruyor ve hediyelik vasfını epeyce kaybediyor )

Ayrıca birkaç model kuru üzüm var. Açık renk olanlardan tadıp yarım kilo kadar daha alıyorum. Neredeyse bedava. Kuru kayısının kilosu 250 SP ve tadı oldukça leziz. Boşa “bundan iyisi Şamda kayısı” dememişler. Ayrıca kayıs pestili de aldık.(50 SP)

Şanşımıza Halepten almaya üşendiğimiz sabunlar burada karşımıza çıktı. İkişer kalıp zeytinyağlı sabun aldık. Sabun kutusunun üzerinde Türkçede var ama sanırım google translateden direkt çevirmişler. Sabunların tanesi 50 SP. Ayrıca başparmak boyunda oldukça yağlı ama etkili kokusu olan sabunlarda satılmakta. Ucuza diye neredeyse yığınak yaptıysakta fiyatı yanlış anladığımdan sadeceikişer tane alıyoruz. Tanesi 50 SP. Lavanta, yasemin ve gül kokusu (özellikle gül) tarif edilmesi güç bir güzelliğe sahip.

Bunun dışında takı ve süs eşyalarına da bakıyoruz. Bunlarda da güzel modeller var ve fiyatlar bizdekilerle kıyaslandığında oldukça ucuz. Özellikle sabunları aldığımız yerdeki mercan kolye ve bileklikler (tanesi 150 SP ‘den başlıyordu) görülmeye değerdi. Alışveriş yaparken mutlaka ada ne derse desin “tenzilat” deyin. Muhtemelen her halükarda kazık yiyoruz ama hasarı azaltmanıza yardımcı olur.

Emevi Camiinin yakınlarında, meyve suyu almaya giderken renkli kumlardan hoş görünümlü manzaraların yapıldığı cam kaplardan birer tane aldık.

Buralarda dolaşırken buzdolabı magnetlerine denk geliyoruz. İlk defa bu denli güzel olanlarına denk geliyoruz. Ben Emevi Camiini betimleyen magnetlerden birine 100 SP veriyorum. Uğur ise tanesi 25 SP den güzel nazarlıklardan birkaç tane alıyor arabaya asmak için.

Emevi Camiinin arkasına geçip biraz dinlenmeyi düşünüyoruz. Bu bölgede genelde ikinci el eşyalar tabiri ne kadar yerinde olur bilemem antikalar satılmakta. Genelde sedef kakmalı ahşap sandıklar dikkat çekiyor. Küçük bir file gözümüz çarpıyor. Fiyatını soruyoruz. Gümüşmüş. Yaklaşık 150 USD. Geçip gidiyoruz.

Caminin arkasında oturup dinleniyoruz. Epeyce yorulmuşuz ama herkese de birşeyler almayı başardık.

Dönme vakti. Kalkıyoruz. Dönmemiz gereken sokaktan değilde bir sonrakinden dönmeye kalkınca hiç görmediğimiz yerlere giriyoruz. Duvarda asılı levhaya göre halı tamircilerinin bölgesi burası. Ama dolaşmaya devam etmeye ne cesaretimiz nede vaktimiz var. Geldiğimiz gibi geri dönüp doğru sokağa sapıyoruz.

Son kez hava şehitlerine ve Selahattin Eyyübi ‘nin ruhlarına fatiha okuyoruz. İnsanlar bize hayretle bakıyor.

Tüm yorgunluğumuzla otele gidip çantalarımızı alıp 15 numaralı otobüsü yakalayarak Harassa ‘ya gitmek istiyoruz. Sırtımızdaki onca yükün ağırlığı ile paytak adımlar atarak otobüs durağına varıyoruz. Gelen giden otobüs yok. Henüz saat 19:30 . Vaktimiz var ama ne olur ne olmaz. Ervislere durdurup “Harassa pulman garaj” diye soruyoruz. Cevap hep aynı. “Mafiş”. Taksiye verecek paramız yok. Toplam 56 SP kaldı yanımızda.

Nihayet servislerdeki bir adam “Harassa garaj” diye seslenince sevinçle zıplıyor ve araca atlıyoruz.

Fakat sevinç kısa sürüyor. Çünkü iki dakika sonra iniyoruz. Adam başka servisleri gösterip “Harassa” diyor. Aktarma yapacağız. Duraktan kasap kılıklı bir adam çıkıyor. “Harassa pulman garaj” diyorum. “La” ile başlayan olumsuz bir cevap geliyor. Gene umutsuzluk. Adam üzerime doğru ilerliyor. Üzerimde “Turkey ” yazan ayyıldızlı tişört var. Kendini gösterip “Kamışlı, en el Türki “ diyor. Elimi göğsüme vurup “Türki, selamın aleyküm” diye yanıtlıyorum. Gelin dercesine bir el hareketi yapıp bizi çağırıyor, akan trafiğin ortasına dalıp bir servisi durdurup bizi bindirip vedalaşarak karanlıkta gözden kayboluyor. Unuttuğumuz Türkler bizi unutmamış.

 
Toplam blog
: 35
: 3517
Kayıt tarihi
: 10.08.09
 
 

Gezmeyi severim. Aileden gelen bir alışkanlık bu. Ufacıktım gezdiğimi hatırlıyorum. Gezeceğim. Ağ..