Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Nisan '16

 
Kategori
Öykü
 

Parçalanma...

Parçalanma...
 

 Dışarıda kar vardı. Açılan kapının eşiğinde titriyordu soğuktan morarmış. Üzerinde ilkokul önlüğü...

-Paltonu ne yaptın kızım?

-Sıra arkadaşımın paltosu yoktu ona verdim. Üşüyordu çok; evleri de uzaktaymış.

-Aferin kızım, çok iyi yapmışsın.

 Ne kadar çok zaman geçmişti aradan. Çoğu örseleyip geçen zaman. Yıkıntılara, geri dönüşümsüz kayıplara, şimdilerde bir eksik, bir rengi eksik yaşamın kıyılarına yaralı savuran zaman. Kim bilir, belki de bu dünyayla kavgalı, başkaldıran bir yaşamın ilk işaret fişeğiydi palto gerçeği.

 Uyuyordu. Günler sonra ilk defa sağlıklı bir uykunun derinliklerinde. Sakin ve derin soluk alıp verişleri yayılmıştı odanın sessizliğine. Filtreli kırılmaz camlardan dışarıdaki ilerlemiş bir sabahın tekdüze görüntüsü izleniyordu.

-Baba...

-Efendim kızım.

-Özledim biliyor musun?

-Neyi.

- Eve dönmeyi, gidip balkonda kahve içmeyi sabaha karşı.

 Narkozun ve elektroşokun etkisi kalkmış, gözlerini açmıştı. Renkli gözlerinde bildik dünyaya dönüşün, amansız bir fırtına sonunun asude dinginliğinin dost parıltıları vardı.

 Ambulans ileride tepede görülen büyük hastane yerleşkesinin ışıklarına doğru hızla tırmanıyordu yokuşu.

-Nerede olduğunuzu biliyor musunuz?

 Yapılan sakinleştirici iğnenin engellemekte aciz kaldığı büyük bir öfke patlamasının eşiğinde olmanın gözlerinde tutuşan bir iç yangının alevleri, yattığı sedyede başını nöbetçi doktora çevirdi.

-Sen nerede olduğunu biliyor musun?

 Beşinci kat. Açılmayan kırılmaz, dışarının renklerini yapaylaştıran camları, ağır ve ürkütücü ve bir başka dünyanın acılı havasıyla klinik.

-Ne zaman buraya gelsem burada bir şeyler eksik diye düşünür, çıkaramazdım bir türlü ne olduğunu. Sonunda buldum sanırım. Burada eksik olan bir tebessüm, evet yalnızca bir tebessüm.  O kadar önemli ki... Arada kapalı kapılar ardından duyulan bu acılı kahkahalar değil. Onlar değil, bir tebessüm, o yok. Çalışanlarda da, doktorlarda bile. Hadi yersizlikten diyelim; ilk katlarda bahçeye açılan, açılan kapısından arada bir de olsa içeriye taze hava giren bir yer bulunamamış. Neden ta beşinci kat. Biz zaten yukarıdan bakıyoruz. Anladık; iyi de bu iç karatıcı turuncu renkli plastik yer döşemesi ne? Ya duvarlardaki yer yer çiğ bulantı yeşili. Uğraşsalar anca bu kadar olur. Anca bu kadar uzaklaştırılabilir insanlar dünyadan. Biz zaten uzaklaşmışız...

 İnanılır gibi değil! Bu küçük vücut bunca uykusuzluğa, yemek yememeye, bağırıp çağırmaya, sabahlara kadar koridor boyu yürümeye nasıl dayanıyordu. Ayakları yürümekten şişmişti. Yer gibi sigara içmekten dili kirli sarı bir pas içinde, sağ elinin işaret parmağı sapsarıydı. Hastaların sigara içmesi için ayrılan küçücük yerde sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Mevcut dört plastik sandalyede oturan ve ayakta dikilenlerle birlikte en az on kişi durmaksızın konuşarak, ya da susup gözlerini yere dikip donup kalarak durmaksızın sigara içiyordu. Ortada içinde sigara izmaritlerinin yüzdüğü, yarıya kadar katran renkli su dolu bir plastik kova küllük yerineydi. Genizleri yakan, havaya ve duvarlara sinmiş ağır bir zifir kokusu vardı.

-Bizi sigara içmekte bile cezalandırıyorlar sanki. Sanırsın Nazilerin gaz odası.

 Kaç gündür taramadığı saçları, fırçalamadığı dişleri ve gözlerindeki anlaşılmaz, anlaşılamaz keskin parıltıya rağmen güzeldi hala. Yaralı bir güzellikti ve bu daha da yaralayıcıydı. Nöbetçi hemşirenin sesi duyuldu.

-İlaç saati.

 Saat gecenin onuydu. İlaçlarını içmek için hastalar ellerindeki su dolu plastik bardaklarıyla hemşire bankosunun etrafıa dizildiler.

-Şuraya bak sanki esir kampı. Plastik her şey, plastik sanal bir dünya. Başka yolu yok mu? Hem şimdi beş ilacı birden içirecekler. Bunların birbiriyle etkileşimi yok mu?

 Kliniğin telefonu dış aramalara kapandı. Şimdi asıl korkuncu uzun, ürkütücü, nelere gebe olduğu bilinmez bitmek bilmez bir gece başlıyordu. Gündüz her nasılsa geçiyordu. Vizitler, doktor konuşmaları, etkinlikler, durumu müsait olanların bahçe turları ve ziyaretçi saatiyle. Ama gece, işte o geçmek bilmiyordu. Zaten dünyaları karamış insanların sıkıntıları çoğu söndürülmüş ışıkların loş aydınlığında boğucu bir hal alıyordu. Gece onbirden sonra odadan çıkmak yasak olduğundan asıl sıkıntı şimdi başlıyordu. Yatakta dönüp durmalar, pikeyi tekmelemer, fırlayıp kalkmalar. Sonra odada kafese kapatılmış bir vahşi hayvan gibi huzursuz gidip gelmeler. Sonra sinirle eşyalarını toplayıp çantasına yerleştirerek bitmek bilmez gidelim diye tutturmalar.

-Götür beni, gidelim. Verdikleri üç beş ilaç, evde de verirsin sen. Farklı bir şey yok ki. Sabah on dakika konuşma. Nasılsın, iyiyim. Benden iyi değilim dememi bekliyorlar ama, demem ki. İnadına iyiyim diyorum. Burada iyi olan insanın işi olur mu hiç, burada insan nasıl iyi olur? Gözlerime bakıyorlar. Ne görüyorlar, ne görebilecekler ki. Gözlerimin arkasında, kafamın içinde olup biteni göremedikten sonra. Sonra; sonra ilaç dozunu arttıralım, şu ilacı da ekleyelim, yok olmadı bunu keselim. Bitti mi?..

 Sonra yorgunluktan yatağa düştü, düştüğü gibi kaldı, uyudu. Sabah oluyordu. Onun hızına, düşünce akışına, söylediklerine ayak uydurmak, yetişmek, cevap vermek zordu. İmkansızdı hemen hemen.. Ulaşamadık ona, sakladığı içine. Başka bir dünyanın insanıydı sanki. Bu dünyada o duygu terazisini dengeye getirmekte zorlanıyordu. Denge her neyse...

 Aradan kaç gün geçti. Bir hafta civarında olmalı. Ama bir asır gibi. Tepedeki hastanenin beşinci katında, dışarıda bir birinin içine geçmiş yükseltilerin ve aşağıda uzaklarda görülen kentin üzerine inip dalgalanmakta olan sabah sisine vurmuştu günün ilk ışıkları.

-Baba yendim onu, gitti.

-Kimi?

-Kafamın içide durmadan konuşan o sesi, susturdum. Yendim anlaıyor musun, gitti.

 Günler sonra gözlerine yorgun ama galip bir bakış parıltısı oturmuştu. Yüzünün hatlarını geren, rengini çalan her neyseyok olmuş, bildik yüzüne sakin bir tebessüm yayılmıştı. İçinde parçalanan, yırtılan bir dünyadan arta kalanları toparlamış, yeniden bir araya getirmeyi başarmıştı. Başarmıştı gerçekten.

-Gidelim baba, evimizin balkonunda kahve içmeyi özledim.

 Bir tebessümdü sabah...

 

 Akın Yazıcı

11Nisan2016/İzmit

 

 

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..