Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Kasım '15

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Popüler soru: Ne oldu bize?

Bu başlık altında günümüzün popüler bir sorusuna, yani “ne oldu bize?” sorusuna yanıt olacak bir konuyu kaleme alacağım. Samimiyetle düşünürsek eğer herkesin bu sorunun yanıtını bildiğini anlarız. Evet, kesinlikle bu soruyu dile getiren herkes bu sorunun yanıtını da biliyor. Yine de anlam veremediğim bir biçimde herkes bilmiyormuş gibi yapıyor! Cevap insanların burunlarının dibinde durduğu halde, herkesin kafası yukarıya dönük ve astronomik yanıtlar arıyor gözleri. Bırakalım biz onları ve sizi kendi öykümle buluşturayım. Sonuna geldiğimizde ise konumuzun başlığındaki soruya yanıt bulacağımızdan hiç şüphe duymuyorum…

Ben 80’lerin son yıllarında doğdum. 90’larda çocuk oldum. Hiç kuşku yoktur ki benim kuşağım için altın çağdır 90’lar. Müzikleriyle, dizileriyle, filmleriyle, masallarıyla, mahalleleriyle, çocuk oyunlarıyla, fıkralarıyla, dostluklarıyla, büyükleriyle ve samimiyetiyle benim akranlarımın tekrar geri dönmek istediği yıllardır. Hiçbir okur burada nostalji yapmaya çalıştığımı zannetmemelidir. Unutulmasın ki biz bir soruya yanıt arıyoruz bu öyküde. Ve bu öyküde sanki üzerinden yüzlerce yıl geçmiş gibi davranılan hususları ortaya koyacağız ki, bize ne olduğunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne serebilelim. İlla bir nostalji aranacaksa da benim akranlarım biraz çocukluklarına dönsünler (ki bundan çok keyif alacaklarını gayet iyi biliyorum) genç okurlarımız ise sürekli büyüklerinden duydukları 90’ları biraz tanısınlar…

90’larda çocuk olmanın bu kadar güzel olmasının nedeni henüz uzay teknolojisine erişememiş olmamızdan kaynaklanıyordu belki de. Bizlerin eğlenmek için bilgisayarları, (her evde bulunmazdı) tabletleri, cep telefonları çocukluktan çıktığımızdan sonra oldu. Bizim bisikletlerimiz vardı. Bir yetişkin için otomobil ne ise çocuklar içinde bisiklet o demekti o dönemlerde. Mahalleler şimdiki gibi ölü toprağı serpilmişçesine sessiz değildi. Her köşede bir oyun oynayan, yeni bir oyun icat eden çocuklar vardı. Bizler eğlenebilmek için bir araya gelmeye ve hayal gücümüzü çalıştırmaya mecburduk. Gündüzleri okula giderdik. Okuldan gelince ödevler yapılırdı ve doğruca sokağa çıkılırdı. Bütün mahallenin çocuğu bir araya toplanırdı. Kızlar, erkekler bir araya gelirdi ve derhal bir plan yapılırdı. Hava güzelse önce bir bisiklet turu yapılırdı. Sonra paralar birleştirilir ve para yettiğince abur cubur alınırdı. Para katan veya katmayan diye bir ayrım yapılmaz, herkes ortaya açılanlardan yemeye başlardı. Sonra sessiz sinema oyunu oynanırdı. Ardından fıkra anlatma faslı başlardı. Herkes sırasıyla gülmekten yerlere yatılmasına neden olan fıkralar anlatırdı. Hava karardığında ise saklambaç faslı başlardı. Belki de en keyif alınan oyundu bu. O zamanlar sokaklar çocuklar için oldukça güvenliydi. Bu yüzden özellikle yaz akşamları geç saatlere kadar mahallelerden çocuk sesleri eksik olmazdı. Eve gelindiğinde ise dönemin harikulade aile dizileri izlenirdi. Silahların havalarda uçuşmadığı, her gün birilerinin katledilmediği dizilerdi bunlar. Öylesine sıcak, öylesine samimi ve öylesine sizden dizilerdi ki; o karakterler ailenizden birisi gibi oluverirdi. Dizinin karakterleri tıpkı sizler gibi evlerde oturur, tıpkı aileniz gibi işlerde çalışır, sizin kadar samimi ve sıradan aşklar yaşarlardı. Bu yüzden kendi hikâyenizi izliyormuşçasına hoşunuza giderdi.

Bir de masal eğlencesi vardı çocukların. Her aile büyüğü mutlaka masal bilirdi. Özellikle dedeler, büyükanneler torunlarına çok tatlı masallar anlatırlardı. Büyükannenizin koynuna girip, onun sizin başınızı okşarken size masal anlatmasının ve bu masalı dinlerken huzurla uykuya dalmanızın yerini hiçbir şey alamazdı. Aileniz size klasikleşmiş bir sürü çocuk masal kitabı alırdı okumanız için, lakin size masal anlatılmasının keyfi bambaşka idi…

Çocuklar mahallede çok sık kavga ederlerdi. Hem de sudan sebeplerle! Bazen o minik elleriyle ve ayaklarıyla saldırırlardı birbirlerine. Bu kavgayı ayıran diğer çocuklar derhal onları barıştırmaya çalışırlardı. Çokta kolaydı barışmak. Aileler birçok şey öğretirlerdi çocuklarına; ama kin tutmayı asla öğretmezlerdi. İzlediğiniz dizilerde (bir-iki istisna hariç) dinlediğiniz ve okuduğunuz masallarda kin tutan insanlar yoktular. Bu yüzden çok kolaydı barışmak. Az önce tekme tokat birbirine saldıran çocuklar bir futbol maçıyla, bir saklambaçla, bir sessiz sinemayla, bir bisiklet turuyla barışırlardı hemen. Akşam eve küs gidildiği binde bir olurdu.

Pilli kasetçalarlar devrin çocukları için uzaygemisi kadar büyük bir icattı. Gece yatağa girildiğinde kulaklıklar kulaklara takılır, en sevilen kaset takılır ve tatlı tatlı uyunurdu. Kaset koleksiyonu yapmak çok değerli bir olaydı çocuklar için. Bir kaset almak için günlerce harçlıklar biriktirilirdi çünkü. 90’lar müziğini neredeyse klasikleştiren durum bu idi. Çocukların verdiği bu paralar boşa gitmezdi. Şarkıların sözlerinin bir anlamı, müziğinin ise bir albenisi olurdu daima. Bu yüzden müzik dinlemek çok ayrı bir keyifti. Arkadaşlarınızla birkaç günlüğüne kasetlerinizi değişirdiniz. Bu sayede yeni çıkan o şahane eserleri herkes sırayla dinlerdi…

İletişim ise genç okurlara kötü bir şaka gibi gelebilir, fakat devrin çocukları için inanılmaz derecede heyecan verici boyuttaydı. Evet, mektuplaşmalardan bahsediyorum! Telefonlarda çok uzun konuşamazdınız. Zira yüklü bir fatura gelirdi ve ailenizden epey fırça yemek zorunda kalırdınız. Ayrıca özel konularınızı da aileniz kulak misafiri olurken paylaşamazdınız. Bu yüzden başka şehirdeki arkadaşlarınıza, akrabalarınıza, samimi olduğunuz kuzenlerinize sürekli mektup gönderirdiniz. Herkese göre farklı mektup kâğıtları ve mektup zarfları seçerdiniz. Hal hatır sormak için büyüklerinize gönderdiğiniz mektupların uzunluğu belliydi. Uzaktaki arkadaşlarınıza, kuzenlerinize hayatınızdaki değişiklikleri, platonik aşklarınızı, özlemlerinizi anlatacağınız mektuplar ise birkaç sayfa olurdu. En nihayetinde dili iyi kullanmayı, az cümlelerle çok şey anlatmayı öğretirdi bu durum. Sonra mektubunuzu allayıp pullayıp gönderirdiniz. Bekleyin on gün ki cevap gelsin! Her gün mektubunuza gelecek cevabı beklerdiniz. Nihayet beklediğiniz cevap geldiğinde ise mektubu defalarca kez okurdunuz ve sonra o mektuba cevap yazmaya çalışırdınız… Sürekli olarak böyle bir iletişim trafiğiniz olurdu.

Dönem çocukları ile ilgili anlatılacak daha onlarca, yüzlerce husus var; lakin öykümüzü çok fazla uzatmamak adına burada bırakalım ve topluma geçelim.

Bütün toplum neredeyse aynı şekilde yaşardı. Ben kendi çevremden birkaç hadise paylaşacağım; lakin bu hadiseler neredeyse toplumun geneli için geçerlidir. Aile dostluğu, akrabalık bağları, komşuluk ilişkileri çok farklı yaşanıyordu. Çocukken idrak edemezdim bu farklılığı. Neden böyle bir şey yapıldığına anlam veremezdim. Bazı şeylerin yitirildiği zaman nedeni ve değeri anlaşılır derler. Sanırım benim de bunları anlamak için yitirildiğine şahit olmam ve birazda büyümem gerekiyordu.

Babamın ve amcamın ortak olduğu küçük bir aile işletmemiz vardı. Erkek çocuğu olduğum için de ben ve abim sık sık oraya giderdik. Etrafımızdaki işletmeler de ya aile dostumuz olmuşlardı, ya da çok samimi olduğumuz insanlar olmuşlardı. Bir kısmı zaten komşumuzdu. İşte anlam veremediğim durum burada yatıyordu. Birisi mobilya dükkânı işletiyor, birisi camcı, birisi babam gibi tüccar… Bazıları bankacı, öğretmen, devlet memuru; ama işlerinden arta kalan zamanlarda sürekli buradaki iş yerlerine geliyorlar. Çay içiliyor, yemek yeniliyor, muhabbet ediliyor... Kısacası akşama kadar bütün erkekler bir aradalar. Kadınlar ise bir evde toplanıyorlar ve gırgır şamata birlikte vakit geçiriyorlar. Akşamları ise benim anlam veremediğim durum ortaya çıkıyor. Babam diyor ki; “oğlum falanca amcanlara in ve müsaitseniz bizimkiler oturmaya gelecek de,” diyor. Akşama kadar erkekler bir arada, kadınlar bir arada; ama akşam yemeğinden sonra böyle bir ziyaret ihtiyacı duyuluyor. İşte bunu çocuk aklım bir türlü almıyordu. Ne yapmaya çalıştıklarını anlayamıyordum. Bunu anlayamıyordum; çünkü gündüz konuşulanlardan farklı muhabbetler de konuşulmuyordu bu ziyaretlerde. Ülke meseleleri, iş konuları, araba değiştirme fikirleri ve buna benzer gündelik konuşmalar vuku buluyordu. Apartmandan bir arkadaşım akşam kapıya gelip de “bizimkiler size çaya geleceklermiş,” dediğinde de annem ve babam şık kıyafetler giyinirler ve bizzat kapıda karşılarlardı konukları. Üstelik gelen kimseler öyle ekstradan giyiminize kuşamınıza dikkat etmeye gerek olmayacak kadar samimi dostlardı. Yine de böyle yapılırdı. Bütün bunlar, aslında birlik ve beraberliği, samimiyeti ve sıcaklığı ayakta tutmak içindi. Akşama kadar beraberken akşamları da evde çaya gelmeler falan toplumumuzu ayakta tutan, bizi bir arada tutan güzelliklerdi. Bunu anlamam uzun zamanı aldı. Dostlarınızı evinizde ağırlamak, dostlarınızın evine konuk olmak çok hoş değerlerdi. Ailemin ve aile dostlarımızın özel bir geleneği vardı. Her hafta birisinin evinde akşam yemeği yenilirdi. Hangi gün kime gidileceği önceden bilinirdi. Çocuklar bir odaya toplanırdı ve uyuyana dek oyun oynarlardı. Bir çocuk olarak o gün misafir olduğunuz o evden, arkadaşlarınızdan ayrılmak istemezdiniz.

O günleri yaşamamış genç okurlar şimdiki bahsedeceğim hususa çok şaşıracaklardır. O günlerde insanlar birbirleri ile her şeyi konuşabilirlerdi. Evet, buna inanın. Rahatlıkla siyaset tartışabilirlerdi. Üstelik karşıt görüşteler diye birbirlerini boğacak gibi, kavga edercesine yapmazlardı bunu. Güle eğlene memleket meseleleri ve hangi parti iktidar olsa neler değişir diye saatlerce keyifle tartışırlardı. Herhangi bir konuda anlaşamadıkları bir husus, farklı düştükleri bir hayat görüşleri varsa da bu, saygıyla karşılanırdı. Benim aile çevrem oldukça renkliydi. Sağcısı, solcusu, sosyalisti ve siyasetle hiç alakadar olmayan benim ailem bir arada keyifle yaşarlardı.

Toplumsal dayanışma diye çok farklı bir yapı vardı. Herkesin kalbindeydi bu yapı. Kendi işletmeleri olan aile dostları sık sık birbirlerinden borç alarak işlerini yürütürlerdi. Oturduğunuz sitede üniversite öğrencileri varsa o sitenin, apartmanın hanımları, özellikle ramazan aylarında sırasıyla öğrencilere yemek yapar götürürlerdi. Bir akşam yemeğinde ne olması gerekiyorsa her şey olurdu o ikramda. Öğrencilere kaç kişi oldukları sorulurdu ve kimse aç kalmasın diye fazladan yapılırdı yemekler ve tatlılar. Ailesinden uzakta olan ve özellikle de eğitim alan bu gençler hiçbir şeye kafalarını takmadan okuyabilsinler diye komşu aileler ellerinden gelenle destek olurlardı.

Bazı günler birileri çalardı kapılarımızı. Ailelerinin kötü durumda olduğunu ve yardım istediklerini söylerlerdi. Birçoğu katiyen para kabul etmezdi. Evde fazladan verebileceğiniz makarnadır, çaydır, şekerdir ve bunlar gibi gıda malzemesi varsa onlardan isterlerdi. Sizden alırken de defalarca kez sizde gerçekten fazladan olup olmadığını sorarlardı. Şimdiki gibi ticarete ve duygu sömürüsüne pek dönmemişti bu yardımlaşma işi. Akşama kadar insanların duygularını sömürerek para toplayıp, akşamları da bu paraları banka hesaplarına yatıran türden kişiler çok nadir çıkardı.

Derken hayatımız birden değişmeye başladı. Cep telefonu ve bilgisayarlar takip edilemez bir hızla hayatlarımıza girdi. Tabii ilk zamanlarda çocukların kolay kolay erişebileceği türden materyal değildi bunlar. Aile büyükleri, şimdiki genç neslin gülmekten yerlere yatacağı cep telefonlarına inanılmaz rakamlar öderlerdi. Bilgisayarlar birçok eve girdi. Şuan olduğu gibi oyunlar falan yoktu. Bir diskete birkaç tane oyun sığdırırdınız. Bilmeyen okurlar için bir disketin boyutunun ancak şimdiki bir tane şarkı boyutu kadar olduğunu söyleyelim. Böyle küçük küçük girdi hayatlara. Sonra dizilerin saatleri uzadı da uzadı. Bir saatlik diziler üç saate çıktılar. Teknoloji geliştikçe evlere gelen giden sayıları azaldı. Teknoloji ilerledikçe sokaklardaki çocukların sayıları azaldı. Ve teknoloji ilerledikçe sokaktaki çocuklar odalarına kapandı. Sokakla ve gerçekle aralarına bir ekran koydular. Eğer bu bölümü okuyan genç bir okur varsa şu an muhtemelen bana kızıyordur. Bu yılları yaşamış fakat unutmuş bazı “ilerici” okurlarda bana “gerici” olduğum için kızıyorlardır. Yine de bunlar gerçeğin ne olduğunu değiştirmemekte…

Günümüzün birçok bahanesi var. İnsanlar çok çalışıyorlarmış, hayat artık çok zormuş ve daha niceleri. İnsanlar hep çok çalışıyorlardı zaten. Bu öyküde bahsettiğim ailelerin tamamı çok çalışıyorlardı. İçlerinden birçok aile büyüğü şu an hayatta değiller. Onlar çok çalışan ama kapılarını kapatmayan insanlardılar. Aslına bakarsanız herkesin bildiği cevap bu işte; insanlar birbirinden koptular. Bir araya gelip iki çift laf edemez oldular. Siyasette farklı görüştelerse birbirlerine tahammül edemez oldular. Bir akşamlarını ayırdıkları dizilerinin başından kalkamaz oldular. Aynı apartmanda, sitede yaşayıp da birbirlerini yıllarca görmez oldular. Otuz kişilik bir apartmanın yüzde sekseni birbirini tanımaz oldular. Ellerinden düşürmedikleri telefonlarından, tabletlerinden, bilgisayarlarından kafalarını kaldıramaz oldular. Saygı nedir, hoşgörü nedir, birlik ve beraberlik nedir hatırlamaz oldular. Herkes bir şeyci olup gitti. “Biz” olmanın ne demek olduğunu unuttular. İnançlara, ırklara ve hatta memleketlere bölündüler de tek yürek olmanın nasıl bir his olduğunu hatırlayamaz oldular. Bugün dünyanın öteki ucu ile iletişim kurmalarını sağlayacak bir teknoloji varken, yan komşularının kim olduğunu bile bilmez oldular. Bütün bunlara bakmadan ise hepsine bir bahane bulur oldular. Evet, bu uğurda sarf edilen her söz koca bir bahanedir. Hiç kimse bunu kendine itiraf etmeye yanaşmıyor bir türlü. Yanaşsalar da yanaşmasalar da gerçek olan budur…

Günümüzde sürekli evrim konusu tartışılıyor. Koskoca bir ülke, kökleri binlerce yıl öncesine dayanan bu büyük millet on beş-yirmi sene içinde inanılması güç bir kültür evrimi geçirdi de kimse farkında değil. Ya da herkes farkında ve diğer şeyler gibi bunlarda bilinmiyormuş gibi davranılıyor. Bu öyküde katiyen “geçmiş pek güzeldi de teknoloji her şeyimizi alıp götürdü!” gibisinden bir mesaj vermeye çalışmıyorum. Eğer okur böyle düşünecek olursa işin özünü kaçırmış demektir. Geçmiş geçmişte güzeldi, bugün ise biz istersek çok güzel olabilir. Yine de aklında soru işareti olan okur var ise tarihsel bir örnekleme yapayım:

Türkler Asya’dayken neden hiçbir zaman Çin’i ele geçirememiştir, biliyor musunuz? Asimilasyon yüzünden! Türkler müthiş savaşçı millet olmalarına rağmen, Çin’i her saldırıda mağlup etmelerine rağmen asla Çinliler üzerinde egemenlik kuramamışlardır. Bunun nedeni ise üst kültürün alt kültürü ezmesidir. Çin’i savaşta yenen Türkler, o bölgede yaşamaya başladıkları zaman, bir müddet sonra Çin’in o büyük nüfusunun etkisiyle asimile olmaya başlamışlardır. Bu durum Büyük Hun İmparatoru Metehan zamanına kadar böyle olmuştur. Bu durumu fark eden Mete ise “Çin’i alma, vergiye bağla” politikasını geliştirmiştir. Mete öncülüğündeki Hun güçleri Çin’e saldırıyorlar, yeniyorlar, ganimetleri topluyorlar ve geri kendi bölgelerine dönüyorlardı. Aradan biraz zaman geçiyordu ve yine aynısı oluyordu. Türklere Çinlilerin tarihi yazıtlarında barbar demelerinin nedeni budur. Çünkü Mete’nin ne yapmaya çalıştığını hiçbir zaman anlayamamışlardır. Zannetmişlerdir ki dertleri öylesine savaş yapmak ve sonra çekip gitmek! Aslında Mete çok zeki bir strateji ile hem halkına kaynak sağlamış, hem de halkını üst kültür asimilasyonundan korumuştur…

Bu tarihsel örneği vermemin nedeni günümüzde aynısının farklı yöntemle yaşanıyor olmasıdır. Toplumumuzun kültürü “popüler kültür” denen zırvalığın altında asimile olmaya başladı. Hem de inkâr edilemez bir ölçüde gerçekleşti bu asimilasyon. Popüler kültür denilen kavramı “kültür” olarak tanımlamak dahi büyük bir yanlışlıktır. Bir durumu kültür olarak niteleyebilmek için sanatsal, toplumsal, düşünsel bir altyapısı olması gerekir. Bugün “kültür” olarak kabul gören dogma, ertesi gün unutularak yerine derhal başka bir dogma uydurulamaz. Eğer uyduruluyorsa da bunun adına katiyen “kültür” denilemez…

 
Toplam blog
: 3
: 241
Kayıt tarihi
: 23.11.15
 
 

Deli düşlerin ışığında gezinen bir yazar. Bazılarını yaşar, bazılar yazar. İzmir ..