Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ocak '07

 
Kategori
Eğitim
 

Pülümür yolunda Zağge ıssızdıve kayalar ağlıyordu

Pülümür yolunda Zağge ıssızdıve kayalar ağlıyordu
 

Pülümür, yüksek rakımlı bir ilçeydi. Erzincan’a gitmek, Tunceli’ye gelmekten daha kolay ve güvenlikliydi o yıllarda, belki de her zaman. O nedenle Pülümür’ün ticari ilişkileri daha çok Erzincan ileydi. Öğretmenler ve idareciler ihtiyaçları için Tunceli’ye gelemiyorlar, Erzincan’a gidiyorlardı. Biz işleri telefonla yürütüyorduk. İlçe milli eğitim müdürü Pülümürlü ve vekildi. Pülümür Yibo inşaatı ile ilgili problemler sürekli gündemimizi teşkil ediyordu. Kırmızıköprü Yibo’nun durumu anlatıldığına göre hiç de iç açıcı değildi.

Durumu yerinde görmek için hava koşullarının iyi olduğu bir sabah yola çıktık. Şehir çıkışındaki güvenlik noktasını geçtik. Pülümür Çayı eriyen karların etkisiyle coşmuştu. Yollar delik deşik olmuştu. Şoför çukurlardan kaçarak ilerlemeye çalışıyordu.

Ben dağlara, ağaçlara, köylere, özellikle de okullara bakıyordum. Daha on kilometre ilerlemeden yakılmış üç tane köy okulu saydım. Bu okulların sağlamca kalan lojmanlarına köylerini terk eden bir kısım insanların yerleştiği görülüyordu.

Marçik’e ulaştığımız zaman karşımızda heybetli bir dağ duruyordu.

“Bu dağ Zel Dağı” dedi Şube müdürüm. Zel Dağı’ının efsanesini anlattı. Pülümür Çayı sağımızda akıyordu. Yamaçlarda gözüken toprak bakır renginde, kırmızımsıydı. Tepelerin üstündeki kayalar birer heykeli andırıyorlardı. Yamaçlarda eriyen kar suları şelaleler oluşturarak vadiye doğru koşuyorlardı. Yol kenarında uzanan çalılıklar insana ürküntü veriyordu. Hangi çalının dibinden ne çıkacağını bilememenin kaygısı içinde ilerliyorduk. Kutudere’ye varmadan önce ilk çığ tünelimizden geçtik. Yol kenarındaki tesislerde yıllar sonra yeniden faaliyete geçmek için hazırlıklar yapılıyordu. Biraz sonra Nazimiye yol ayrımına ulaştık. Yol ayrımında askerler güvenlik kontrolü yapıyorlardı. Bir çok asker farklı noktada kum torbalarının arkasında mevzilenmişti. Aracın hangi kuruma ait olduğunu sorup devam etmemize izin verdiler. Vadi giderek daralıyordu. Yamaçlarda dik kayalıklar ve orman örtüsü vardı. Dağlardan kopup gelen çığlar, çığ tünellerinin sağında ve solunda tonlarca kar yığını oluşturmuşlardı. Peşe peşe çığ tünelleri dizilmişti. Vadide yakılmış okullar gözüme çarpmaya devam ediyordu. Ama etrafta gözüken köy yoktu: Yanımdaki arkadaşa:

“Bu okullara öğrenciler nereden geliyordu? Etrafta köy göremiyorum.” dedim.

“Köy şu tepelerin arkasındadır. Öyle derli toplu da değildir. Üç ev, beş ev serpilmiştir.” dedi.

Bu okullarda görev yapan öğretmenleri düşündüm. Herhalde dağlar üstlerine üstlerine gelmiştir. Günde sadece birkaç saat bir avuç gökyüzünü seyredebilmişler, güneşi ya da ayı görebilmişler, uzun uzun Pülümür suyuna bakmışlar, belki de suyla birlikte denizlere açılmayı, buralardan uzaklaşmayı düşlemişlerdir. Eminim bahçelerinde ayılar gezmiş, kurt ulumaları uykularını bölmüş, sabahlara dek ürpererek hayallere dalmışlardır.

Eşkiyalar kapılarını çalmış mıdır? Teröristler “köyü terk edeceksiniz.” diye tehdit etmişler midir? Bilmiyorum. Okullar yakıldığına, onlarca öğretmen şehit edildiğine göre bunların yaşanmamış olması imkansız gibiydi. Buralarda görev yapan öğretmenler isimsiz kahramanlarımızdı gerçekten. Onları, sonsuz bir minnet duygusuyla andım.

Dalmıştım.

Şoför, sol tarafımızdaki bina kalıntılarının önünü göstererek:

“İşte dağ keçileri!” dedi.

Küçük bir dağ keçisi ailesi anlaşılan suya inmiş, tekrar ormana dönüyordu. İlk defa dağ keçisi görüyordum. Tam bir aileydiler. Yaşlılar, gençler ve yavrular vardı aralarında. Daha sonraki aylarda ve yıllarda hep aynı yerden geçerken dağ keçilerini aradı gözlerim. Bazen gerçekten de aynı yerde dağ keçilerine rastladığım oldu. Yine bir çok kez Ovacık yolunda, Munzur Vadisi’nde de karşılaştım dağ keçileriyle. Genellikle akşam üstleri karşılaştık keçilerle. Bu saaatlerde Munzur’a su içmeye inerlermiş. Öyle dedi şoför Zülfü.

Zağge dinlenme tesislerinin harabe olmuş kalıntıları vardı solumuzda. Bir zaman şehirlerarası çalışan otobüslerin durduğu yer. Çığ düştüğünde, yol kapandığında insanların sığındığı yer. Burada zorunlu konaklayan, yoğurdunun tadı damağında kalan yolcuların anlata anlata bitiremediği yer.

Şimdi ıssızdı. Dağlardan aşağı çağlayarak akan suyun türküsünü durup dinleyen kimsecikler kalmamıştı. Sadece uzaktan bakıyorlar, el sallayıp gidiyorlardı aceleyle.

Zağge’den sonra kışın gözyaşları donan, kirpikleri buzdan sarkıtlara dönüşen “Ağlayan Kayalar” vardı. Şimdi ise bahar geliyordu ve gözyaşları sicim gibi akıyordu Ağlayan Kayanın.

Bu topraklarda şahit olduklarına mı ağlıyordu? Yerini, yurdunu terk etmek zorunda kalan insanlara mı? Yakılan, yıkılan okullara mı? Şehit edilen öğretmenlere mi? İsyan türküsü söyleyen, daha neyin gerçek, neyin gerçek olmadığını anlamadan dağa çıkan, birkaç ay içinde yaşama veda eden, körpecik fakir fukara çocuklarına mı? Haftalarca ormanı mesken tutan, günlerce yürümek zorunda kalan, kurşun sıkan, kurşun sıkılan, şehit olan, yaralanan askerlere mi?

Düne takılıp kaldığımıza mı? Yumruğumuzu sıkarak, öfkeyle hareket ettiğimize mi? Sadece yıkım ve ölüm getiren, anaların yüreğini parçalayan bir savaşın yüzyıllardır sürdürülmesine mi?

Ne zaman dinecekti Ağlayan Kayanın gözyaşları? Kim dindirecekti? Herkes birbirine uzaktı. Herkes birbirine küskün, herkes birbirine kızgındı. Yumruklar sıkılmış, kılıçlar çekilmiş, kafalar karmakarışıktı. Herkes her şeyi biliyordu, gerçeği tüm yönleriyle bilmediğinden habersiz. Söylemler sürüyor, kervanlar kendi bildiğince yürüyordu şarkta.

Daha yolumuz vardı önümüzde. Ağlayan kayaları ağlar şekilde geride bıraktık. Tünellerden çıkıp, yeni tünellere girdik. Tüten bacalar, yükselen binalar çıktı karşımıza.

“Burası Kırmızıköprü Yibo.” dedi bizimkiler.

Okula uğrayacaktık. Okul çayın öbür tarafındaydı. Köprünün başında askerler nöbet tutuyorlardı.

“Nereye?” diye sordular.

Şoför, kim olduğumu söyledi. Köprüden geçip okula vardık. Binalar askerlerle birlikte kullanılıyordu. Ortak kullanımdan dolayı bir takım sorunlar doğuyor, şikayetler bize kadar ulaşıyordu. Okulun durumu hiç de iç açıcı değildi. Fiziki olarak binalar yıpranmış, mekanlar yetersizdi. Öğrenci sayısı 180 civarındaydı.

Tespitlerimizi yaptıktan sonra yeniden yola koyulduk. Pülümür Yibo inşaatını merak ediyordum. Vadi biraz genişlemeye başladı Pülümür’e doğru. Ve uzaklarda Yibo inşaatımız gözüktü. Tam bir kampus görüntüsü vardı uzaktan.

Pülümür Yibo 1967 yılındaki depremde yıkılmıştı. Aynı yere yeni bir yibo inşaatı başlamış, inşaat halindeyken 1992 depreminden etkilenmişti. 1994 yıllarında yeni bir depreme maruz kalmıştı. 1999 yılına kadar üç müteahhit değişikliği olmuş ama henüz inşaat tamamlanamamıştı. Herkesin kafasında bu binanın çürük olduğu, yeni bir depremde yerle bir olacağı düşüncesi vardı. O nedenle milli eğitim müdürlüğü bu binanın fay hattı üzerinde bulunup bulunmadığı, binanın sağlamlığına ilişkin teknik bir rapor talebinde bulunmuştu. İstem doğrultusunda Tunceli dışından teknik bir ekip gelmiş, “bina sağlam, fay hattının üzerinde değil.” raporu vermiş, müteahhit işine devam etmişti. Bina tamamlanmak üzereydi. Tam 80 daire lojman yapılmıştı. Okul 1000 öğrenci kapasiteliydi. Yemekhanesi ve kapalı spor salonu son derece modern gözüküyordu.

İnşaatı dolaştıktan sonra ilçeye çıktık. İlçe merkezi küçük bir yerdi ve nüfusu 2000 bile yoktu. İlçe milli eğitim müdürlüğünü ve kaymakam beyi ziyaret ettik. İlçenin eğitim sorunlarına ilişkin değerlendirmelerde bulunduk. Öğretmenevi için onarımını yaptığımız binada işler tamamlanmak üzereydi.

Vakit geç olmadan Tunceli’ye dönmek zorundaydık. Pülümür’e yeni yolculuklarımız, bizzat yaşadıklarımız, yaşanmışlıklara tanıklığımız olacaktı.

 
Toplam blog
: 114
: 860
Kayıt tarihi
: 29.12.06
 
 

Osmaniye Düziçi doğumluyum. Sınıf öğretmenliği, ilköğretim müfettişliği, il milli eğitim müdürlüğ..