Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Şubat '12

 
Kategori
Siyaset
 

Resmi ideoloji ve İslam

Resmi ideoloji ve İslam
 

İslam Uğruna


“İdeoloji, bir anlam kümesi olarak toplumun stratejik fonksiyonlarının birinin başköşesini tutmaktadır. İdeolojileri bu açıdan ele aldığımız zaman onları, insanlara istikamet vermeğe yarayan birer ”harita” olarak görürüz. (1)İdeolojiler, başlangıçta -dini referanslar ve ondan kaynaklanan gelenekler- kitleler üzerindeki nefes aldıkları atmosfer gibiydi çoğunlukla. Daha sonra dinlerin evren tablosunun dışına çıkan düşünürlerin fikirleri, toplumsal arenada boy göstererek çeşitli kırılmalara yol açtı.  

Aydınlanma düşüncesi, en geniş anlamıyla bireyin kendi aklıyla hareket etmesidir. Kutsal otoritenin sorgulanması, şüphe eden ve akıl süzgecinden geçirerek bilgiye ulaşmayı amaçlayan düşünceleri birbiri ardına ortaya çıkardı. Büyük düşünürlerin felsefi sistemleri insanın tüm meraklarının cevaplarını arayıp durdu. Fakat dinsel tutuculuğun baskısından kurtulmak, soruların cevaplarının zorluğuna ve çözümsüzlüğüne çare olamadı. Yalnızca düşünmenin önündeki engellerin kaldırılması batıda büyük bir bilimsel gelişmenin temellerini atmış oldu. Din, toplum nezdinde insanların dünyayı anlama ve geleceğini belirlemede başat rol oynayamaz hale geldi.  Bilimin ve felsefenin cevap veremediği alanlarda otoritesini güç kaybederek devam ettirdi.  Bu otorite dünyevi alandan büyük ölçüde gökler âlemine ilişkin bir yere çekildi. Batıda zaten hiçbir zaman tartışmasız otorite olamayan din, giderek kültürel bir norma büründü ve yumuşak ideoloji olarak toplumsal varlığını sürdürdü. Yani siyasal düzeni yönetme iddiası toplum nezdinde ilgi görmeyen bir biçim kazandı.

İktidar yüzü göremeyen İsa’nın dünyevi kanunları da olamadı. Başından beri Kilise- Kral, Derebeyi-Kral, Senyör-Burjuva, Kilise-Roma Hukuku, Kilise-Örf hukuku ve Şehir-Senyör, Senyör-Köylü v.b çatışmaları çok sesli bir toplumun çelişkileri olarak devam etti. Yani dinsel otorite İslam toplumlarında olduğu gibi toplumsal şekillenmeyi tek başına güçlü bir şekilde hiçbir zaman yönlendiremedi. Bu toplumsal, siyasal, ekonomik çelişkiler ilerde monarşilerin yıkılmasının ya da etkisizleşmesinin de sebeplerindendir. Avrupa’da 11. YY da meclislerin ve belediyelerin oluşmaya başlaması giderek farklı çelişkilerden farklı düşüncelerin doğmasına yol açtı. Dünyevi iktidarlar ayakta kalabilmek için kitleleri yönlendiren ideoloji dediğimiz tahakküm aracını kullana geldiler, bu arada yönetilenler bir kurtuluş aracı olarak da ideolojilerin etki alanında kaldılar ve kalmaktadırlar. Demokratik toplumlarda yukardan aşağıya ve çevreden merkeze çeşitli ideolojilerin etkileme alanı uzlaşma ve çatışmayı bir arada yaşadı.

İslam ise başından itibaren dünyevi-ilahi ayrımı yapmadan, daha doğrusu “Allahın dolaysız idaresi, milletinin üzerine gözlerini diken ilahın hükümranlığıdır ilkesiyle hareket etti. Diğer toplumlarda civita, polis, devlet olarak bilinen birlik ve düzen ilkesi İslamda Allah tarafından temsil edildi. Allah ortak yarar uğruna çalışan en üst kuvvetin adı oldu. Böylece kamu hazinesi Allahın Hazinesi, ordu Allahın Ordusu hatta kamu görevlileri bile Allahın memurlarıydı.” (2) Yani ilahi bir merkezden yönetilen tekçi toplum yapısı gücünü ve tartışılamazlığını ilahi olandan aldı. Toplumsal katmanlara, Tanrının adına idare eden devletin hükümdarı karşısında söz hakkı düşmez ve farklılıklara yer yoktur.“Batıda Feodal beylere ve en son serbest şehirlere, belediyelerde örgütlenen birimler kendi kanunlarını çıkarmak, Pazar mekanizmasına devleti müdahale ettirmemek gibi ayrıcalıklara sahiptir. Şehir, Doğuda,(Müslümanlıkla) Batı’da olduğu gibi müstakil bir siyasi güce sahip, kendi kanunlarını çıkaran ve özel mahkemeleri olan bir birim değildir.”(3)

Peki, İslam toplumlarında bu durum nasıl çözülüyor?

Dünyevi sorunları çözen mahkemeler, İlahi yasaların emirleri ışığındaki İslam Fıkhı ile belirlenmiş. Yasalar kutsal kitap ya da peygamberin sünnetinden alınarak icra edilmiştir. İsa’nın yasalar dikte eden bir kitabı olmadığı için, kilise yasaları Monarklar tarafından zaman zaman dikkate alınmamış ve bu otorite yokluğu sürekli olarak yeni ayrılıklar doğurmuştur. Sonunda da kiliseye karşı yeni mezhepler çıkmış dinsel çok parçalılık kural haline dönüşmüştür. İslam dünyasında ise din tarafından dünyevi ilişkilerin yönlendirilmesi, bir ideolojik belirlenim olarak toplumu şekillendirmiş ve en ince kılcal damarlarına kadar topluma hâkim olmuştur. Toplumsal yaşantı bir dinsel yaşantı olarak algılanmış. Tanrının emrettiği yaşantı biçimine göre yaşamak ve bu yaşantıyı çevresindeki tüm inananlara dayatmak her Müslüman’ın görevi olarak algılanmıştır. Öncelikle kendinden olmayana dini tebliğ etmek, sonra da gaza ile din uğruna savaşmak günümüzde de etkilerini gösteren sert bir ideoloji olarak önemini korumaktadır. Tek tek Müslümanların küfür içinde olanlara yönelik toplu ve bireysel katliamlardan çekinmemeleri –Linç İdeolojisi ya da “ağır tahrik” üzerine ayaklanan kitleler- nasıl açıklanabilir ki?

İslam tarihi dünyevi iktidar uğruna içsel hesaplaşmalar tarihidir. Peygamber sonrası iktidar mücadeleleri, kanlı kavgalar ve mezhep ayrılıklarıyla sonuçlanmış ki bu da dini, öte dünyadan çok bu dünyadaki iktidar mücadelelerinin ideolojisi olarak algılamamıza neden olmaktadır.

Osmanlı, koyu bir İslami taassup ile idare edilmiş ve en küçük muhalefet kanla susturulmuş, yenilik hareketlerini başlatan sultanlar dahi islam adına yola çıkan isyancılar tarafından katledilmiştir. Nizam koyanlar İslam adına idare etmiş, ayaklananlar İslam adına ayaklanmıştır. Toplum islam adına tüm geleneksel tortuları kıskançlıkla muhafaza etmiş kan dökecekse bu uğurda kan dökmüştür.  İslami ideoloji, toplumun ileri götürülmesi için yapılacak en basit yeniliklere bile karşı çıkan bir linç ideolojisine dönüşmüştür. Bu gün de tüm islam toplumlarında geniş kitlelerin din adına her türlü yeniliğe karşı çıkışı ve kendi gibi olmayana tahammülsüzlüğü incelenmesi gereken bir durumdur. Arap baharından sonra, giden diktatörlerin yerine, devrimle gelen ve geniş kitlelerin desteğini alan İslami Halk Cumhuriyetlerinin oluşacağından şüphe etmemiz için bir neden göremiyoruz.

Günümüz Müslüman tarih yazıcıları, hala eski gaza-talan savaşlarının ekonomik değil, dini bir zorunluluk olduğunu savunuyorlar. Tek ve ilahi doğru olan: Allahın kulları için uygun gördüğü dinin hâkimiyeti uğruna cihat ideolojisi, bir inanç ve kulluk görevi olarak yerli yerinde durmaktadır. İyi bir müslümanın nasıl yaşayacağı en ince ayrıntılarına kadar kutsal metinlerde anlatılmış, insana Tanrısına kulluk yapma dışında bir görev kalmamıştır. Din, öte dünyanın hazırlanması için yapılan ibadetler kadar, yaşarken yapacağımız işlerin de kılavuzluğunu yapmaktadır. Bu anlamıyla İslam toplumlarında bütün tahakküm biçimleri de dine uydurularak meşruiyet kazanmıştır ve kazanmaktadır. Yani İslam toplumlarında en güçlü ve toplumu yöneten ideoloji dindir. Bir resmi ideolojiden söz edilecekse öncelikle dinden söz edilmelidir.

Cumhuriyetle, islamdan Jakoben bir kopuş gerçekleştiren Türkiye, 1920-1940 arası aydınlanma ilkelerini –Tanzimatla başlayan yenilikçi hareketin doğal sonucu olarak-M.Kemal ile halka rağmen- ki bu İslami ideolojiye rağmen diye de okunabilir- gerçekleştirmiş. Deyim yerinde ise 1789 devrimini yukardan aşağıya başlatmış, fakat 1830-1848-1871 süreçlerine ulaşamadan geleneksel yapıyla batılı değerler bir arada yaşamaya başlamıştır. Çok partili düzende seçilebilme umuduyla İslami ideolojiye, özellikle de çoğunluğun inancı olan Sünni Müslümanlığa sarılmak bir iktidar refleksine dönüşmüştür. Kurucu elitler, seçimle iktidara gelemeyeceğini anlayınca da seçilmiş iktidarları kontrol altında tutan mekanizmaları oluşturan yöntemlerle bir ordu tahakkümüne yönelen rejim, kendi baskıcı ideolojisini topluma zorla dayatmış bu sayede eski dini ideoloji toplumda tüm tortularıyla yaşarken halkın umudu haline dönüşmüştür. Aydınlanma ve sanayi devrimlerini kendi iç dinamiğiyle gerçekleştiremeyen ülkemiz, tekrar İslami ideolojiyi kullanan elitlerin güçlü halk desteğiyle toplumsal iktidarına doğru evrilmiştir. Özgürlükçü Kürt Hareketinin bir tepkisi olarak varlığını pekiştiren Faşizm eğilimleri, İslami ideolojiyi de arkasına alıp güçlü bir nefret söylemiyle kitlesel dayanaklarını güçlendirmeye devam ederken çoğunluk destekli totaliter bir yönetimin kapısı aralanmıştır.

Liberal demokratların İslami düzenle demokrasi beklentileri doğrultusundaki aldanışları bu tekçi ideolojinin dönülmez noktalardaki meşruiyetine büyük bir katkı vermektedir. Günümüzde Cumhuriyetin kuruluş ideolojisini, zorunlu bir diktatörlüğün tezahürü olarak anlamaktan yoksun, liberal yorumcular, dini ideolojinin egemen olduğu bir toplumda yenilik hareketlerinin ve devrimlerin neden halka sorulmadığı gibi saçma bir metodoloji kullanarak geçmiş sorgulamasını yanlış temellerden sürdürmektedirler. Oysa halka sorularak yapılan bir devrimi tarih henüz yazmamıştır. Devrimleri halk başlatır, ama devrimciler halka rağmen onu dönüştürür ve yeni bir toplum inşa eder.

Günümüzde resmi ideoloji sorgulanacaksa gelmiş geçmiş tüm tahakküm biçimlerinin çimentosu olan büyük ideoloji İslamın sorgulanması ile işe başlamayan çabaların iyi niyetinden kuşku duymalıyız. Neden mi?

Müslüman coğrafyasına şöyle bir bakmak sorumuza yeterli cevabı vermektedir.

” Gözleri vardır ama görmezler.”(4)                             

1-2-3, DİN VE İDEOLOJİ- Şerif Mardin                          

4, KURAN 

 
Toplam blog
: 29
: 1638
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1958 Erzurum doğumluyum. İ.Ü.Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü mezunuyum. İstanbul'da yaşıyorum. ..