Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ağustos '07

 
Kategori
İnançlar
 

Ruh sağlığı din ilişkisi üzerine düşünceler

Dinin özsel ve işlevsel açıdan tanımlanması problemi bir yana, semitik/ibrahimi gelenek içerisinde yer alan tüm dinlerin ilahî ve beşerî olmak üzere iki temel boyutu vardır. İlahî açıdan, Allah tarafından bildirilen kurallar bütünü şeklinde tezahür eden dinlerin muhatabı ‘insan’ olduğu için, her din de mukaddes olarak kabul edilen değerlerle insanın duygusal ve düşünsel açıdan buluşması söz konusu olmaktadır. İnsan ilahî olanla buluştuğu andan itibaren Otto’nun “hem hayranlık uyandırıcı, hem de korkutucu sır”, olarak kavramlaştırdığı çift kutuplu kutsal duygulara, düşüncelere, arzulara, isteklere, sosyal ilişkilere, kısaca gündelik hayata nüfuz etmeye başlar. İşte bu noktada dinin birey ve toplum üzerindeki etkileri ortaya çıkmaya başlar.

Dinin birey üzerindeki etkisi, öncelikle onun iç ve dış dünyasını anlamlandırmasıyla ilişkilidir. İç dünyasının anlamlandırılması ise temelde dinin, bireyin çözmekte zorluk çektiği, kolayca cevaplandıramadığı sorulara sosyo-kültürel kalıplar içerisinde oldukça ikna edici açıklamalar getirmesiyle ilişkilidir.

Niçin yaratılmıştır insan? Sebebi nedir varoluşun? Neyin nesidir bu dünya, hatta bu evren? Hayatın bir anlamı var mıdır, bunca kötülüklerin, belaların ve musibetlerin yağmur gibi yağdığı adı güzel, kendi fani alemde? Bir de soracak olursak kendimize, niçin böyle bir dünyada böyle bir hayatı yaşıyoruz diye? Ve ölüm bir son mudur, yoksa bir başlangıcı mıdır, bir başka hayata? Gerçekten âlemin özü müdür insan?

Aslında bu türden soruları daha da artırmak mümkündür. Genellikle bilimsel gelişmelerin cevap vermekte çoğu kez aciz kaldığı, belki de bu sebeple çoğu kere görmezden gelinen bu sorulara dinin getirdiği açıklamalar, inanan insanlara bir kavrayış, bir anlayış, bir mana, başka bir deyişle ‘kognitif bir şema’ sunmaktadır.

Bugün gerek hümanistik-ekzistansiyalist anlayışın gerekse bunlarla yakından ilişkili olan logoterapik yaklaşımın üzerinde en çok durduğu konulardan birisi, insanın hem varlığına hem de gündelik hayatına anlam vermeye çalışan bir varlık olduğu meselesidir. Eğer insan, varlığına bir anlam bulabilirse zihinsel ve duygusal açıdan dengesini sağlayabileceği gibi, kendisiyle, fiziksel ve sosyal çevresiyle, nihayet yaratıcısıyla barışık, ahlâklı, onurlu, dürüst ve merhametli bir birey haline gelebilir. İnsanın anlam arayışı üzerinde yapılan çalışmalarda ortaya koymaktadır ki, umut, iyimserlik, sevgi, ilgi, amaç, sorumluluk, vicdan, fedakarlık ve diğerkâmlık gibi hayatın anlam kazanmasında rol oynayan psiko-sosyal faktörlerle din arasında olumlu bir ilişki tespit edilmektedir.

Viktor Frankl ve Abraham Maslow başta olmak üzere çok sayıda psikolog; anlam arayışı içerisinde olan insanın nihaî arzusunun kendisini gerçekleştirmek olduğunu söylemektedir. Filozof Sokrates, "kendini tanı" derken, insanın kendisini tanımasının “kendisini gerçekleştirebilmesi” için vazgeçilmez bir değere sahip olduğunu daha ilk çağlarda dile getiriyordu. "Kendini bilen Rabbini bilir" hadis-i şerifinde ise insanın gerek anlam arayışının, gerekse kendisini gerçekleştirmesinin Allah'ı tanımaya ve O'na inanmaya sevk ettiği vurgulanmaktadır. Bu anlamda anlam arayışı kişinin kendi özüne ulaşma çabası olarak da kabul edilebilir. Çünkü kendi özüne ulaşmaya çalışan insanın bir yandan manevî hayatı da zenginleşmekte bir yandan da o, yaşantısını kendi dar sınırları ve kalıpları içerisinde görmekten kurtulmaktadır. Böylece hayatla daha geniş boyutlarıyla “temas kurma” ya da “ilişkiye geçme” denilen süreç devreye girer. Bu sebeple kişi dinî ve ahlakî yaşantısını da içine alan manevî hayatında zenginleştikçe var oluşuna ve yaşantısına daha kolay bir anlam bulabilmektedir. Buna göre insanın “anlam arayışı” aslında bir “kimlik, benlik ve nihayet kişilik arayışı ” olarak değerlendirilebilir. Çünkü sağlıklı bir kişilik yapısının gelişmesi yaşamın gerçek amacıdır.

İşte bu noktada dinin insanın hayatına vazgeçilmez bir anlam verdiği görülmektedir. Zira insan günlük hayatı içerisinde pek çok geçici anlam peşinde koşabilir. Zenginlik, makam, şöhret, kariyer ve bunlara benzer pek çok şey elde edilene kadar çok değerlidir. Bu sebeple kişi bunlara ulaştıktan sonra yeni arayışlar içerisine girebilir. Dünyevî arzular ve hedefler çerçevesinde sürekli yeni anlamlar peşinde koşulur, fakat bunlar geçici bir doyum ve mutluluk verdiği için insanın içindeki o bir türlü doldurulamaz olan anlamsal boşluk içten içe ama sürekli rahatsızlık verir. Halbuki insan, varlığı ve hayatı için asıl olan neyse onu aramaktadır. Bu sebeple dinî anlam arayışı bazen bilinçli, bazen de bilinçsiz, ama sürekli devam eder. Her şey tek bir cümlede odaklanır:

"Ben niçin varım ve niçin bu dünyada bu hayatı yaşıyorum?"

Kişi Allah'la ruhsal olarak buluştuğu andan itibaren “kalıcı” ya da “sürekli” anlamı, başka bir deyişle “asıl” anlamı yakalar. Çünkü insanlar Allah'ı tanımak ve O'na ibadet etmek için yaratılmıştır. Zariyat Sûresi, 56. âyette bu durum, "Ben insanlar ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." şeklinde ifade edilmektedir. Mülk suresi 2. âyette ise, "O hayatı ve ölümü hanginizin daha güzel fiillerde bulunabileceğini sınamak için yarattı." buyrularak insanın var oluşunun Allah'ı tanıma hususunda imtihan olunması olarak ifade edilmektedir.

Meseleyi dinin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini konu edinen çalışmalar çerçevesinde değerlendirecek olursak, özellikle son elli yıl içerisinde yapılan araştırmaların büyük bir bölümünde; samimi, dengeli ve sağlıklı bir şekilde yaşanan dindarlığın insanın zihinsel ve duygusal hayatını olumlu yönde etkilediğinin açık bir şekilde tespit edilmiş olduğunu söyleyebiliriz. “Dinin birey üzerindeki etkisi” bağlamında ele alınan bu tür araştırma geleneğinin üzerinde yoğunlaştığı hususların başında ise; dindarlıkla “dogmatizm”, “fanatizm”, “fundamentalizm”, “otoriteryanizm”, “ön yargı”, “uyuşturucu madde kullanımı”, “alkolizm”, “tamamlanmış ya da tamamlanmamış intihar”, “ölüm korkusu”, “geleceğe yönelik endişeler”, “durumluk ve sürekli kaygı”, “depresyon”, “anksiyete bozuklukları”, “yalnızlık”, “çaresizlik”, “öz saygı”, “aşağılık kompleksi”, “mutluluk ve mutsuzluk”, “iyimserlik ve kötümserlik”, “anlam arayışı”, “içsel huzur ve huzursuzluk”, “fiziksel açıdan sağlıklı ve hastalıklı olma” gibi olgular arasındaki ilişki gelmektedir. Pek çok çalışmadan elde edilen sonuçlar; dindar insanların dindar olmayanlara nispetle fiziksel, zihinsel ve duygusal açıdan daha sağlıklı oldukları gösterecek niteliktedir. Mesela; zihin sağlığı düşük oranda suçluluk ve öfke ile tanımlanırsa, dindarların dindar olmayanlara nispetle zihinsel anlamda daha sağlıklı oldukları rahatlıkla söylenebilir. Ayrıca özellikle normali ve normal olmayanı tespit etmede sosyo-kültürel yapının belirlediği standartlar ölçü olarak alınacak olursa, dinin ruh sağlığına olumlu bir katkı sağladığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Çünkü toplumsal yapıda normal ile anormalin belirlenmesinde dinî değerlerin büyük bir etkisinin olduğu unutulmamalıdır.

Toplumun ve bireylerin dini yaşayışları üzerinde çalışmalar yapan bilim adamlarının vurguladıkları hususlardan birisi de, düzenli olarak ibadet edenlerin ibadetlerini hiç yapmayanlara göre, kendilerini Allah’a yakın hissedenlerin de yakın hissetmeyenlere nispetle hayatlarından daha memnun ve daha mutlu oldukları yönündedir. Toplumsal destek bireylerin akıl sağlıklarının korunmasına ve intihar riskinin azalmasına sebep olduğu, dinin özellikle hayata bir anlam ve amaç yükleme hususunda çok güçlü bir etkide bulunduğu, dinsel tecrübenin mutluluk kaynağı olduğu, dinî inanç ve ibadetlerin kişiyi mutluluğa götürecek olan bireysel kontrol hissi ve iyimserliği artırdığı yine yapılan araştırmalarda vurgulanan hususlardandır. İnsanda güven duygusu oluşturduğu için sıkıntılı, stresli, kaygılı, mutsuz ve huzursuz kimseler bir dine inanıp bağlanınca kendilerini bir yönüyle emniyet ve güvenlik içerisinde hissedebilmektedirler. İnsanın günlük hayat içerisinde yoğun içsel sıkıntılar yaşadığı kritik dönemlerde dini duygularının daha da kuvvetlenmesi, din ile ruh sağlığı arasında olumlu ve yapıcı bir ilişki olduğu şeklinde değerlendirilebilir.

Dinsel hayat ile ruh sağlığı arasındaki etkileşim söz konusu edildiği, bu da toplumsal kurallara ve ahlakî değerlere uyum süreciyle ilişkilendirildiği zaman, genellikle dindar insanın daha itaatkâr ve toplum düzenine daha fazla uyum gösterme eğiliminde olduğu açıkça görülmektedir. Bu husus hemen hemen tüm araştırmacılar tarafından kabul edilmektedir. Aslında dinin inananlar üzerinde bu tür bir etkide bulunmasını doğal karşılamak gerekir. Zira, toplumsal yapıda ahlakî değerlerin korunmasına hizmet eden dinler, insanın sosyal uyumunu sağlamada da önemli bir işleve sahiptir. Dinin ahlakî değerlerin ve sosyal yapının korunması yönündeki talebi inananlar üzerinde önemli bir etki oluşturmakta, dolayısıyla inanan insanlar sosyal dünyalarıyla uyumlu bir yaşam sürmeye çalışmaktadırlar.

Dinin insanların ruh sağlığına olumlu katkı sağlaması temelde inananlara olumsuz bir takım hadiseleri olumlu yorumlama imkanı vermesinden kaynaklanmaktadır Bu bağlamda Allah’a inanarak ve güvenerek yaşamaya çalışanların stres ile baş etme düzeylerinin yüksek olduğu, inancın ruh ve zihin sağlığına olumlu bir tesir yaptığı bilinmektedir.

Hayata anlam verme, sebepli ya da sebepsiz korku ve kaygılardan kurtulma, ölüm korkusundan uzaklaşma, çaresizlik anında yaşanması muhtemel psikolojik yıkım ve rahatsızlıkla baş edebilme, hayata olumlu, umutlu ve iyimser bakabilme hususlarında gerek inanç, gerekse ibadetlere devamlılık önemli bir işleve sahiptir.

Ancak unutmamak gerekir ki, dinin doğru bir şekilde anlaşılması ve yaşanması ruh sağlığını iyi yönde etkilerken, sağlıksız bir din ve dindarlık, yanlış bilgilerden kaynaklanan inanç ve düşünceler ruh sağlığı üzerinde olumsuz, hatta yıkıcı bir etkide bulunabilir. Bu da din eğitiminin ve dinde samimiyetin kalitesi ile yakından ilişkilidir. Gereği kadar dinini bilen ve inançlarında samimi olanlar ibadetlerini içsel bir yaşayışla Allah’a tahsis ederler. Çünkü onlar Kur’an’da da belirtildiği gibi onlar “Allah’ın adını duyduklarında kalpleri titreyen insanlardır. Bu tür kişileri harekete geçiren temel güdü, dış sosyal dünyadan değil, kendi içsel ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır. Buna dini Allah’a has kılarak samimi bir şekilde yaşamak da denilebilir. Böyle bir dindarlık, dışsal beklentilere dayalı olmadığı, kaynağını bireyin kendi içindeki din duygusundan aldığı için, ruh sağlığı üzerinde olumlu bir tesirde bulunur. Aksi halde, inançları kendisini içten kuşatıcı bir yapı ve muhtevaya sahip olmayan kişiler ruhsal açıdan huzurlu olmayabilir. Bu sebeple genel anlamda dinin ruh sağlığını olumlu etkilediğini, fakat farklı dindarlık şekillerine göre bu durumun çeşitlilik arz edebileceğini belirtmek durumundayız. Samimi dindarlık sağlıklı bir ruhsal yapıyı beraberinde getirirken, sağlıklı bir ruhsal yapı da dinin samimi bir şekilde yaşanmasına zemin hazırlamaktadır. Patolojik dindarlık ise ruh sağlığını bozucudur. Aynı şekilde ruh sağlığında yaşanan olumsuzluklar dindarlığın patolojik bir karakter kazanmasına sebep olabilir.

Sağlıklı ve sağlıksız dindarlığı tefrik etmenin temel kriteri ise, her insanın inancında ne kadar samimi olduğu ve inancını ne kadar içsel güdülerle yaşadığı hususunda düğümlenmektedir. Sağlıklı inanca gelince bunun teslimiyet içinde sorgulayıcılık, arayış içinde kayıtsız şartsız bağlanma ile gerçekleştiğini söylemek mümkündür.

Detaylı bilgi için bakılabilir. Asım Yapıcı, Ruh Sağlığı ve Din: Psiko-Sosyal Uyum Dindarlık, Karahan Yayınları, Adana, 2007.

 
Toplam blog
: 9
: 18623
Kayıt tarihi
: 09.08.07
 
 

Kayseri-Develi doğumluyum.1989 yılında Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldum. Şu ..