Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Aralık '11

 
Kategori
Deneme
 

Sahi, hikayeyi yüreğinde saklar mısın?

Sahi, hikayeyi yüreğinde saklar mısın?
 

“Ey Kule!.. Sen, beni hiç tanımadın ama… Ben seni iyi biliyor, iyi tanıyorum… Hem senin yazdığın hem de sana yazılan hikayeleri de … Seni yürekten tanıyor ve seni ezelden seviyorum … Ne kadar mı? Senin şahit olduğun binlerce hikayeyi kimseye söyleme


Biliyordu!..
Bu dünyada, “yüreğinde paha biçilmez bir yeri olan şehir hangisi” diye sorsalar ona. Ta ezelden ve ta içinin derinliklerinden gelen kararlı bir sesle, biliyordu bu sorunun cevabını… Bir an bile duraksamadan; gözlerinin pırıltısı, yüreğinin ışıltısı ve dilinin cıvıltısı ile, “Yedi Tepe” derdi… Emin olun!
Zaten, Yedi tepe’nin “dünyanın birincisi” ya da “dünyanın bir incisi” olduğunu bilmeyen kalmış mıydı ki, şu dünyada?..
O da biliyordu, işte! Hem, birkaç kez de, o da gitmişti; sağır sultanların bile gözlerini binlerce defa açsa da, manzaranın muhteşemliğine dayanamayacağı bu şehre…
Ama sayılıydı gidişleri, bu şehre. İnci'nin toprağına ayağını değişleri ya bir akraba ziyaretiydi( hani, şu bir şehrin bir semtindeki bir evinde birkaç güne sıkışan akraba ziyaretlerinden)… Ya da öğrenci veya öğretmen arkadaşlarıyla yapılan bir okul gezisi ölçüsünce sığabilmişti şehre.  Ama ne sığış? Ben diyeyim sekiz, siz deyin on saat.
Akraba ziyaretlerinde bir iki gün, bilemedin bir hafta kalırdı: Uğradığı semtlerse ne kadar da azdı, öyle; Göztepe, Erenköy. O upuzun Bağdat Caddesinin bir kısmına ayağının değdiğini de düşündü.Ve caddenin tam uzunluğunu bilemediğini hatırlayınca, hüzünlendi! Ümraniye’ye, Çekmeköy’e de uğramıştı bir iki kez. Ya da, ona bir kez görülen birer hayal miydi, bu uğrayışlar? Olsun! Ya arkadaş ve akraba gezileri olmasaydı da, ya hiç gelemeseydi, Dünyanın İncisi'ne? Ürperdi…  Bir sis perdesi içinde de olsa, yine de,  bu şehre gözünün, kulağının ve ayağının değdiğine şükretti, yeniden… Hemencecik, sevindi…
Biliyordu; muazzam bir şehirdi, dünyanın birincisi… Hele Boğaz… Boğazdaki  kasırlar, yalılar?.. Yeşil orman, gökyüzü, martılar ve deniz... Ya denizin ortasında endam eden Kız Kulesi’ne ne demeli?.. Belki de, o sessiz, sakin ama yıllara meydan okuyan cesareti ile heybetli, ihtişamlı, hülyalı duruşu; bir incir ağacının gölgesinden sükut içinde izlemeliydi… Evet, bu asil manzarayı mutlaka, ömürde bir kez, ağacın altında izlemeli! Ayaklar denize, eller Kule’ye uzanmışken… Yüreklerse, yakamozlara şahit!..
Kız Kulesi için, asırlardır o kadar çok söylendi ki! Onun, O Kız Kulesi’nin, söyleyeceği  daha ne kaldı, daha ne var ki acaba? Bir kez olsun, o vakur Kule’yi dinleyen cesur yürek, hiç oldu mu ki? Ya da, incir ağacının gölgesinde, yürek atışının gümbürtüsünü bile cesaretinin sesi ile susturan ve oturduğu yerden, endamlı Kule’yi öylece seyre dalan olur mu ki? Var mı ki? Yaratıldı mı ki? İşte, o da bunları düşündü; tam da  şu ân… Neyi nasıl diyeceğini bulamadı, bilemedi… Yine de, diyecekleri vardı Kule'ye ve onu saran denize; hissetti.  Tek yürek atışı dahi olsa, bir anlık cesaretle ve gönülden kopan sesle  “Söylemeliyim beni anlayacak şu Kule’ye, bir kez de olsa…” diye düşündü, içinden… “Fakat, söyleyeceğim şey için, İncir ağacının gölgesine oturabileceğim ân’ı kollamalıyım. Duyuyorum!...” dedi ve sustu; yürekten gelecek o ân’a dek…Belki o ân gelince; martılar, dalgalar ve yakamozlar edeple susardı...
Bir okul gezisinde vapurla bir baştan bir başa Boğaz’ı turlamışlardı. Onunla beraber yolculuk yaptıklarını sananlar, kalabalık içinde olduklarına inansalar da; o Kız Kulesi kadar yalnız ve içten; güçlü ve sevecen olduğunu duyumsadı, turda…Boğaz gezisinde dilinden düşmeyen nağmeleri mırıldanıverdi bir ânda:

" Hâlâ beni düşünür ve hâlâ ağlar mısın?

 Âşiyan yollarından ses versem, duyar mısın?..." 

O gezinin belki de en muhteşem hali: Tüm Yedi Tepeyi, “O İstanbul Şehri’ni”, ilk defa bir baştan bir başa ve “bir başına” o gezide görmüştü. Kız Kulesi’yle göz göze geldiğinde; sanki, İncir Ağacı da görünmüştü gözüne…Hayır, sanki değil, emindi… Hayalden öteydi; ağaç ve Kule.Emindi! Ve, hâlâ emin…
Keşke, bu gezi bir okul gezisi olmasaydı. Şimdi şu ân; sevdiği ile Boğaz’ı geziyor olsaydı, şu vapurda… Ne bileyim? Vapurdan inince, Eminönü’de balık ekmek yeselerdi birlikte, mesela… İncir ağacının müşfik gölgesi altında otursalardı yan yana. Kız Kulesi’ne el sallasalardı; yürekten ve korkusuzca… O, Kız Kulesi’nin sevgi için asırlardır ağlayan gözyaşlarına dokunsaydı eliyle… Ya da, Kule’nin etrafındaki yakamozları toplasalardı beraberce… Ağacın serinliği, Kule’nin sıcaklığı birleşseydi, aynı ufukta…  Boğaz’ın dalgaları, onların neşesine en içli melodiyi sunsalardı yanık ve asil sesleriyle…
Birden yerinden kalkıp Kule’ye doğru koşsaydı, çıplak ayaklarıyla… Kule ne kadar sessiz ve umarsız dursa da yerinde, tüm inadıyla; O yine de elini uzatsaydı Kız Kulesi’ne…
Ve deseydi ki:

“Ey Kule!.. Sen, beni hiç tanımadın ama… Ben seni iyi biliyor, iyi tanıyorum… Hem senin yazdığın hem de sana yazılan hikayeleri de … Seni  yürekten görüyor ve seni ezelden seviyorum … Ne kadar mı? Senin şahit olduğun binlerce hikayeyi kimseye söylemeyecek kadar…  Biliyorum! Sen de bizim hikayemizi kimselere söylemedin, söylemezsin…”

Sahi, Kız Kulesi!  Bu hikayeyi de yüreğinde saklar mısın?.. Ve  bu şehirde, vakar ve cesaretle benim de elimi tutar mısın, sonsuza dek?...

Sen de, bil ki!..
Bu şehri ve seni, işte bundan çok seviyorum…  

 Yegâh Elif Mirzâde

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..