Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Aralık '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Şeb-i Arus ve aynadaki aksimiz

Şeb-i Arus ve aynadaki aksimiz
 

Bugün 17 Aralık. Büyük Türk düşünürü, insan dostu, sevgi yumağı, tasavvuf adamı, bilgin ve şair Mevlânâ' nın ölüm yıldönümü. Her yıl olduğu gibi bu yıl da o, Konya'da şeb-i arus töreniyle anılacak.

Mevlânâ, şöhreti sınırlarımızın ötesine taşmış üç beş insanımızdan biridir. Bütün dünya onu insanlığa kucak açmış dostluk ve barış timsali bir kişi olarak tanıyor. O yüzden ona saygı duyuyor, seviyor, benimsiyor.

Çağımıza damgasını vuran materyalist güçlerin aksine, ya da onlara rağmen, herkes bir huzur arayışı içerisinde. Bütün huzursuzluğun kaynağı bizzat insanın kendisi olduğu halde, o sürekli bu huzursuzluğun dışında sığınacak bir liman arıyor.

Tıpkı fırtınaya tutulmuş bir gemi gibi. Aradaki fark, fırtınanın çıkmasında geminin hiçbir tesiri ve dolayısıyla hiçbir suçu yokken, insan, içine sürüklendiği girdabın hem sebebi, hem sorumlusu.

Yaratılış gayemize ve özelliğimize uygun şekilde, sevgi ve saygı denizinde yüzerek sakin limanlara ulaşmamız çok kolay olduğu halde, nedense biz hep zoru seçip önce kendi yarattığımız fırtınalarla boğuşmayı tercih ediyoruz. Çoğumuz bu fırtınaların içinde kaybolup gidiyor. Kurtulanlar da epeyce hasar görmüş oluyorlar.

İnsan olmak hem kolay, hem zor. Mevlânâ bu zoru başarabilmiş ender insanlardan biri. Onun için her yıl artan bir coşkuyla anılıyor, felsefesi elden ele, dilden dile, gönülden gönüle yayılıyor.

Kendiliğinden doğal olarak gelişen sevgiler, hem amacına uygunluk anlamında samimi bir özellik taşırlar, hem de amaca ulaşmada etkin olurlar. Organize olaylar, nedense zamanla bunu kullanabilecek kişilerin elinde farklı yönlere çekilebiliyorlar.

Mevlânâ'yı anlayarak, onun ateşini yüreğinde hissederek, vardığı sonucu özümseyerek, ona ve onun felsefesine bağlılık göstermek, insan olmanın hazzını yaşamak, bu manada herkese kucak açıp hiçbir ayırım gözetmeden herkese eşit davranmak, sevgi ve saygıda kusur etmemek, bir insan onurunun ulaşabileceği doruk noktalardan biri.

Yoksa, birilerinin "hadi Mevlânâ'yı sevelim, analım" demesiyle gönüllerdeki meşalenin yanması ve insana yol göstermesi mümkün değil.

Acaba 17 Aralık "şeb-i arus = düğün gecesi" töreninin gerçek anlamını kaçımız yüreğimizde hissedebiliyoruz?

Mevlânâ, ölümü Tanrıya kavuşmak, vuslat olarak nitelediği için bu şekilde anılıyor. Oysa ölüm bizim için buz gibi soğuk bir kavram. Mümkün olduğunca onu aklımızdan çıkarmaya, imkânı varsa hiç hatırlamamaya çalışıyoruz. Hiç ölmeyecekmiş gibi davranmamızı, etrafa hep zarar vermemizi, insanlara sevgisiz ve saygısız bir şekilde yaklaşmamazı, başka türlü nasıl izah edebiliriz?

Hayatını böyle bir karmaşa içinde geçirenlerin, bu akşam Konya'daki törende sema izlemesinin sizce ne gibi bir anlamı olabilir?

Fizik olarak nasıl biri olduğumuzu anlamak için aynaya bakmak zorundayız. Aynadaki görüntünüze yabancı olduğunuzu hissettiğiniz oldu mu hiç? Bu bana benzemeyen insan kim diye sorduğunuz oldu mu? Veya zaman zaman kendinize ne kadar benzediğinizi sorguladınız mı?

Ses kayıt cihazınızda sesinizi, videoda görüntünüzü ilk gördüğünüz zamanı düşünün. Sesinizi ve görüntünüzü ne kadar yadırgamıştınız değil mi?

Bir de iç dünyamızı yansıtan bir aynada kendimizi görebilsek, eminim ki hiç tanıyamayız. Çünkü söylediklerimizden, yaptıklarımızdan, yazdıklarımızdan, çizdiklerimizden farklı bir "biz"le karşılaşacağımız kesin.

Her sabah evimizden çıkarken, üstümüzü başımızı, kılık kıyafetimizi düzelttiğimiz gibi, keşke bizi her şeyimizle gösteren başka bir aynanın önünde de sözlerimizi, davranışlarımızı, fiillerimizi düzeltebileceğimiz bir manevi aynamız olsa.

Aslında var. Vicdanımız var. Kalbimiz var, sağduyumuz var, hislerimiz var... Ama hiçbirini kullanmak istemiyoruz ki. Çünkü onlar bize yaptıklarımızın yanlış olduğunu söylüyorlar. Bizse burnumuzun dikine gitmek istiyoruz, hiçbir uyarıya kulak asmak istemiyoruz.

Sonsuzluğu bir tarafa bırakın, binyıllara, yüzyıllara göre kısa bir ömür geçirdiğimiz şu dünyada, bize verilen geçici imkânları ve fırsatları bile iyi kullanamıyoruz. Önünde sonunda karşı karşıya kalacağımız ölüm gerçeğini kavrayamıyoruz. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlılık gösterirken, yarın ölecekmiş gibi kendimizi hazırlayamıyoruz.

Aslında ölüm sadece Mevlânâ için değil, hepimiz için bir şeb-i arustur ve öyle olmalıdır. O zaman ancak insan olmanın bilinciyle hareket edebilir, Mevlânâ'nın bütün insanlığa kucak açan felsefesini o zaman anlayabiliriz.

Yani biz sadece bir şeyleri bilmek değil, bildiklerimizi uygulamak zorundayız. En büyük eksikliklerimizden biri budur. Sevginin ve saygının ne olduğunu bilmek, onu uygulamadıkça hiçbir işe yaramaz. Öyle olunca, bir takım inançların da faydası ve etkisi olmaz. Zaten günümüzdeki en büyük tehlike de buradan doğmaktadır.

Uygulanmayan ve sadece teoride kalan birtakım görüşler, felsefeler, düşünceler, inançlar, sürekli birilerinin elinde istismar konusu olmakta ve bize sürekli propogandası yapılmaktadır. Oysa uygulanan ve sonucu alınan hiçbir işin propogandaya ihtiyacı yoktur.

Siz kapitalizmin reklamının yapıldığını gördünüz mü? Gerek yoktur ki. Kapitalist bir anlayışın vardığı sonuç ortadadır. Kendisini de aynı kulvarda görmek isteyen herkes hiç acımasızca bu ateşin içine kendini atar. Ama sosyalizmin, komünizmin sürekli reklama ihtiyacı vardır. Maalesef dinlerin ve tabii ki müslümanlığın da öyle. Çünkü ortada bunların yaşandığı örnek bir ülke yoktur.

Mevlânâ İslâm'ı tam anlamıyla yaşayan, Tanrı aşkını kendine rehber edinmiş, onun bir parçası olan insanın yine onunla bütünleşeceğinin örneğini vermiş ve bütün insanlığa kucak açarak, İslâm'daki insanlık anlayışını, hoşgörü anlayışını, sevgi ve saygı anlayışını hayata geçirmiş bir şahsiyettir.

Mevlânâ gibi, kendisini bilenler, kendi halini keşfedenler, yaptıklarında ve yapmadıklarında ölçüye uyanlar, sürekli iç dünyalarıyla başbaşa kalanlar, kalplerindeki sese kulak verenler, içi dışı bir olanlar, oldukları gibi görünenler, göründükleri gibi olanlar, gece gündüz yaptıkları her hareketin her an kontrol edildiğinin bilinciyle yaşayanlar, yaratıcıya kul olanlar ve ölümü bir vuslat kabul edenler için sema, tanrı aşkıyla kendinden geçerek vecd halinde yapılan bir ibadettir, bir kulluk görevidir.

Bu gerçeği anlamadıkça, şeb-i arus törenlerine katılarak orada yapılan semayı izlemek, Mevlânâyı anlamaya yetmeyecektir.

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..