Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Mayıs '09

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Şehirden şehre geçerken

Şehirden şehre geçerken
 

Paris-Seine Nehri


Defterime sonradan baktığımda gözüme çarpan şu birkaç satır, interrail günlerini çok güzel özetliyor aslında:
“Bütün o günlük rutinler uzakta kalınca; günler birbirine karışmış, şarkılar ard arda sıralanmışken; plansız günler, geceler birbirini kovalarken insan ne kadar da huzurlu oluyormuş… Bir Nikaragualı, bir Japon ile aynı yataklı vagonu paylaşırken Barselona-Milano treninde, ortak oluyorum sohbetlerine özenle seçmeye çalıştığım kelimelerimle. Ya da bir Hintli ile, İtalya’da, ailesinden uzaklarda oluşunun, orada kurduğu yaşamın artılarını, eksilerini tartışıyorum. Bu farklı coğrafyada, bu tempoda ilerliyor olmaktan, yarın neler olacağını bilmiyor olmaktan çok memnunum…”

İstanbul’dan uçağımız havalandığında pek de farkında değildim. Maksat şöyle en umarsızından üç haftamı bilmediğim, görmediğim yerlerde geçirmekti. Hiçbir otel, tren rezervasyonu yaptırmamış olmanın tedirginliği değil; rahatlığı, boş vermişliği vardı içimde. Sırt çantamın içinde çeşitli bölgelere ayırdığım nakit param, muhabbetimizin iyi olduğu bir arkadaşım ve kayıtsız geçecek günlerin hayaliyle indim uçaktan. İlk durak Paris...

Bir arkadaşımın 30 metrekarelik evinde, eşyalardan arta kalan 10 metrekare alanda beş kişi kalarak güzel iki gece geçirdikten sonra, sabah 6.55’teki Amsterdam trenine binmek üzere Gare du Nord’da soluğu aldık. Gece 2’de, bizim gibi 25-30 kadar interrailci gençleri garın dışına kovdu sevgili gar görevlileri. Sırtımızı garın duvarına yasladık, diğer gençlerle trenimizi beklemeye başladık.

Paris’te bir temmuz gecesini dışarıda geçirmek gibisi yokmuş gerçekten. Hani tamam, akşam 9’dan sonra Seine Nehri’nin etrafına çöken o romantik ortam, ışıl ışıl binaların sessizliği unutulmazdı. Sacré Coeur’a çıktık, Notre Dame’ı gördük, Eyfel’in çimenlerinde muz yedik, Jardin du Luxembourg’da çalgıcıları dinledik, içine girmememize rağmen Louvre’un önünde kültür abideleri olarak fotoğraf da çektirdik… Ama dışarıda geçirdiğimiz o serin gecenin yeri bambaşkaydı. Polonyalı evsizin yürek burkan hayat hikayesi, kafası fena güzel olmuş zenci abimizin hayat hakkındaki görüşleri, “hadi batak oynayalım.” teklifimize dudak büken üç Türk kız arkadaş…

Amsterdam’a öğlen olmadan vardık. Burada 30 euro’dan ucuz otel odası bulmak zormuş. Hosteller, her daim genç akınına uğrayan bu ilginç kent nedeniyle tıklım tıklım dolu, insanlar dışarıda çantalarıyla yer açılmasını bekliyor. Dame Meydanı’na yakın bir yerde bir otel odası bulduk nihayet. Tuvaletinin kapısız oluşu dışında bir problemi yoktu.

Ara ara çiseleyen yağmura aldırmaksızın ve bisikletlilere maksimum dikkat göstererek gezindik. Her yerde bizim gibi turistler vardı. Sex Museum, birkaç coffee shop, Dame Meydanı, Red Light District derken akşam oldu. Şehirde dinmek bilmeyen bir hareketlilik, coşku, rahatlık, aşmışlık hakimdi. İnsanlar tabuları, kuralları yıkmış. İşin ilginci, burada geçirdiğimiz sürede herhangi bir sorun, kavga, gürültüyle de karşılaşmadık. Hayat kendi kendine akıyor, “yönetmemek de bir yönetim şeklidir” misali…

Brüksel’in maskotu olan işeyen çocuk heykelinin küçüklüğüne şaşırdıktan sonra, hayatımızın en leziz dondurmalarından birini yedik. Brüksel’de sessizlikten, huzurdan başka bir şey bulamayınca Marsilya’ya geçme kararı aldık. Temmuz günü yağmurdan; atkılı, pardesülü insanlardan kaçarak güneye inmek güzel olacaktı. Paris’te ara verip, bir gece daha geçirdikten sonra kendimizi Marsilya’da bulduk. Akdeniz’in ve güneşin tadını çıkardık. Merkezde bulduğumuz otel oldukça güzel ve ucuzdu. Önce bu ucuzluğa bir anlam veremesek de, gece anladık ki otelin bulunduğu sokak hayat kadınlarıyla doluymuş…

Bir sonraki durağımız Barselona’ydı. 2-3 gün kalırız diye geldiğimiz bu yere bayıldık ve tam bir hafta kaldık. Gaudi’nin her yanına el attığı özgün mimarisi, plajları, havası, suyu, turisti, yerlisi, yersizi, tarihi, modernliği ile kusursuz bir kent burası. La Rambla’nın hemen dibinde, Faslı bir hacı amcanın bize gösterdiği sevgi sayesinde 25 euro gibi çok uygun bir fiyata bulduğumuz otel, Akdeniz sahilinin ve havanın güzelliği, sahilde tanıştığımız iki Fransız güzel Angélina ve Agathe bizi bu kente bağladı. Milano’ya geçişimizi her gün erteledik.

Bu kentle ilgili tek hayal kırıklığımız “tapas” denilen yöresel yemekleri. Tapas, İspanyol mezelerinin genel adı. Girdiğimiz cafede, göz kararı birkaç çeşit seçip önümüze koyduk. Seçtiklerimiz de hesapta makarnaya, kadınbudu köfteye falan benzeyen çeşitlerdi; ancak yeme kısmından pek de zevk aldığımız söylenemez…

Barselona’dan Milano’ya yataklı trenle geçmeye karar verdik. Uzun bir yoldu ve aktarmalarla uğraşmayalım, tek bir trenle işi bitirelim dedik. Bu durumlarda interrail biletiniz tek başına yeterli olmuyor, “supplement” denilen miktarı vermek durumunda kalıyorsunuz. Ülkeden ülkeye geçtiğiniz uzun bir yolculukta, hele bir de tren yataklı trense, 70 euro civarında supplement verebiliyorsunuz.

O kadar parayı bir çırpıda verdikten sonra kendimizi iki kişilik, konforlu trenimizde hayal etmeye başladık. Bir insanın ancak sığabildiği koridoru atlattıktan sonra kompartımanımıza vardığımızda, geceyi az konuşan bir Japon ve kıvırcık, uzun saçlı bir Nikaragualı ile geçirmek zorunda olduğumuzu gördük…

Milano tam manasıyla “modern” bir şehir. Her taraftan takım elbiseleriyle motosikletlerine binmiş, işe giden adamlar çıkıyor. Duomo Katedrali’nin bulunduğu, güvercin istilasına uğramış meydan, meydandan girilen kapalı çarşı harika. Paris’in daha bir sesli, hareketli versiyonu gibi bu şehir. Sforzesco Kalesi’nin girişindeki yemyeşil çimenlerde top oynayan çocukları görünce dayanamadık, aralarına karışıp 3’erden güzel bir maç yaptık. Yorgunluğumuzu güzel bir pizza keyfiyle dindirmeye çalışıp; sabahın 6’sında kalkacak, bizi Yunanistan’a ulaştıracak gemiye giden treni kaçırmamak dileğiyle uykuya daldık.

Trenle Ancona’ya geçtik. İndiğimiz yerden Yunanistan’ın Patras şehrine gidecek gemiyi bulmak zor oldu. Sırtımızda çanta, üstümüzde yakıcı bir güneş ile kendimizi gemiye zor attık. Gemi 11 katlı, oldukça lüks. Ancak interrail biletinizi girişteki şık görevliye gösterdiğinizde, kendinizi en üst katta, plastik koltuklarda yer beğenirken buluyorsunuz. Daha da kötüsü üstünüz açık. 22 saatlik deniz yolculuğunun gece kısmında donuyorsunuz. Bir yaz günü hiç de bu kadar üşümediğimi anımsıyorum.

Atina’da pasaportumuza bakıp “aa komşi!” diyerek bizi bağrına basan bir otel işletmecisiyle karşılaştık. İki kişi 95 euro’dan girdiği fiyatı, sıkı bir pazarlık sonucu 55’e kadar indirmeyi başardık. Israrla “bu civarda daha ucuzunu bulamazsınız.” demesine de gönülden inandık.

Gemi yolculuğunun ardından, otele yerleştikten sonra yediğim yemeğin keyfini herhalde uzun yıllar boyunca unutamam. Dönüşte bizim otelin bir arka sokağındaki bir otele fiyat sorduğumda “iki kişi 45 euro” cevabını almam ise bizim “komşi”ye bakış açımı değiştirdi tabi. Ertesi gün, akşam gelmek üzere odadan çıkarken klimayı gönül rahatlığıyla açık bıraktım.

Atina’da pek de bir eğlence bulamadık. Selanik’te karnımızı doyurup, cebimizdeki son bozuklukları da harcadıktan sonra İstanbul-Sirkeci’ye biletimizi aldık. Bu defa kompartıman iki kişilikti. Tren de, interrail boyunca rötar yapan tek trendi. 45 dakika geç kalkan tren ile son gecemize girmiş olduk...

Eminönü’ne geldiğimde, Üsküdar vapuruna bindiğimde karışıktım. Martılara simit atarken; birkaç gün önce Atina’da mideye indirdiğim “pita”lar, Milano’da top oynayışım, Barselona sahilleri, La Rambla’daki soytarılar, Paris’in ışıl ışıl sessizliği, Amsterdam’daki “esrar”lı hava gözümün önünden film şeridi gibi geçti. Eve geldiğimde hiçbir şey olmamış gibi televizyonun karşısına geçtim, kanalları zapladım…

Hiçbir şey olmamış gibi olmasına şaştım…

 
Toplam blog
: 53
: 1499
Kayıt tarihi
: 17.10.08
 
 

*Liberal muhafazakar, oldukça postmodernist ve meritokrat bir gezgin  *Kuleli - Galatasaray - Boğ..