Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Ocak '13

 
Kategori
Eğitim
 

Şehitler ölmez, vatan bölünmez; çek bir pilav üstü kuru!

Şehitler ölmez, vatan bölünmez; çek bir pilav üstü kuru!
 

Arkadan 5. sıra, baştan ikinci, yüzü bize dönük askerimiz Alp.


Bugünlerde doksanına merdiven dayamış; ama daha üç beş sene öncesine kadar -radara yakalandığı için- trafik cezası yiyen Hüseyin Amca’m bir gün şöyle demişti bana: İnsan iki yerde aynı duygu patlamasını yaşar ve gözyaşlarına mani olamaz. Biri, kutsal topraklarda Kâbe’de ve diğeri de asker oğlunu ziyaret ettiğinde. Üç oğlu olan ki en küçüğü dahi benden 3 yaş büyüktür ve can dostumdur, Hüseyin Amca’mın ne demek istediğini son birkaç günde çok iyi anladım.

5. Jandarma Eğitim Alay Komutanlığı, 349. Kısa Dönem erlerinden oğlum Alp Öke’nin Yemin Töreni için geçen hafta Gölköy, Kastamonu’daydım.

Ee, ben evhamlı adamım. Bir de meteoroloji o bölge için kar alarmı verince çarşamba gecesinden otobüsle gitmeye karar verdim. Otobüs hareket eder etmez fark ettiğim de şu oldu: Yolcuların neredeyse tamamı evlatlarına giden tedbirli analar, babalar, kardeşler ve hatta eşlerdi.

“Sizin oğlunuz hangi bölükte?”

“9. Bölük. Ya sizinki, mesleği ne?”

“Benimki de 4. Bölük’te. Eczacı benim oğlum.”

“Oğlum da Biyolog. Yüksek İhtisasını da tamamlar tamamlamaz askerliğini yapmak istedi.”

“Nereye düştü?”

“Valla aylardır Şırnak’a gitmek istiyorum diyordu, dileği oldu.”

“Benimki de Van’a gidecek. Tanrı yardımcıları olsun, acılarını göstermesin.”

Aynı konuşmayı ön-arka-yan koltuktakilerle, molada çay içerken de yaptık. Duygu fırtınası da esmeye başlamış, gecenin karanlığına saklanan gözler dolmaya başlamıştı.

Saat 07’ye geliyordu Kastamonu’ya vardığımızda. 800 mt rakımlı ilde nasıl bir soğuğun yüzümü daladığını işe giden insanların kaş, kirpik ve bıyıkları buz tutmuştu sözleriyle tarif edebilirim. 2700 askerin yemin edeceği törene en az 10 bin asker yakını gelecekti ki otellerde yer bulmak olanaksızdı. Ben de bir ay öncesinden ancak şehir dışında 160 yıllık bir konakta yer bulabilmiştim. Ahşap binanın yüksek tavanlı devasa odasında iki kalorifer peteği çılgınca çalışıyordu; ama ısı peteğin ancak 10 cm ötesine kadar ulaşabiliyordu! Asıl komedi gece uyuma faslındaydı:) Defalarca Kutup Çizgisi’nde Buz Otel’de ve iglolarda kalmış olmama rağmen, gördüklerime -takırdayan çenem nedeniyle- gülemiyordum da ve çatırtıyla kahkaha melezi bir ses çıkıyordu ağzımdan! Battaniye+yorganı tamamen başınıza çektiğinizi ve yatakta cenin vaziyetinde büzüştüğünüzü düşünün! Yorganın altındaki ayağınız 1-2 cm aşağı yukarı yer değiştirse -asla ısınmayan- çarşafın soğukluğunu hissediyordunuz. Ama azmin elinden bir şey kurtulur mu, ilk gece soğuğu yendim: İki fanila, pijama, üzerine süveter, başımda bere ve ayaklarımda çorap.

Ve o soğukta evlatlarımız eğitim yapıyor. Hem de Alp’in demesine göre başlarında -özellikle- bere de olmuyormuş.

Birliğine teslim olduğu ilk günden bu yana Alp’le hiç iletişimsiz kalmadık. Türk Telekom alay içine birkaç noktaya onlarca ankesörlü telefon koymuş ve çocuklarımız aileleriyle istedikleri kadar konuşabiliyorlar. Alp de sabah erkenden arayarak varıp varmadığımı sordu. O'nu öğle yemeği paydosunda 50 dk görecektim; ama yemek de yemeyerek bu süreyi 20 dk daha uzatacağını söyledi. Gel de ağlama! Siz hiç, dürüm döneri alüminyum folyoya sarın da soğumasın derken gözleri dolan bir müşteri gördünüz mü?

Alp’i Yemin Töreni’nden bir gün önce de görebileceğim için mutluydum; ama şehrin 13 km dışındaki alaya -toplu taşımayla- nasıl gidilebileceği konusunda bir fikrim yoktu. Hatam, bunu bir taksi durağına sormak oldu! İki saatte bir kalkan minibüsler vardı ya da taksiyle gidilecekti. Taksimetre 35 lira civarında yazıyordu; ama asker analarına-babalarına 25 lira olurdu. Asker babası bir de satış&pazarlamacı olunca 20 liraya gittim de alayın kapısında onlarca mavi halk otobüsünü görünce de bunlar ne dayı dedim! Otobüs seferleri yeni başlamışmış ve dönüşte onlara binebilirmişim! Öyle yaptım ben de. 1.5 liraydı ücreti.

İndiğim yerle Alay’ın girişi arasında 150 mt mesafe vardı. Elimde yiyecek torbasıyla yürümeye başladım. Nizamiye kapısının üzerinde Ant İçme Töreni’ne Hoş geldiniz yazıyordu. Hazırlıklar başlamıştı. Kapıda nöbet tutan er beni görünce “Hoş geldiniz abi.” deyip az ilerideki kulübeyi gösterdi. Orada görevli astsubay da beni görünce ayağa kalktı ve “Hoş geldiniz abi, evladınızı mı ziyarete geldiniz?” dedi. Evet’in ev’i çıktı da et’i gelemedi bir türlü:(

“9 Bölük, 4. Takım…”

Gerçi oğlum geliş saatimi biliyordu; ama anons edilirken bir er de beni ziyaretçi salonuna götürdü. Aileler evlatlarıyla yemek yiyorlar, hasret gideriyorlardı.

Az sonra göründü kapıda evladım. Kamuflaj desenli elbisesiyle daha da irileşmişti sanki. Kucaklaştık, ağlaştık. Ağladığımı görmesinler baba dedi. Önce, getirdiğim dürümü yedi. Kuru yemiş ve meyveleri ise akşam koğuş arkadaşlarıyla paylaşacaktı. Daha küçücükken -alamayan arkadaşları üzülür diye- kendi ayakkabılarındaki, giysilerindeki Abidas, Mike, Bolo markalarını söken bir çocuğun, yiyeceklerini asker arkadaşlarıyla paylaşma arzusuna şaşırmamak lazımdı.

Oğlum çok iyi görünüyordu. Mutlu ve huzurluydu. 5 kişilik bir koğuşta kalıyordu. 24 saat sıcak suları vardı. Yemekler çok güzeldi ve ayrıca kantinden de her şey çok ucuza alınabiliyordu. Binalardaki kahve otomatlarından cappuccino, latte, espresso içebiliyorlardı.

Oğluma bankamatik kartı vermiş devlet. Her ay maaşı yatacakmış. Üniformanın dışında bir çift spor ayakkabı, iki takım pijama ve bir de eşofman takımı vermişler. Nizamiyeden başlayarak Alp’le geçirdiğim 3 saati değerlendirecek olursam beni derinden etkileyen farklılık şuydu: Bugünkü askerliğin benim zamanımdaki ile yakından uzaktan ilgisi yoktu. Artık asker halka müthiş yakın. Erler kendi aralarında ve komutanlarıyla öncelikle saygıyı tesis etmişler ve vatanımız için egolarından arınmış olarak görev yapıyorlar. Bir subayı erlerle sohbet ederken, gülüşürken görebiliyorsunuz! Belki bunda hepsinin yüksek eğitimli olmasının da etki vardır; ama yine de aralarındaki medeni diyaloglara bayıldım. Kısık bir sesle Alp’e, “Dayak var mı oğlum?” dedim, güldü! “Ne dayağı baba, komutanlarımız seslerini bile yükseltmiyor!" dedi.

Ertesi gün, 4 Ocak Yemin Töreni günüydü ve muhtemel izdihamı düşünerek erkenden orada olmalıydım. Oğlumu iyi görmüş, duyduklarımla da çok mutlu olmuştum.

Burun çekmeler, elin tersiyle göz silmeler ve iç çekmelerle döndüm şehre. Halk otobüsüyle 1.5 liraya.

Kastamonu’da ekmek 40 krş. Hem de ne ekmek. Çok sevdiğim taş fırın simidinin de beşi 1 lira. Hani şu 15 kuruşa mal olup da İstanbul cİngÖzlerince tanesi 1 liraya satılan simitten bahsediyorum. Neden mi İstanbul'u örnek gösteriyorum, çünkü Ankara’da da üçü 1 lira. Hep derim ya, var mı Anadolu’m gibisi.

Cuma sabahı erkenden düştüm yola. Sinan Bey Parkı önünden otobüse bindim ve alayda indim. Yolcular evlatlarına koşan insancıklardı. Gözlerde hep aynı buğu vardı. Herhangi biriyle birleştiğinde gözleriniz, o buğu yaşa dönüşüyordu.

Nizamiye kapısının 300 mt ötesinden Jandarma önlemlerini almış, asker yakınlarını yönlendiriyordu. İnanılmaz bir düzen vardı. Yılda birkaç kez yapılan bu törenleri başarıyla yönetmeyi çok iyi biliyorlardı. Öyle ya, onlar gerçek vatan bekçilerini eğiten alaydı. Modern çağa uygun insan ilişkilerini başarıyla uygularken, disiplinden de asla ödün vermiyorlardı.

Tören saat 10:00’da başlayacaktı; ama saat 08:00’de binlerce kişi gelmişti bile. “Evlatlarınıza hoş geldiniz” sözleriyle karşılandığımız nizamiye kapısında bizi tören alanına götürmek için bekleyen servis araçlarına bindirildik. İndiğimiz noktada bizi -düşen kan şekerimizi yükseltmek için- “Halka tatlı” ve sıcak çay, kahve bekliyordu. Etrafı inleten kahramanlık türküleri yağan karla kucaklaşıyordu. Tören alanının etrafındaki bölük barakalarında aslanlarımız bizlere gelmek için sabırsızlanıyordu. Görevli usta erlerin başına üşüşen analar-babalar birbiri ardına sorular soruyor, içlerini rahatlatmak istiyorlardı.

Saat 09:30 gibi dokuz bölük konvoy halinde tören alanına gelmeye başladı. 2700 askerin aynı anda Şehitler ölmez, vatan bölünmez diyerek yürüdüğünü hayal etsenize! Hangi yürek dayanır bu görüntüye, yeri göğü inleten seslere! Kim set çekebilir çağlayanlara! O çocukların çoğu doğuya gidecek ve PKK’ya karşı vatanını koruyacak ve belki de bir daha evlerine dönemeyecek! Oğlumun da dahil olduğu bu acı gerçeği düşününce Seda Kumpınar’ı ve Bodrum biiçlerinin nadide güllerini sevgiyle anıyorsunuz!

Saat 10:00’da Kastamonu Valisi geldi, protokol tamamlandı ve tören başladı. Alay komutanı albay tören alanının hemen her köşesine giderek -mikrofonsuz, kendi sesiyle- “Bu soğuk günde aramızda olup en şanlı törenimize katıldığınız için teşekkür ederiz. Bize emanet ettiğiniz çocuklarınız bizim de evlatlarımızdır ve daha iyi niteliklerde daha sağlıklı bireyler olarak sizlere teslim edileceklerdir.” dedi. Gördükleriniz, duyduklarınız karşısında gurur duyuyorsunuz ordunuzla; daha az endişeleniyorsunuz evladınız için.

Şehitlerimiz için saygı duruşu sonrasında İstiklâl Marşı okundu ve silah-bayrak üzerine kapanan evlatlarımızla birlikte bizler de ant içtik.

Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada, her zaman ve her yerde milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğruna seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine ant içerim.

Tören alanından yine arabalarla evci izin kağıtlarının verileceği binalara getirildik. Çocuklarımız yemin etmişti ve pazar akşamına kadar aileleriyle -garnizon dışına çıkmamak kaydıyla- kalabilirlerdi. Her bölük için ayrı binada işlem yapılıyordu ve kolayca tamamladık işlemlerimizi. Alp’cim sivillerini çekti ve otobüsümüze koştuk. Benim için 1.5 lira, Alp için 1 lira ödedik.

Karnımız da acıkmıştı. Ne yemek istiyorsun oğlum dediğimde aldığım cevap, dönerle pilav oldu. Şehre vardığımızda durumun vahametini anladık! Binlerce kişi aynı anda yemek istiyordu ve lokantalarda yer bulmak imkansızdı. Sonunda bir yer bulduk; ama oğlum İskender Kebap’a fit oldu! Çünkü on kebapçıdan dokuzunda tavuk döner vardı ve et döner satanda da -sadece İskender Kebap’a uygun- kıyma döner bulunuyordu! Oysa döneri pilavla yemek için güzelim yaprak döner gerekliydi.

Karnımız doymuştu ve tatlı yemek için bir pastaneye gitmeye karar verdik. Tabii ki tıklım tıklımdı hepsi; ama şansımız yaver gitti, birine oturduk. Aslan oğlum baklavaları yutarken dünyanın en mutlu insanıydım. Aileler çocuklarıyla içeri giriyor ve yer yokluğundan geri dönüyorlardı. Alp’cim de bir an önce masayı boşaltalım diye nefes almadan yiyordu. O sırada Lucifer geldi ve az ilerimizde -dört kişilik bir masada- pişkince tek başına oturan, laptop’ını açmış çetleşen bir zibidiyi gösterdi. Zaten gerginim, aşırı duygusalım, dokunsalar ağlıyorum; kalktım yanına gittim! Herife söylenirken sesim de titremeye, yükselmeye başladı, yan masalardan alkışlar geldi ve tabii garsonlar da. Utanmaz zibidi de toplanıp gitti.

Biraz yürüdük, fotoğraf çektik. “Baba, sinemaya gidelim mi?” dedi aslan asker! 16:20 matinesine bilet aldık. Filmi o seçti. Hangi ruh hali ona o filmi seçtirdi bilmiyorum; ama gittik işte. Hangi filme mi?

Çakallarla Dans 2: Hastasıyız Dede !

Öldü gülmekten! Bense filmi izlemektense gururumu izledim, sarıldım her fırsatta ona, ellerini öptüm.

Saat 18:30 olmuştu ve yine acıkmıştık. Canı etli ekmek istedi oğlumun. Benim bildiğim, Konya’nınki meşhurdur; ama Kastamonu esnafı Konya Etli Ekmeği’nin çakma olduğunu iddia ediyor:) Hatta yediğimiz lokantada Vedat Gülor’un da orada yediğinin ispatı bir fotoğraf vardı.

Yemekten sonra da yürüdük ve Alp dükkanın birinden kola almak istedi. İçeri girdik. Yaşlıca bir adamla iki genç vardı tezgâh arkasında. Yaşlıca olan, delikanlı asker mi dedi. Evet deyince, benim şu küçük oğlum da Şırnak’ta yaptı, sizinki nereye düştü diye sordu merak dolu gözlerle. Alp, ben de Şırnak’a gidiyorum dedi. Yaşlı adam geldi sarıldı oğluma ve bu millet size kurban olsun aslanım. Hepiniz bizim evlatlarımızsınız. Her namazda sana da dua edeceğim. Allah anana babana, millete acını çektirmesin; sağlıkla gidip dönesin dedi. E ben tutamadım kendimi, beni gören amcam da koyverdi yaşları. Çocuklar da bize sarıldı.

Öyle bir şehir düşünün ki Büyük Ata’m Şapka Devrimi’ni başlatmış, vatanın en önemli bölgesini koruyan askerlerini burada yetiştiriyor ve her sokağından gururlu bir sevinçle harmanlanmış hüzün, gözyaşı fışkırıyor.

Alp’in demesine göre, geldiğinden beri gökyüzünü griden başka renkte görmemiş! Ne teselli ne mutluluk benim için.

Gün bitmiş, otele sığınma vakti gelmişti.

Pazar akşamı oğlum tekrar birliğine teslim oldu. Kısa bir süre sonra da Kastamonu’daki eğitimini tamamlayıp Şırnak'a doğru yollara düşecek. Tanrının izniyle ben de en kısa zamanda yanına gideceğim. Belki bana da bir G3 verip karakolun birine yollarlar! Bir bakmışsınız terörü baba-oğul biz bitirmişiz.

Alp’cimle geçirdiğim günlerin muhasebesini yaptığımda öne çıkan iki detay beni çok duygulandırdı:

- Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki inanılmaz değişim, çağdaş ve modern yaşam gereklerine entegrasyon, erlere ve hatta ailelerine gösterilen ihtimam, saygı ve sevgi gerçekten de göz yaşartıcıydı. Oğlumu emanet ettiğim ordumuzla gurur duydum. Biliyorum ki Alp’im emin ellerde. Asker ocağının baba ocağından eksiği yok, fazlası var.

- Ve sanırım ben şimdi baba oldum!

Huzurla İstanbul’a dönüş yolunda bindiğim otobüste yanıma bir asker babası düşünce çocuklarımızla geçirdiğimiz saatleri tekrar anmaya başladık. Kimi an geldi gözlerimizi birbirimizden kaçırarak iç çektik kimi an geldi güldük. Ta ki önümüzde oturan bayanın, “Kafamız şişti ya, herkesin çocuğu askere gidiyor.” demesine kadar!!

Sanki yüreğimin tam ortasına bir bıçak saplanmıştı da çıkarırsam ölecektim! Saplandığı yerde kalmalıydı ki yaşamı böylesi -duygu yoksunu- insanlarla da paylaşmak zorunda olduğumu unutmayayım!

Yaralı bir damla süzüldü usulca câna.

 

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..