Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Mart '09

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Sevgilime e-mektuplar

Sevgilime e-mektuplar
 

Geleceksin ya da ben geleceğim...


(Bir sevgilim olsaydı; ona böyle mektuplar yazardım ve o öyle bir insan olurdu.)

 

Canım sıkılıyor varlığım... Çok canım sıkılıyor... Bir tuhaf karamsarlık var içimde. Ne çıkıp dolaşmak geliyor içimden ne de gidip yatmak. Okuduğum kitapta da iş yok. Sürüklemiyor beni. Kopyala yapıştır bile yapmıyor. Alamadı bir türlü içine, ben de giremedim. Sevişemedik bir türlü seninle seviştiğimiz gibi. Ruhu ruhuma değmedi. Et kaldı. Bilirsin et bir süre sonra kokuşur. İşte öyle, kokuştu bu kitap da elimde... Başka bir kitaba geçemem ki... Bitiremiyorum da... Neredeyse dua edeceğim; “Tanrım beni bitmeyen kitapların azabından koru,” diye.

Öyle konuşmuştuk seninle hatırlıyor musun? Yazmak ve okunmak üzerineydi sohbetimiz. Yazarı tanımlamıştık, okuru da... Sonra okumanın aslında; yazarla okuyucu arasındaki duygu alış verişi yaratan sihirli bir güç olduğundan dem vurmuştuk. Ve ben o seni çok güldüren tanımı yapmıştım, yazar için. “İyi bir yazar bıçkın erkek gibi olmalıdır; en isteksiz kadını bile arzudan inletebilmelidir,” demiştim. “İyi sevişen yazarlar klasik olur, kötü sevişenler dert,” deyip gülmüştün. Aydınlık gülüşlü klasiğim benim! Öyle ya pek çok insan yazabilir, herkes konuşabilir, herkes nefes alabilir! Ama ne tüm konuşanların konuştukları dinlenesidir, ne tüm yazanların yazdıkları okunası, ne de tüm nefes alanlar “yaşadım” diyebilir. Ruh vermek sanırım bunun adı.

Yaptığın işin hakkını vermek. İnanarak yapmak ne yapıyorsan. Daha da işin özüne inecek olursak; herkesin diline doladığı ama özünü anlayanların çok az olduğunu bildiğim; “anı yaşamak” meselesi! Anı yaşamak aslında farkındalık demek değil midir? Ne yapıyorsan onun hakkını vererek yapmak!

Bak aklıma karpuz kabuğu düştü yine. Biliyorum buna çok güleceksin. Senin lafındır, “Aklıma karpuz kabuğu düşürme,” dersin ben hınzırlık yapınca. Ama olsun, düşsün aklına karpuz kabuğu, benimkine düşmüş bir kere, eşek de doğanın bir parçası değil mi(!)

Aklıma düşen karpuz kabuğu; Ataol Behramoğlu'nun şiiriydi. Bu şiiri ilk bana sen okumuştun. Sonra da; “Bil bakalım kime ait bu şiir,” diye sorguya çekmiştin. Şimdi de ben sana yazıyorum. Benim için, bensiz, sesli oku e mi?

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.


An'ı yaşamak, an'ın farkına vararak yaşamak bu şiir değil de nedir?

“Uzun yaz,” dedin diye; sere serpe yazıyorum. Ne şiirin bir satırını kısaltarak, ne de söyleyeceklerimi kısarak! İçimden geldiği gibi.

Sen anlat bakalım, nasılsın? Yine taradın mı saçlarını en afillisinden? Kahvaltını ettin mi? Yemeğini yedin mi? Aç kalma emi? Doyur karnını. Üşütme sonra. Sıkı giyin dışarı çıkarken. O sana ördüğüm atkıyı dola boynuna. Her ilmeğinde sana hasret var onun. Her ilmeyi seni öpmeye hevesli dokundu. Seni korur o.

Biliyor musun ne aklıma geldi? O atkıyı senin boynuna doladığım akşamı anımsadım. Nasıl da şaşırmıştın öyle! Nutkun tutulmuştu sanki! Sonra gözlerime bakıp; “Oysa sen örgü örmekten nefret edersin,” demiştin. Evet, ben örgüden nefret ederim. Öremem. Sabrım yoktur onu ilmek ilmek çoğaltmaya. Aslında bir şey yaptığım da söylenemez. Hepi topu bir atkı. Kalın şişle ve kalın iple örülmüş bir atkı. Neden o kadar seni etkilediğini anlayamadım! Mı acaba? Anlamaz olur muyum be gökkuşağım? Örgüden nefret ettiğim halde; senin için başına geçip; örmüş olmam etkiledi seni. Ve ben onu örerken bir şey öğrendim. İlmek ilmek atkıyı büyütürken; bizim de ilmek ilmek sevgimizi büyüttüğümüzü gözledim. Hem de kalın ip ve kalın şişle değil; iğne oyası yapar gibi... İğneyle kuyu kazar gibi... Seninle birlikteyken veya şimdi olduğu gibi sen uzaktayken olsun... Biz hep çoğaltıyor ve büyütüyoruz sevgimizi...

Seni çok seviyorum Türkiye bakışlım!

 

Not: Uzun yaz e mi:)

 
Toplam blog
: 135
: 3170
Kayıt tarihi
: 23.07.08
 
 

Eğitim sürecinin bazı bölümleri Almanya ve İngiltere'de olmak üzere en son PAÜ'den eğitim uzmanlı..